Edebiyat yazmak

Hüseyin Su / Yazar
12.01.2020

Şüphesiz her dilde ‘yazmak’ fiili, ister istemez ilk önce ‘edebiyatı’, sonra da edebiyatın da atmosfer, dil ve duyarlık itibariyle bağlı ve ait olduğu, içinden doğduğu ‘sanatı’ yazma durumunu akla getiriyor. Düşünmek ve söz söylemek için böyle bir yolu ve dili (edebiyatı, sanatı) tercih etmek, ancak tercihlerimiz doğrultusunda bize bir öncelik hakkı verebilir ama hiçbir zaman tercih ettiğimiz eylemin tabiatını, bağlamını, varlık içindeki irtibat noktalarını göz ardı etmemiz veya yok saymamız hakkını vermez; çünkü bazen insanın eylemi kendisine çizilen sınırlarla daha da büyür!..


Edebiyat yazmak

Giderek artan ve daha çok, daha yüksek bir sesle dile getirilen, ‘itibar kaybı’ yaşadığı ve artık pek bir karşılığının, etkisinin (elbette bir edebiyat ve sanat eserinin somut karşılığı, etkisi ne olabilirse onun) kalmadığı söylenen edebiyatın; roman, öykü, şiir, deneme... gibi ürünlerin sadece ‘kendisi’ ve ifade ve temsil ettikleri kurgu dünyalarından ibaret olsa, bu, eserin zayıf oluşuna hamledilebilir ve çok fazla kaygılanmaya da gerek olmayabilirdi. Çünkü bir ağacın yaprakları bazı değişik nedenlerle kuruyup dökülebilir, dalları budakları kırılabilir. Fakat daha sonra aynı yerden veya yanı başından yeni sürgünlerin, tomurcukların uç verdiği, yeni yaprakların yeşerdiği görülür. Şüphesiz varlığı insan merkezli bir bakışla kavramaya çalışan insanın umudunu, tabiatı gereği en çok sanatın ve edebiyatın beslemesi, diri tutması gerekir. Bugün ve her zaman teknik özellikleri itibariyle sağlam, dil, üslup ve içerik itibariyle de güzel ve değerli romanlar, öyküler, şiirler, denemeler; edebiyat eserleri yazılmasına karşın maalesef edebiyatın geleceğine dair hem yazarların hem de okurların umudunun yeterince diri tutulamadığı görülüyor. Ömürleri eser vermekle geçen yazarlar, sanatçılar bile gece gündüz emek verip ortaya koydukları gerçekten de çok değerli eserlerin hiçbir ‘kıymeti harbiyesinin kalmadığı’ yönünde kanaatlerini ifade ediyorlar. 

Neden böyle peki?.. 

Söz konusu edilen bu ‘düşüş’ ve ‘itibar kaybı’ hususundaki şikayetlere, kaygılara daha yakından bakıldığında, işin ehli olan sanatçı, okur ve yazar insanların kaygılarının, ürünlerin niteliksiz oluşundan daha çok, büyük oranda ciddi, daha derinde ve bizatihi ‘yazı’ ve ‘söz’ bağlamında olduğunu, ürünlerin niceliğine ve niteliğine dair kaygıların (elbette bunlar da çok önemli olmakla birlikte) birincil dereceden kaygılar olmadığını görebiliriz. Bu da kendi içinde çelişik bir durum değil, üstelik de doğru bir tespit kanaatimce. Bu sorunun kendi bağlamında sağlıklı bir biçimde çözülebilmesi, aşılabilmesi için ‘yazar/sanatçı özne’ edebiyatı ve sanatı yeniden, hiçbir zaman değerlere ve aşkınlığa inancını yitirmeden daha yakından, doğasına uygun bir mantık ve duyarlıkla düşünmesi, görmesi ve çok daha içeriden bir sorumlu özne dikkatiyle çalışması gerekir. Bu noktada şüphesiz bilimden, popüler kültürden çok farklı bir ‘edebiyat yazma’ (ve tabii aynı zamanda da bir ‘edebiyat okuma’) bilincinin, dikkatinin ve sorumluluğunun hem ontolojik hem teknik hem de hayat, siyaset ve düşünce boyutuyla sağlıklı biçimde kurulması, korunması gerekir. İnsanın yazıyla, sözle ilgili bir fiiline, sadece kullandığı araç gereç ve malzemesinden dolayı ‘sanat/edebiyat’ demiyoruz. Ayrıca bu konuda dikkatle tefrik edilmesi gereken bir husus da ‘sanat biçimdir’ aforizmasının öne çıkardığı gerçekle sanatın ve edebiyatın sadece biçimden ibaret olmadığı hakikatidir. 

İstinat noktaları  

Bu sağlıklı dil, duyarlık ve düşünce kurgusuna, dikkatine, çok ince ama çok da temel bir ayrımı ifade etmek adına ‘edebiyat yazmak’ veya ‘edebiyattan yazmak’ diyebiliriz. Sadece edebiyatı ve sanatı değil, siyasayı da yazmak, bütünüyle hayatı, hayata, hayatın içinde insana tekabül eden her şeyi, ontolojik bir bütünlük kaygısıyla hayata değen istinat noktalarından yakalayıp yazmak! O zaman, ‘yazmak’ fiilinin yüklendiği ontolojik bağlam gereği bu düşünce ve duyarlık ‘kurgusunu’ şu başlıklarla tamamlamak daha isabetli olabilir: Edebiyat Yazmak, Siyaset Yazmak, Hayatı Yazmak... Daha doğrusu, farklı başlıklarla da olsa bir bağlam çerçevesinde mutlaka ‘bir yerden’ ama her birinden ayrı ayrı bakarak, bir bütünlük kurmayı sağlamak amacıyla yazmak... İşte o zaman değer kaybına dair kaygılarımızın nerede başlayıp nerede bittiğini daha iyi görme imkânı bulabiliriz. Şüphesiz burada ‘yazmak’ sözcüğünün dilbilim ve teknik boyutunu aşan bir kavramsal bağlamdan söz ettiğimizi ayrıca belirtmeye gerek görmüyorum. Şüphesiz her dilde ‘yazmak’ fiili, ister istemez ilk önce ‘edebiyatı’, sonra da edebiyatın da atmosfer, dil ve duyarlık itibariyle bağlı ve ait olduğu, içinden doğduğu ‘sanatı’ yazma durumunu akla getiriyor. Düşünmek ve söz söylemek için böyle bir yolu ve dili (edebiyatı, sanatı) tercih etmek, ancak tercihlerimiz doğrultusunda bize bir öncelik hakkı verebilir ama hiçbir zaman tercih ettiğimiz eylemin tabiatını, bağlamını, varlık içindeki irtibat noktalarını göz ardı etmemiz veya yok saymamız hakkını vermez; çünkü bazen insanın eylemi kendisine çizilen sınırlarla daha da büyür!.. 

Hayatımızda kendimize göre öncelediğimiz her eylemimizi güçlendiren, anlam katan bağları, dilimizdeki sözcüklerle nesneler arasında anlam ve biçim itibariyle de bir kan bağı kuran çeşitli nedenleri görmezden gelerek, önemsemeyerek bir düşünce, yazı, edebiyat, sanat ve kültür bütünlüğünü kuramayız, bu hiçbir biçimde mümkün değil. Herhangi bir nedenle yazmaya gerek görmediğimiz, varlık nedeninin yazının dışında kaldığını düşündüğümüz ‘anlamlar, etkenler’ bile, aslında yazımıza güç veren, onların olmadığında yazdıklarımızın da bizim sandığımız kadar bir ağırlığının olmadığını görmemiz gereken yazının (edebiyatın ve sanatın) atar ve toplar damarları olabilir. Zaten edebiyatın ve sanatın sorunları üzerine düşünürken ve kapsamlı değerlendirmeler yaparken çoğu zaman da böyle olduğunu görürüz. Kendisine hayat veren bu damarların tıkalı veya kopuk olduğu edebiyat ve sanat, kaçınılmaz olarak hem ontolojik anlamda poetikasındaki sorunlarıyla hem de hayatsız, insansız ve siyasasız metinlerin işlevsizlikleriyle malul hâle gelir. Yalınkat bir dil tadının okunur hâle getirdiği metinler de bu işlevsizlikten ve maluliyetten kurtulamaz. Çünkü bir metnin ‘edebiyat olma’ nedeni de hayat kadar sağaltıcıdır. 

Bu ve benzer durumdaki sorunlarla malul bir edebiyatın uğradığı itibar kaybı ve düşüş, şüphesiz ürünlerde görünen veya dışarıdan etki eden nedenlerin yol açtığı itibar kaybından ve düşüşten daha kalıcı ve daha yaralayıcıdır. Şikayet eden ilgililerin, edebiyatın uğradığı itibar kaybının nedenleri ve sonuçları üzerinde yeterince sağlıklı düşünemediği, sorunu asıl ve ontolojik bağlamında kavrayamadığı gerçeği, kaybedilen itibarın, düşüşün yeniden ve nasıl telafi edileceği konusundaki umutsuzluğu da her geçen gün biraz daha artırıyor. Hâlbuki söz konusu itibar kaybı ve düşüş, edebiyatla birinci dereceden ilgili ve sorumlu olan insanların (yazarların, okurların, yayıncıların) kalemle kurdukları bağlamsız, aidiyetsiz, samimiyetsiz, çıkarcı, belli bir duruşu olmayan, içtenlikten uzak, sağlıksız ilişkiden ve bu ilişkiyi nasıl anladıklarından kaynaklanıyor. Bu türden edebiyat içi ilişkilerin de kapı araladığı ekonomik, siyasi vb. dış etkenlerin edebiyat ve sanat karşısındaki gücü, böylece gönüllü kabul edilen bir şiddete, itibar kaybı da erezyona dönüşür. 

Yörüngesiz nesneler 

Her geçen gün izlenemeyecek kadar hızlı değişen hayat koşullarının edebiyat, sanat, kültür vb. değerler aleyhine mütecaviz bir biçimde ve âdeta şiddet kullanarak mütemadiyen alanını genişletmesi, insanla sahip olduğu bütün değerlerin arasındaki bağın her geçen gün biraz daha zayıflaması, kopması ve insanın bu duruma, hatta bunların hiç olmadığı bir duruma ‘alışması’, edebiyatı, sanatı ve özne olarak da yazarı ve sanatçıyı, her yerde kullanılabilmeye son derece elverişli, belli bir yörüngesi olmayan ve sıradan birer ‘nesne’ hâline getirdi. Edebiyat, sanat ve kültür, artık gündelik bir ilişki biçimiyle, etkisiz, hatta edilgen bir dil ve duyarsızlıkla görülür, değerlendirilir oldu. Yazar da sanatçı da buna ‘alıştı.’ Daha üzücü olanı ise edebiyattan, sanattan beklentilerin de ‘artık’ aynı düzeyde olması. Hem yazarlar hem de okurlar tarafından bir şiir, roman, öykü kitabının etkisinin ve getirisinin izlenirliği yüksek bir dizi senaryosunun; bir şairin, romancının, öykücünün etkisinin, kazancının, şöhretinin de bir dizi oyuncusunun etkisi, kazancı ve şöhreti kadar olması bekleniyor. Bunun sağlanabilmesi için de aynı yollara ve yöntemlere başvuruluyor ama bunun bir edebiyat ve sanat olmadığı, ne yazık ki artık hiç kimsenin umurunda bile değil. Kimse artık durduğu yerin ayrı bir dikkati gerektirdiğini, kendisini de tanımlayan ‘sanat/sanatçı’ kavramının ima ettiği bağlamı ve anlam dünyasının sınırlarını ve sorumluluklarını gözetmeye hiç mi hiç gerek görmüyor. Kalemle kameranın, yazıyla reklâm metninin, dilin vahye en yakın mesafede durup şiir yazdığı kabul edilen şairle şarlatan sunucunun, renkli televizyonla popüler veya ciddi bir edebiyat eserinin, dizi senaryosuyla romanın ve dizi yazarıyla romancının, bir mankenle, bir oyuncuyla, bir yazarın ve sanatçının arasında hiçbir farkın kalmadığı, dahası olmaması gerektiği düşünülen son derece edebiyat dışı ve sanal bir ‘yazı üretim alanı’ ve ‘yazın anlayışı’ oluştu. Ne yazık ki artık böyle bir yerden yazılıyor, okunuyor ve konuşuluyor. 

Kalem sisi deler 

Ne kadar kalın ve kesif olursa olsun, kalemin ucu, bu sisi deler; işlevi ve sorumluluğu itibariyle edebiyat da bu alanı kuşatabilir. 

Edebiyat yazmak, yazar ve okur olarak kalemle kâğıt karşısında öncelikle özel bir lügatle, özel bir dil, mantık ve hassasiyet bağımızın ve aidiyetimizin olduğu anlamına gelir: bir sanatçı bu zorunluluktan kaçamaz. Kaleme ‘yaz’ denildiği dikkatiyle ve bizim de buradan başladığımızın bilincinde olmadan, bu özel bağı ve dikkati her zaman ve şartta göz önünde bulundurmadan yazdıklarımızın temel bağlam itibariyle bir ‘yazı’ ve ‘edebiyat’ olamayacağı aşikar. Bunu başaramadığımız sürece sayfanın başlığına çekeceğimiz bir edebiyat kavramı ne kadar iddialı ve albenili olursa olsun, bu iddialı kavramın altına da ne yazarsak yazalım, o metin hiçbir zaman bir ‘edebiyat metni’ olamaz. Eğer yazdığımız hakikatte bir ‘edebiyat’ ise biz onu bir biçimde tanımlamasak bile gerçek ilgilisi ve ehli olan her muhatap tarafından mutlaka ‘edebiyat’ olarak görülüp anlaşılacaktır; çünkü en temelde ve ontolojik bağlamı itibariyle o metin ‘edebiyat yazılmıştır.’ 

[email protected]