Edirne Köprüsü taştan

Mustafa İsen / Yazar
3.04.2020

Geniş bir bahçenin orasına burasına serpiştirilmiş devlet binaları. Resmi arabalar peş peşe birinin önünde duruyor ve takım elbiseli zevat ciddi yürüyüşlerle salondaki yerlerini alıyorlar.


Edirne Köprüsü taştan

Kültür ve Turizm Bakanlığının düzenlediği destinasyon toplantılarından biri. Amaç, şehrin önde gelen aktörlerine bölgenin turizm potansiyelini fark ettirmek ve buradan bir yatırım alanı oluşturmak. Orta yaşlarda bir adam, büyük bir heyecanla resmiyetin ötesine geçen bir içtenlikle bir şiirle başlıyor konuşmasına;

Bir yerde görürsen ki:

Ağır ve edalı akar,

dal dal söğütler öperek

samur üç belik gibi

üç koldan sular;

müjdeler olsun efendim:

Edirne’desin.

Şükürler olsun ki Edirne’deyiz.

Değerli Katılımcılar, tarihi arka planı olan kadim şehirler farklı ışıklara ve renklere sahip kaleydoskoplar gibidir, hangi rengi ya da özelliği seçerek anlatacağınızı şaşırırsınız. Edirne belki de bunların en dikkat çekici olanlarından biri. Sadece şair Nef’î’nin tabiriyle çok değerli bir hazineyi andıran şehri koruma görevi üstlenmiş üç ejderhaya benzetilen nehirlerini ya da onların üzerinde birer gerdanlık gibi kıvrılan taş köprülerini anlatmaya kalksanız ortaya birkaç yazı çıkar. Mimari eserlerinden söz edecek olsanız tek başına Selimiye birçok kitaba konu olmuş bir şaheserdir. Peki Eski Cami, Üçşerefeli, Muradiye ondan aşağı mı? Ya evliyası, rivayete göre Edirne erenleri ile Bağdat’ın ermişlerini saymışlar da her sayışta biri ötekinden bir fazla çıkmış. Osmanlı edebiyatının mihenk taşı şairlerini, ya da Edirne’yi konu alan şiirleri arkadaşlarımız koca koca kitaplarla ancak ifade edebildiler. En iyisi biz yine bir kronolojik anlatımla dile getirelim bu güzeller güzeli serhat şehrini.

O yakın yıllara kadar bir sınır şehri değildi. Zaten ne olduysa hudut şehri konumuna düşünce oldu.

Filibe’den pirinç nakli

Edirne, dünden bugüne daima önemli olarak tanımlanmış konumunu, İstanbul’u ve Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayan yol üzerinde yer almasına borçludur. Bu yol aynı zamanda sefer yolu olarak da kullanılıyordu. Ayrıca İstanbul ile bağlantının sağlandığı bir başka güzergâh da Edirne-Tekirdağ ve oradan deniz vasıtasıyla devlet merkezine ulaşan ticarî öneme sahip ulaşım imkanıydı. Buna Mısır, Ege adaları ve İzmir’in ticarî mallarını, yemişlerini ve hububatını gemilerle Enez’e getirilip, buradan küçük gemiler vasıtasıyla nehir yolu ile Edirne’ye ulaştıran deniz yolunu da eklemek gerekir. Bugün sadece adı kalmış olsa da Meriç Köprüsü yanındaki İskelebaşı, Edirne’nin limanı durumundaydı. Diğer taraftan Meriç yolu ile Filibe’den sallarla pirinç nakli yapılırdı.

Böylesine renkli ve zengin ulaşım yolları Edirne’yi önce iktisadi, sonra da çok önemli bir siyasi merkeze dönüştürdü. İstikrarlı bir yönetimle güvenlik sorunları da bertaraf edilince Edirne, Akdeniz’in, Ege’nin, Anadolu’nun ve bütün Balkanların rantını yiyen bir pazara dönüştü. Batılı tâcirlerin çeşitli cins kumaşları Edirne’ye gelir, buradan ipek, manda derisi, bal mumu ve yün alırlardı. Yün Edirne’ye Enez veya Marmara Ereğlisi’nden, ipek Tırnova’dan geliyordu. Bilhassa padişahların şehirde bulunduğu tarihlerde ticaret daha da canlılık kazanıyordu. Elbette bu tür şehirlerin olağan manzarası, Müslüman nüfus yanında Rumlar, Bulgarlar ve özellikle de Yahudilerden müteşekkil bir zengin karışım. Bu tablo sadece ticari hayatta değil, elbette mimaride de kendini gösterecektir.

Fetih için harekât üssü

Önemli coğrafi konumu dolayısıyla erken dönemlerden itibaren bir yerleşim merkezi olan şehir, II. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrianus (117-138) tarafından yeniden kurulunca onun adına izâfeten Hadrianopolis adını aldı. Biz ona Hadrianopolis’ten bozma Edirne dedik. 1361, yılında Orhan Gazi devrinde Osmanlıların eline geçti. Bundan sonra şehir, Rumeli’nin fethi için bir harekât üssü olarak kullanılmış, İstanbul’un kuşatma hazırlıkları buradan yapılmış ve İstanbul üzerine buradan yürünmüştür. II. Murad devrinde şehrin gelişmesi hız kazandı. Fatih Sultan Mehmet burada dünyaya geldi. II. Murad burada oğulları için muhteşem sünnet düğünleri tertip ettiği gibi Rumeli’deki faaliyetlerini de buradan yürüttü, elçileri yine bu şehirde kabul etti. İstanbul’un fethinden sonra da Edirne’nin önemi uzun süre devam etti. Nitekim II. Mehmed fethin ardından Balkanlar’daki faaliyetleri için burayı hareket üssü olarak kullanmış, ayrıca 1475 ilkbaharında oğulları Bayezid ve Mustafa’nın bir ay süren sünnet düğünlerini Ada çayırı (Ada içi) denilen Sarây-ı Cedîd bahçe ve koruluklarında yaptırmış, elçileri burada kabul etmişti.

Edirne, muhteşem sanat eserlerinin yapıldığı 16. ve onu izleyen 17. yüzyılda da âdeta ikinci bir başşehir olma özelliğini sürdürdü. I. Ahmed, II. Osman, IV. Murad ve IV. Mehmed av eğlenceleri münasebetiyle Edirne’de kaldılar ve böylece şehre duyulan ilgiyi arttırdılar. Bu olumlu faaliyetlerin yanında bazı kötü hadiseler de meydana geldi, ahşap ağırlıklı mimari dolayısıyla Osmanlı şehirlerinin belası yangınlar, 1745 yılında şehrin altmış mahallesini silip süpürdü, 1751’de ise bir büyük deprem şehri yerle bir etti.

19. yüzyıl bütün Balkanlar gibi onun kalbi sayılan Edirne için de felaket yılları oldu. Doksanüç harbi hayat damarlarını kestiği gibi şehre yığılan binlerce mülteci ile baş etmek zorunda kaldı. 1913’te Bulgarlar tarafından işgal edildiyse de kısa süre sonra geri alındı. I. Dünya Savaşı sonunda 1920’de Yunan işgaline uğradı, 1922’de kurtarıldı; Lozan Antlaşması ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir serhad şehri haline geldi.

Cennetin bekçisi

16. yüzyıldan itibaren gören herkesin hayranlıkla anlattığı Edirne, Avrupa İstanbul yolu üzerinde yer aldığı için pek çok Batılı seyyahın hatıratına konu olmuştur. 18. Yüzyılda yüz bini aşan nüfusuyla sadece Osmanlı ülkesinin değil, dünyanın önde gelen büyük şehirlerinden biriydi. Bölgenin sahip olduğu askeri, ticari, ekonomik, kültürel ve sosyal önemden dolayı devlet Edirne’de yoğun bir imar faaliyeti yürütmüş, Edirne, cami, mescit, zaviye, han, hamam, köprü, arasta gibi sosyal; mektep, medrese ve kütüphane gibi eğitim; kale, burç ve tabyalar gibi askeri yapılar inşa ederek şehri örnek bir merkez haline getirmişti. Başka şehirlerde de karşılaşılabilecek bu yapıların ötesinde bir başkent olması dolayısı ile Edirne, sarayı, hanedana ait av alanları, spor merkezleri ile de dikkat çeker. Şehirde hanedan mensupları yanında devlet ileri gelenlerinin de çok sayıda sarayı mevcuttu, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sarayı bunlardan sadece biridir. Evliya Çelebi Tunca Nehri kıyısında her birisinin dantel gibi işlenmiş kayıkhaneleriyle süslü çok sayıda yalıdan söz eder. Onun bu özelliğini Nef’î, cennetin bekçisi olan Rıdvan, Edirne’yi görse acaba hangisi daha güzel diye tereddüde düşer imgesiyle anlatır.

Böylesine zengin bir kültürel donatı sayesinde Edirne beşeri sermayemize de büyük katkılarda bulundu. Ahmed Badi Efendi bunların bir kısmını beş ciltlik bir büyük koleksiyonda anlatıyor. Rıdvan Canım, şairlerini, Müberra Gürgendereli Edirne’yi ele alan şiirleri kitap boyutunda çalışmalarıyla tanıttılar.

Şehrin küskün yılları

Ama şehrin bu renkli yapısı Balkan Harbiyle bozuldu. Şehir önce eşrafını kaybetti, sonra ticari canlılığını. Sınır yirmi kilometre ötesinden geçince bütün hayat alanları elden çıktı. Buna yılgın bir insan psikolojisini de eklerseniz tabloyu üç aşağı beş yukarı tahmin edebilirsiniz. Ben Edirne’yi ilk kez 1977 yılında gördüm. Şehrin küskün yıllarıydı. Cuma günü gittiğim Selimiye bahçesindeki şadırvanlardan su akmadığı için Çingene çocukları para karşılığı ibrikle su satıyorlardı, abdest almak isteyenlere. Oysa hep bir su cenneti olarak tanımlanmış Edirne’nin, 1421 yılında yapılan Eski camisinin musluklarından yapıldığı yıllarda soğuk ve sıcak su birlikte akıyordu. Yine bu ziyaretim sırasında fark ettim ki şimdi durumu dağınık da olsa buranın bir zamanlar şahin yuvası olduğu her halinden belli oluyordu. Şehrin bu durağan durumunun belki de tek faydası bir nüfus baskısına maruz kalmadığı için tarihi eserlerin ortadan kaldırılmamış olması. Şimdilerde bunlar teker teker onarılıyor ve her birisi yüzük taşı gibi Edirne’nin şanlı geçmişini bir kez daha hatırlatıyor.

Neyse ki şehir son yıllarda küreselleşmenin ve çevre ülkelerle ortaya çıkan yumuşamanın da etkisiyle yavaş yavaş eski konumuna doğru yol almaya başladı. Elbette daha yapılacak çok iş var. Ama bir açık müze görünümündeki tarihi mekanlar, emsalsiz abideler, binlerce hikayesiyle mimari eserler, bunları dile getirmiş inci tanesi değerindeki edebi örnekler, köprüler, müthiş bir gastronomi birikimi, Kırkpınar ve bunlara eklenecek daha neler nelerle Edirne ayağa kalkıyor.

Yeni İmaretli bir kız sevdim

Konuşmacı heyecanlı ifadelerini burada kesip bakışlarını kendisini dikkatle dinleyen topluluk üzerinde bir süre dolaştırdıktan sonra daha sakin bir sesle, “Buraya kadar anlattıklarım benim bu şehir hakkındaki resmi görüşlerimdi. Şimdi de şahsi görüşlerimi dile getireceğim” deyip daha duygusal bir tonda devam ediyor: Benim için Edirne’nin bir başka anlamı daha var. Yıllar önce yürüyüşünü Tunca’nın nazlı ve narin akışından, gözlerini yine bu nehrin suyunun yeşile çalan renginden alan, boyu onun kenarlarında yetişen ince ve narin söğüt dallarını andıran Yeni İmaretli bir kızı sevdim. O yüzden bu şehre bakışım bambaşka ve sevgi dolu”.

Konuşmacı böyle deyip susuyor.

Bir anda pür dikkat kesilen dinleyenler birbirine bakıyor ya da soruyor. Peki sonra ne olmuş, kimmiş o kız?

[email protected]