Eğitim şart ama neden?

Prof. Dr. Süleyman Yılmaz / ASÜ Eğitim Fakültesi Dekanı
25.01.2014

Geleceğimizi teminat altına almak istiyorsak, iyi bir neslin yetişmesine öncülük etmemiz gerekir. Eğitimde fedakârlık, özveri, vicdani ölçüleri her şeyin üstünde tutmalıyız. Aksi halde hamasetten, havanda su dövmekten öteye geçemeyiz.


Eğitim şart ama neden?

Sosyal çevremizde insanların sergilediği olumsuz davranışlarla ve karşılaşılan sorunlarla ilgili zaman zaman ağızlarda pelesenk olan bir söz yankılanır; Eğitim şart! Aslında bu sözün orijinali bilenle bilmeyenin eşit olmadığını tescillemek için üstünlük anlamında olması gerekirdi. Başarılı olmak için, toplumda yer edinmek ve konumunda üstün olmak için; eğitim şart şeklinde olmalıydı. 

Eğitimde esas olan bireyde olumlu davranışlar geliştirme ve pozitif değişimi sağlamadır. Eğitimle ilgili sürecimiz aile ocağımızda başlar, ilk ve esaslı öğretmenimiz anne-babamızdır. Bu süreç, eğitim kurumlarında biraz daha formel ve akademik boyut kazanır. Öğretmenlerin ellerine verilen ve yoğrularak şekillendirilmesi istenilen öğrenciler, hem geleceğe bilgi donanımıyla, hem de sosyal hayata toplumun bir bireyi olarak hazırlanır. Thomas Addison’ın deyimiyle; bir heykeltıraş için mermer ne ise, öğretmen için de öğrenci odur. 

Eğitim ile öğretim iç içe geçmiş, adeta etle-kemik gibi bütünleşmiş kavramlardır. Öğretim bilgi birikimini amaçlarken, eğitim bu bilgiyi en uygun şekilde uygulamayı ve davranış geliştirmeyi hedefler. Eğitim-öğretimin ileri etabı yüksek öğretimle devam eder. Yüksek öğretim mesleki anlamda hayata hazırlanmayı ve ihtisas sahibi olmayı gerektirir. Öğretmen yetiştiren bir kurum olarak Eğitim Fakülteleri yetiştirdiği öğretmen adaylarına mesleki bilgi birikiminin yanı sıra sosyal hayata, toplumsal dayanışmaya önderlik edecek davranış kalıplarını da vermeyi hedefler. Bu açıdan yetiştirdiği öğretmen adaylarında mesleki temel bilgiler ve yeterlikle birlikte, sosyal, kültürel, edebi, felsefi, sanat ve estetik derinlik kazandırma misyonunu taşır. 

Bilginin efendisi olmak

Sokrates göre sadece bir tane iyi vardır; bilgi ve sadece bir tane kötü vardır; cehalet. Bilgi insan için bir özgüven unsuru bir güç olduğundan ona sahip olanlar hatırı sayılan insanlar olmuş ve ilmin izzetiyle toplumlarda kabul görmüştür. Yeni öğrenmeler ve bilgi zenginliği için neyi bildiğimizin veya neyi bilmediğimizin farkında olmamız gerekiyor. Bilgi hazinesine yaklaştıkça o zaman ancak eksiklerimizin farkına varabiliriz. Konfüçyüs; bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim, öğretmeyi seviyorum ve öğrenmeye çalışıyorum diyerek, bu hazinenin derinliğine ve sürekliliğine işaret eder. Kaynağını ilahi kaynaklardan alan “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” atasözü bilginin esaslı bir güç, bir farkındalık olduğunu vurgulamaktadır. “Yapan bilir, bilen konuşur” sözü de bunu destekleyen bir sözdür. Bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmek gerekir, gerekirse Çin’de dahi olsa gitmek gerekir. Honore de Balzac “Bilginin efendisi olmak için çalışmanın kölesi olmak gerekir” diyerek, emeksiz yemek olmayacağına işaret eder. 

Bir toplumun medeni dünyada yer alabilmesi ancak sağlıklı, kararlı bir bilgi ve düşünce sistemine sahip olmasıyla mümkündür. Bilim ve teknolojide deneme yanılmalar ne kadar önemliyse, bu bilgi ve düşünce sisteminde de hayatı sorgulama o kadar önemlidir. John Dewey, bir uygarlığın geleceğini, bilimsel düşünme alışkanlığının yayılmasına ve derinleşmesine bağlar. Sosyal hayatı, çevresinde olup-biteni, gelişmeleri sorgulayan, geleceğini kurgulayan bireyler, beraberinde başarıyı göğüsleyen bireylerdir. Bu bireyler, kendisini, taşıdığı niteliği ve bilgi derinliğini iyi bilirler. Bu bağlamda; eğitim-öğretimin temel çıktısı olan bilgi hususunda Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Bu nice okumaktır.” mısrası sosyolojik ve ontolojik yönüyle birlikte, felsefi bir derinliği de içermektedir. Yani okumanın, bilgi edinmenin anlamı, önce kendini tanımak, sonra çevreyi tanımak ve bunlarla birbiri arasında ilişkiyi, korelâsyonu ve mukayeseyi kurmaktan geçer. Aksi halde bilginin yük olduğu hamallıktan öte gidemez. Faydasız ilimden Allah’a sığınırım derken, kastedilen mana da bu olsa gerekir. 

Mevcut eğitim sistemimiz, bilgiyi öğrenciye kazandırırken teorikte sorgulatmayı, araştırmayı, incelemeyi, sebep sonuç ilişkisi kurmayı öngörürken bu kazanım maalesef pratikte yerini bulmuyor ve bilgiye ulaşım aktarımdan öte gidemiyor. Bu çerçevede yetişen öğrencilerimizi yakından incelememiz gerekmektedir. Öğrenilenler, elde edilen kazanımlar gerçek hayatta yerini bulmuyorsa, amacına ve ruhuna dönük bir işlev kazanmamış oluyor. Bu sebepten dolayı okul öncesi, ilkokul, ortaokulda öğretmenlerimize ve yüksek öğretimde ise özellikle Eğitim fakültesi öğretim elemanlarına bilginin sağlanması, uygulanması, dimağlarda yaşatılması açısından, rol modellik ve sürekliliği açısından büyük yükümlülükler düşmektedir. Vicdanla cüzdanın mukayese yapıldığı ortamda, eğer insan eğitiminde vicdandan yana kullanılamayacaksa, eğitimde özveri, fedakârlık, mesleki kutsallık yerini sıradanlığa, usulenliğe ve nemelazımcılığa bırakır ki, bu durum bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketin göstergesi olur. Mevcut eğitim göstergemizde, çeşitli etkenlerle zaman zaman bu ironilere şahit olmaktayız. Teknolojinin zaman çalması açısından öğrencilerin başına açtığı, kitaptan uzak kalma, kendini toplumdan soyutlama, sanal ortama mahkûm oma gibi olumsuz eğilimlere öğretmen unsurunun maddi kaygıları da eklenirse, kaybolan bir neslin, üretmenin akim kaldığı, bilinçsiz tüketimin doruk yaptığı bir geleceğin olması artık yakındır. Bu ince sınırın iksiri öğretmende gizlidir. Öğretmen öncelikle mesleğini sevmeli, kendini yenilemeli, mesleki tatmini en üst perdeden yaşamalıdır. Yanmayan yakamaz, sözü kabilince bir şeyler verebilmesi için önce kendisinin doyuma ulaşması ve bilgiyi paylaşma hazzını yaşaması gerekir. Bu paylaşımın metodunu bilmesi, mum gibi kendisi adeta erise de aydınlattığı ortamın, dünyaların kendisi için ne anlam ifade ettiğini hissetmesi gerekir. 

Vicdani ilkeler

Bir diğer önemli unsur ise eğitim sürecine senkronize olarak, kaybolmaya yüz tutan değerlerin yeniden güncellenmesidir. Eğitim sisteminin belirlenen müfredatını aksatmamak şartıyla, yeni neslin değerleriyle barışık olmasının sağlanması göz ardı edilmemelidir. Bu anlamda anaokulundan, ilkokula, ortaokula ve liseye kadar davranış kalıpları geliştirmek, çevreye, topluma ve dünyaya duyarlı bireyler yetiştirmek bir eğitim sürecinin temel çıktılarındandır. Değerler eğitiminin mevcut eğitim sisteminde kısmı uygulamaları olmakla birlikte, uygulamadaki zorluklar nedeniyle genel amacı karşılayamamaktadır. Daha sistematik değişikliklerle uygulanan müfredata paralel olarak belirlenmiş konu başlıkları eşzamanlı olarak değerlendirilebilir. 

Sonuç olarak, geleceğimizi teminat altına almak istiyorsak, iyi bir neslin yetişmesine öncülük yapmamız gerekir. Eğitimde; fedakârlık, özveri, vicdani ölçüleri her şeyin üstünde tutmamız gerekir. Aksi halde hamaset yapmaktan, havanda su dövmekten öteye geçemeyiz…

[email protected]