Ehliyet, liyakat ve sadakat

Celal Tahir
24.09.2017


Ehliyet, liyakat ve sadakat
Kadim bir Anadolu deyişidir. Ağaç demiş ki baltaya “Sen beni kesemezdin ama sapın benden. Ölen ben, öldüren benden.
 
Uzun zamandır modern Batı uygarlığı Osmanlı’ya ve onun sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bu düsturu uygulamakta oldukça mahirdir. En son FETÖ bunun bir örneği olarak kabul edilebilir. Hakikaten ortaya çıkan bu durum oldukça düşündürücüdür. Burada önemli olan bu baltalara bu ağaçlardan bu sapların nasıl bulunulabildiğidir. Ahmet Emin Yalman 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerden kaçıp İstanbul’a sığınan Alman-Musevi bilim adamlarından Prof. Andreas Schwarz’a, ayrılmadan önce Türkiye’de neler gördüğünü sorar. Schwarz şu cevabı verir: Türk milleti bünyesinde esaslı ve korkunç bir hastalık var. Türkiye’de iyi niyetli, temiz içli, dürüst aydınları yok etmek, yollarını kesmek, kendilerini bıktırıp kaçırmak için devamlı ve insafsız bir kıyım devam ediyor. Gerçek demokrasinin tabii amacı, en iyileri bulup üste çıkarmak, kendilerine serbestçe çalışmak ve kalkınma yaratmak için yetki ve imkân vermek olduğu halde, Türkiye’de kötü bir seçme ve ayırma sistemi hâkimdir. Yeni ve üstün değerler sürekli yok edilir, orta ve düşükler, sivrilmenin ve başa yükselmenin yolunu bulur. 
 
Burada bugüne dair söylenmesi gereken, kamuya eleman alımında gözetilmesi gereken şey ehliyet liyakat ve sadakat olduğudur. Bilinip söylenmesine rağmen bu noktadan uzaklaştığımız açıktır. Sadece son dönemin bir sorunu olmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak-Parti hükümeti Yeni Türkiye’yi inşa ederken, bu ilkeyi de yerleştirmek durumundadır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz’in hicret sırasında kılavuzunun müşrik ama mert ve güvenilir olan Abdullah b. Uraykıt olduğunu hatırlatmak yeterince izah edicidir. Bugün de devlete alınacak kişiler işinin ehli ve devlete sadık olmalıdır.
 
Ehliyet, liyakat ve sadakat meselesinin dikkatle irdelenmesi gereken iki yönü vardır. Sadakat açısından esas olan, kişinin bir başka devlet ve istihbarat örgütüyle ilişkisi olmamasıdır. Kişinin cemaati, dini, mezhebi değildir esas olan. Bu mesele bu şekilde ele alınmadığında, sadakat ile dalkavukluk birbirine karışır. Bu durumda kişilik erozyonuna uğramış çok kimse hak etmediği makam ve mevkileri işgal eder. Esasen bir harekette sadakat, hareketin prensiplerini ve hedeflerini tahakkuk ettirmek için gerekli olan meziyettir. Dalkavukluk ise liderin şahsına doğrudan ve kayıtsız-şartsız tâbi olmadır. Bu vaziyette kişilerin lidere olan bağlılıkları hareketin hedeflerini gerçekleştirmeye daha az hizmet edebilir. Ve lidere böyle bağlılık, hareketin prensiplerini tahakkuk ettirme noktasında da bir aşınmaya ve çözülmeye sebebiyet verebilir. Bazen de dalkavukluk, bazı kişi ve grupların lideri manivela olarak kullanıp, tasarrufta bulunmaya çalışmalarının ince bir maskesi olabilir.
 
Kişi halinin cahili değildir
 
Ancak meselenin kişisel ve ahlaki boyutunun haricinde önemli bir yönü daha vardır. Bu şekilde hak etmedikleri yerleri işgal eden ve ahlaken de giderek erozyona uğrayan kişiler, bir organize yapıya dâhil olsun ya da olmasın mevcut pozisyonlarını sürdürmek uğruna hemen her şeyi yapacaktır. Ayrıca bazen birden fazla yapıyla gevşek ilişkiler kuranlar ve akrabalık-arkadaşlık ilişkilerini kullananlar da hesaba katılmalıdır. Tüm bunlar çoğu zaman hak etmedikleri makam ve mevkileri işgal edecek ve kalite düşecektir. Bu kişilerse, ‘kişi halinin cahili değildir’ prensibi uyarınca kendilerini bilmektedir. İşgal ettikleri makam ve mevkileri korumak gayesiyle prensipsiz davranarak kişiliksizleştirmeyi sürdürürler. Herhangi bir yabancı operasyonun istinat noktaları, aletleri, maşaları haline gelmeye de müsaittirler. Çünkü zaten hak etmedikleri bir pozisyonda oldukları için, üç ay sonrasında bulundukları koltukları-pozisyonları koruyup koruyamayacaklarından dahi emin değildirler ve bu sebeple gayet endişelidirler. Dolayısıyla bu kişiler ile uygun usuller ile irtibat kurulduğunda memleket açısından son derece riskli operasyonlara da dâhil edilebilirler, edilirler. Ki bu kişilerin bazen hangi operasyonun ne derece ve hangi fonksiyonda içinde yer aldıklarından haberleri dahi olmaz.  Ehliyet ve liyakat prensibinden uzaklaşılmasının memleket, devlet ve millet açısından en vahim neticelerinden birisi de budur. Bir diğeri de, bazen Masonların, bazen FETÖ yahut daha başka organize ve konspiratif yapıların, elemanlarını kamuda rahatlıkla istihdam edebilmesidir. Zaten Türkiye’de devlet çok çeşitli ideolojik gruplar tarafından ele geçirilecek bir yapı olarak telakki edilmiştir/edilmektedir. Sol zaten devrimci dolayısıyla yıkıcı bir zihniyete ve hatt-ı harekete sahiptir. Diğer yandan bu mesele “İslamcı çevrelerdeki evvelde burası darül harb midir, darül İslam mıdır?  Cuma namazı kılınır mı, kılınmaz mı?” münazaralarıyla da irtibatlıdır. Bir yönüyle oldukça manasız görünen bu münakaşalar esasen devleti ele geçirme ve bunun için her türlü yolu mubah-meşru görme zihniyetinin Türkiye İslamcılığındaki arka planını açıklar. Ülke ‘Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı tartışmalı olan bir ülke’ olduğu vakit devleti ele geçirmek için her türlü usulsüzlük, usul halini alabilmektedir. Bu kavramların belirlediği hareket hattı,  mensuplarının hayatı ve hadiseleri İslamcılığın ideolojik merceğinden kırıldığı haliyle algıladıkları ve kavradıkları için ortaya çıkmıştır. Devlete ve Türkiye’ye karşı bu bakış açısının terk edilmesi için esas itibariyle İslamcılığın bu ideolojik yapısı üzerine düşünülmesi gerekir. Esasen AK-Parti iktidarında bu noktada önemli ölçüde mesafe alınmıştır; ancak en son ortaya çıkan FETÖ grubu ve 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber bu noktanın derinlemesine gözden geçirilmesi ve devlete karşı bu bakışın değiş(tiril)mesi gerekmektedir.
 
Toplumsal barış için...
 
Ehliyet ve liyakati devlet ve hükümet hayatında prensip edinmek, adaleti tahakkuk ettiren en önemli hususlardandır. Bu böyle olduğunda toplumda genel olarak insanların hak ettikleri durum, pozisyon ve vazifelere gelmeleri-getirilmeleri noktasında isabetli davranıldığı kanaati yerleşir. Dolayısıyla toplumun kahir ekseriyetinde devletin adalet ile idare ettiği duygu ve düşüncesi oluşur, pekişir. Buna bağlı olarak toplumun çeşitli siyasal, sosyal, kültürel, etnik, dini kümeleri toplum ve devlet hayatında yer ve temsil edilir. Bu da zaten adaletin tahakkuk ettiğinin bir başka ölçüsü ve tezahürüdür. Osmanlı son dönemlerine kadar bu prensibi gayet iyi uygular. Üç kıta ve yedi iklimde, 72 milletin harekât ve sekenâtını adalet ve ustalıkla sevk ve idare edebilmesinin sırlarından biri de budur. Aslında bu sır da değildir. Osmanlı’da bir takım devlet işlerinin bir nevi bir sektör gibi bazı siyasal, dini, etnik gruplara tahsis edilmiş gibi gözükmesi de bu anlattıklarımızla irtibatlıdır ve açıklayıcı niteliktedir. Çünkü genel olarak bu gruplar işlerinin ehlidir. Osmanlı bunu iyi uyguladığı için imparatorluk olmuştur. İmparatorluk olduğu için bunu uygulamış değildir. Tarihî ve mantıkî olarak doğru ifade budur. 
 
 Ayrıca ehliyet ve liyakati devlet ve hükümet hayatında prensip edinmek devletin devamlılığı ve bekası açışımdan da elzemdir. Yani işler ehline emanet edildiğinde, devletin, memleketin ve toplumun gelişme hızı ve ivmesi de ciddi ölçüde artacaktır. Çünkü çeşitli grupların devlet hayatında temsilinin bir diğer neticesi, toplumsal barışın gerçekleşmesidir. Memnuniyetsizlik hali oldukça zayıflayacağı için bir sinerji ve matematiksel olarak hesaplanamayacak bir enerji oluşur. Bu durumda Türkiye’ye dönük karanlık operasyonların dayanabileceği zemin ciddi ölçüde zayıflar.