Egemenliğin kaynağı olarak siyaset

Selamet İlday / Türkiye İnsan Hakları Kurulu Üyesi (Yargıtay Onursal Üyesi)
25.01.2014

Atatürk, “...milli irade her şeyin üstündedir...” diyerek milli iradeyi Cumhuriyetin temeline koymuştur. 20 Ocak 1921 ve 20 Nisan 1924 tarihli Anayasalarda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi benimsenmiş devlet bu temel üzerine kurulmuştur.


Egemenliğin kaynağı olarak siyaset

1924 Anayasası’nın 3. maddesinde bu hükme yer verildikten sonra 4. maddede “Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.” prensibi getirilmiştir. 1961 darbe Anayasasına kadar bu hüküm korunmuştur. 1961 Anayasasının 4. maddesi ve yine 1982 darbe Anayasasının 6. Maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” hükmünden sonra “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” hükmüyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, milleti temsil etme ve egemenlik hakkını millet adına kullanma yetkisi elinden alınmıştır. Buna bağlı olarak da egemenlik gerçek sahibi olan milletin elinden de alınmış olmuştur. Ayrıca kavram ve yetki karmaşası yaratacak biçimde düzenleme yapılmıştır. “Yetkili Organlar” kavramından ne kastedildiği yapılan düzenlemede açıkça belirlenmemiş, adeta kurumlar yetki budalalığına sapacak biçimde “yetki bende” yarışına girmiştir. Türkiye bu Anayasa hükmünden yeni bir düzenlemeyle kurtulmalı Cumhuriyet kurulurken esas alındığı gibi hakimiyet gerçek sahibine verilmelidir.

Esasen, egemenliği millete vermek, kuvvetler ayrılığı ilkesini reddetmek anlamına gelmez. Anayasanın 6. maddesinden sonra gelmek üzere kuvvetler ayrılığı ilkesi; Anayasamızın 7. maddesinde “yasama”, 8. maddesinde “yürütme” ve 9. maddesinde “yargı” yetkisi olarak düzenlenmiştir. 

Ayrıca, Anayasanın üçüncü kısmında, Cumhuriyetin Temel Organları başlığı altında, birinci bölümde yasama (75-100. md), ikinci bölümde yürütme (101-137.md) ve üçüncü bölümde yargı organları (138-160. md)  yerini almıştır.

“...Hauriou’ya göre, kuvvetler ayrılığı siyasal bir prensip olup ancak siyasal faaliyetlerde uygulanabilir. Yargı kuvveti ve fonksiyonu ise siyasal faaliyetlerin tamamen dışında bir nitelik taşımaktadır. Şu halde yargıyı yasama ve yürütme gibi siyasal kuvvet ve organlar alanında incelemek ve bir üçüncü kuvvet saymak, yargının siyasal olmayan niteliğini inkar etmektir...” (Prof. Dr. Bülent Daver, Siyaset Bilimine Giriş, Doğan Yayınevi, Ankara, 1969, shf: 193- Prof. Dr. A. Fuat Başgil, Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri adlı kitabına atıf)

Terminoloji olarak bakıldığında; Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın derlediği Hattı Humayun’lar arasında yer alan bir fermanda “siyasetin” idam cezası anlamına geldiğini, infaz yerlerine de “siyasetgah” denildiğini, Topkapı sarayında bir çeşmenin de “siyaset çeşmesi” olarak anıldığını biliyoruz. Derlenen bu fermanlarda “...siyaset olmayınca halkı alem ıslah olmaz...” denilmiş, “siyaseten” hesabının görüldüğünden söz edilmiştir. Ünlü halk şairi Pir Sultan Abdal bir şiirinde;

“Hızır Paşa bizi berdar etmeden/Açılın kapılar şaha gidelim/Siyaset günleri gelip yetmeden/Açılın kapılar şaha gidelim” şiirinde “siyaset” kelimesini idam anlamında kullanmıştır.

Batı dillerinde siyasetin karşılığının “politika” olduğunu biliyoruz. Bugün artık siyaset sözü idam anlamında değil, ülkemizde politika kelimesiyle eş anlamda kullanılmaktadır.

Siyasal bilimde, siyaset terimi kısaca; ülke, devlet ve insan yönetimi olarak tanımlanmaktadır. Siyasal hayat ise; milli irade tarafından kabul edilen otoriteye, meşru iktidara dayanan faaliyetler bütünü olarak tarif edilmektedir. Siyaset, bir anlamda devlet ve vatandaşlar arasındaki ilişkilerin yürütülmesidir. 

Siyasi partiler ve lider

Siyasi parti; programını uygulamak, üyelerini iktidara getirmek ve hükümetin kontrolünü sağlamak amacıyla kurulan ve çalışan organize bir insan topluluğudur.

Siyasi partiler ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.

İnsanlar siyasi partilere; partinin savunduğu fikirleri ve prensipleri benimsediklerinden, partinin başındaki lideri beğendiklerinden, ekonomik sebeplerden, siyasal iktidarı etkileme isteğinden, dini ve mezhebi inançtan, coğrafi bölge bağlılığından, ailevi gelenekten dolayı bağlanır veya katılır. 

Siyasi parti liderlerinde aranan vasıflar; ahlaklı ve faziletli olmak, iktidarı elde etme ve tutmada ustalık, genel kültür sahibi olmak, ileriyi görebilmek, gerçekçi olmak, politikayı sevmek ve riski göze almak olarak sıralanabilir.

Son söz ve milli irade

Demokrasilerde meşruiyetin kaynağı seçimlerdir. Seçimlerle belirlenen halk iradesi bir iktidarın meşruiyetini sağlar.

Dokuzyüz yıldır bu ülkede devlet vardır. Ancak, iktidar ilk defa 14 Mayıs 1950 seçimlerinde millet iradesiyle kansız, kavgasız ve oy pusulasıyla değişmiştir. Bu bir devrimdir, bundan taviz verilemez. Halkı üstün irade saymamız, onun üstüne çıkacak herhangi bir unsur ve makam aramamamız gerekir.

Tek bir güdüyle, tek bir itici güçle harekete geçebilecek organize azınlıklara dağınık, örgütlenmemiş çoğunluğu yönetme imkanı tanınmamalı, bu gibi örgütlenmiş azınlıkların siyasi partileri ele geçirme ihtimalleri gözden uzak tutulmamalıdır.

Açık rejimin bulunduğu ülkelerde siyasi hesaplaşmalar, siyasi partiler tarafından yapılır. Neticesi sandıkta görülür. Yetki, milli iradenin tecelli ettiği seçimle alınır. Millet sorumluluğu dilediğine verir ve gerektiğinde alır. Milli iradeye dayanmadan yetki kullanmaya kalkma seçimle iktidara gelmiş hükümetin iradesine müdahale ve yetki gaspıdır.

Siyasete giren ve özellikle lider olan kişiler, riski göze alanlardır. Politikayla uğraşanların başarılı olmaları riskleri göze almalarına bağlıdır. Riski başkasını üzerine atıp devlet idaresine karışmak kolaycılıktır. Buna, kenarda oturup ortada yemek denir.

Bu günlerde bazı çevrelerce Makyavel’e izafe edilen “...amaca ulaşmak için her araç mubahtır...” şeklinde özetlenen durum öne çıkarılmaktadır. Oysa, bu görüşün aksi olan “...ahlaki amaçlara ulaşmak için yine ahlaki araçlar kullanılmalıdır...” görüşüne itibar edilmelidir. Milli iradeden güç ve kuvvet alan meşru ve hukuki zeminden ayrılmamalıdır.

Ülkede moral çöküntüsü, karamsarlık doğduğu, halkın bir kısmının diğerini anlamaz hale geldiği zamanlarda yapılacak iş millete gitmek olmalıdır. Millete gitmenin doğacak kaos ortamına göre külfeti pek azdır. Bunalımları millete çözdürmek gerekir. Hakkın sahibi olan millet ülkenin yönetiminde daha çok hisse sahibi olmalıdır. Türkiye, milletin yüksek iradesine dayanan çoğulcu rejimi yürütebilmeli, selameti orada aramalıdır.