Ejder - Yaşlı Kurt ve hizmetçileri

Ali Sali/Yazar
9.03.2014

Yaşlı Kurt adlandırması medyanın kahir ekseriyetini oluşturan kesimine vaziyet eden kişi için kullanıyor. Medyanın yüzde 90’ı eski Türkiye sevdalılarının ya elinde, ya denetiminde, ya da etki alanında. 80 küsur yıl Türkiye’yi yöneten üst yapının medyadan sorumlu büyük işadamı için kullanılıyor Yaşlı Kurt tabiri.


Ejder - Yaşlı Kurt ve hizmetçileri

Öyle dolandırmaya falan gerek yok, kitabın ortasından başlayalım meseleye! Kitabın ortasından başlayalım, ama ‘teorik’ ve süslü cümlelerden uzak durarak yapalım bu işi. Hani Lyotard, posmodernizmi anlatırken “büyük anlatılar”ın olmadığı bir durum olarak takdim eder ya postmodernizmi. Türkiye, bu teorinin yanlışlanabilirliğinin en açık örneğini oluşturuyor. Türkiye “büyük anlatılar”ın halen kendine yer bulabildiği bir ülke. “İslâmcılık” halen bir büyük anlatı, “derin devlet” halen bir büyük anlatı. Hatta “gibi olma” halen bir büyük anlatı. Bu yazıda esas olarak 17 Aralık’ta teşebbüs edilen darbe girişimi ve bu teşebbüste Yaşlı Kurt’un yönlendirdiği medyanın yapıp etmelerini “teorik ahkâmlar” kesmeden izah etmeye çalışacağız. Özellikle de Yaşlı Kurt’un da patronu olan Ejder’in hizmetçilerinin halini izah edebilirsek kendimizi talihli addedeceğiz!

Avni Özgürel (Allah basiretini açsın, ferasetini daim etsin), 13 Aralık tarihinde Radikal gazetesinde bir yazı yayınladı. Yazıyı teşrih masasına yatırmayacağım için yazıda ele alınan konuların ayrıntılarına girecek değilim. Yayınlanan yazıdan bahsetmem yazıya başlık olarak da yansıttığım meseleye değinen ender yazılardan biri olmasından kaynaklanıyor. Avni Özgürel o yazıda “Ejder”e atıfta bulundu. Ejder’in Gezi olaylarıyla birlikte yeni ittifaklar içine girdiğinden, Ankara’ya kadar gidip Başbakan’a “Bundan sonra sadece sosyal sorumluluk projelerinde rol alacağım” sözünü vermesine rağmen, ortaya çıkan yeni tablo ile birlikte piyasaya girdiğine dikkat çekilmişti Radikal gazetesindeki yazıda. O yazıdan bahsetmemin ikinci sebebi de zaten o yazının hemen akabinde, yani 17 Aralık’ta hükümete karşı bir darbe teşebbüsünün sahneye konulmasıdır. Özgürel, daha önce de Ejder’li yazılar yazmıştı Radikal gazetesinde.

Başlangıçta bazı konulara açıklık getirmekte yarar var:

Bir Numara’nın peşinde

Her şeyden önce Ejder denilen kim? Bunu biraz tarif etmek gerekiyor. Ejder adlandırmasını Avni Özgürel yapıyor. Bu adlandırmayla tarif etmeye çalıştığı şahsa Ergenekon - Balyoz operasyonları ve davaları sırasında ittifakla Bir Numara denildi. Bir Numara, bazı kalem sahibi kişilerin ısrarla bize kabul ettirmeye çalıştığı gibi bir asker asla değil, hele ki emekli Genelkurmay Başkanları arasında yer alan Hüseyin Kıvrıkoğlu hiç değil. Üstelik Bir Numara denilen zatla ilgili adlandırma da 2006 yılının ikinci yarısında yapılan bir adlandırma. Özgürel’in Ejder, kahir ekseriyetin ise Bir Numara dediği zat büyük, hem de çok büyük işadamlarımızdan biri. Her ne kadar bu yazıda Özgürel’in adlandırmasını kullanacak olsam da biz buna daha çok, Türkiye’ye 80 küsur yıl yöneten üst yapıyı oluşturan Baronlar Konseyinin tepe noktasındaki büyük işadamı demeyi tercih ediyoruz. Bu üst yapının Türkiye’yi yönetme ayrıcalığının 2006 yılının ortalarında sona erdirildiği kanaati yaygın bir kanaat. Bundan sonradır ki ancak Ergenekon - Balyoz vb operasyonlar yapılmış, davalar açılmıştır. Bu operasyonlar ve davalar vasıtasıyla Türkiye’de derin devletin tasfiye edildiği algısı maalesef, Yaşlı Kurt’un idaresindeki medya tarafından oluşturulmuştur. Bu algının aslında neye tekabül ettiğine yazının ilerleyen kısımlarında değineceğiz.

İkinci bir noktaya daha işaret edelim:

Avni Özgürel’in Gezi Olaylarıyla birlikte yeni ittifak dediği aslında çok daha eskilere dayanıyor. İttifak tarihinin 1984 olduğu ilgililerinin bildiği meşhur bir sır. Üstelik 2012 yılı sonbaharında okyanus ötesinde Ejder’in başkanlığında yapılan toplantılarda 2013 yılında maruz kalınan eylem kararlarının alındığı, 2013 yılı Şubat ayının ikinci yarısında yine Ejder’in başkanlığında İstanbul’da yapılan toplantıya 30 civarında büyük işadamının katıldığı da ilgili herkesin bildiği meşhur sırlardan ikisi. Başbakan’ın Mayıs ayında yaptığı ABD gezisi öncesinde Ejder’in talimatıyla, fakat bu defa Ejder’siz yine okyanus ötesinde yapılan toplantı da meşhur sırlardan birisi.

Başlığa çıkarttığımız Yaşlı Kurt meselesine değinip geçelim isterseniz. Yaşlı Kurt adlandırmasını Celal Kazdağlı - Alper Tan - Tamer Korkmaz - Tevfik Diker medyanın kahir ekseriyetini oluşturan kesimine vaziyet eden kişi için kullanıyor. Adını andığımız gazeteciler bu adlandırmayı bir başka adlandırmayla birlikte kullanıyor: Kurtlar Medyası. Bu da Mustafa Karaalioğlu’na göre yüzde 75 - 80’inin eski Türkiye yanlılarının elinde olduğu bir medya blokuna işaret ediyor. Ben belki de abartmayı sevdiğim için bu oranın yüzde 90 olduğunu söylüyorum genellikle. Yani medyanın yüzde 90’ı eski Türkiye sevdalılarının ya elinde, ya denetiminde, ya da etki alanında. Çok yüzeysel olarak şunu söyleyebiliriz: 80 küsur yıl Türkiye’yi yöneten üst yapının medyadan sorumlu büyük işadamı için kullanılıyor Yaşlı Kurt tabiri. Meseleyi fazla detaylandırmadan burada keselim. Bunlar şimdilik burada dursun hele.

Fazla detaylandırmadan Ergenekon - Balyoz davalarına da değinip geçelim:

Ergenekon - Balyoz operasyonları dallandı budaklandı ve sayısı oldukça kabarık iddianameler üzerinden yargılamalar yapıldı. Hatta yargılamaların bir kısmında neredeyse yarı yolun geçildiği tarih olan 12 Haziran seçimleri arifesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın devletin tepe noktasındaki biri olarak ifade ettiği haliyle Türkiye bu davalarla bağırsaklarını temizliyordu. Biliyorsunuz Balyoz davası Yargıtay tarafından da onanarak kesinleşti. Ergenekon davasında ise yargılamalar bitti ve Yargıtay’da temyiz aşamasında. Yargıtay aşaması tamamlanmadığı için henüz kesinleşmiş değil. Her iki davanın da maznunlarına operasyonlar düzenlenirken ısrarla Türkiye’de derin devletin tasfiye edildiği, çünkü bu davaya konu örgütün derin devlet olduğu algısı üzerinde çok çalışıldı. Oysa derin devlet dedikleri, ya da her neyse o adlandırmayla tavsif edilen şey başka bir şeydi. Muhtemelen ısrarla bu algı üzerinde çalışılması derin devlet denilen şey her ne ise onu perdelemek için yapılmıştı.

Bunun de ayrıntısına girmeden Başbakan Erdoğan’ın bağırsakların temizlenmesini gündeme getirmesine dönelim! Bağırsakların temizlenmesi aynı zamanda bedenin “necaset”ten temizlenmesidir de. “Necaset”ten taharet, bir kısmını da olsa tevarüs edebildiğimiz kadim kültürümüzün temel kavramlarından biridir.

‘Necaset’ten taharet derken, çocukluğunda Kur’an okumak / öğrenmek için Kur’an kursuna gidenlerin, kursa gidemeseler bile Kur’an öğrenmek için cami imamlarının önünde diz çökenlerin hemen hatırlayacağı bir bilgi alanından söz ediyorum aslında. Dini alana ait bilgilerin öğretildiği yaşlar ve öğretme biçimi olarak da hemen hatırlanacak olan bu bilgi alanını sadece hatırlatıp geçeceğim. Kadim kültürümüze ait birtakım kavramları çocuklukta gittiğimiz kurs benzeri bazı mekânlarda edindik. “Necasetten taharet” kavramı da çocuklukta öğrenebildiğimiz kavramlardan biri. Hem ‘necaset’i, dolayısıyla ‘necaset’in uzak durulması gereken bir şey olduğunu, eğer bir biçimde bulaşırsa derhal kurtulunması ve temizlenilmesi gereken bir şey olduğunu bu mekânlarda edindik. Hem de ‘taharet’ kavramının başta insan olmak üzere, insan ve çevresindeki eşyaların eğer ‘necaset’ bulaşmışsa temizlenmesini, temiz olmayı içerdiğini öğrendik. Bu mekânların bilgi edinmedeki önemi ve bilgiyi edinirken izlenen yöntemin ne derece asli bir değere sahip olduğunu hatırlatıp geçelim.

Bazı “muhafazakâr” ve “Müslüman” şahısların kaleme aldığı, günümüz meselelerine yönelik sorunların ele alındığı metinlerde pozitivist mantığın izlerini görmek insanın içini acıtıyor. Cumhuriyeti kuran iradenin başaramadığını maalesef eli kalem tutan, “eğitim / öğretim” alanında faaliyet gösterenler çok köklü bir biçimde gerçekleştiriyorlar. 

İdeolojik aygıtlardan korunma

Aslında artık çocukların öğrendiği temel bilgiler arasında yer alan bazı şeyleri edinme mekân ve yaşları, Devlet’in de müdahil olmasıyla 15 seneyi aşkın bir zamandır değişti. Devlet müdahil oldu, çocuklarımızın hangi bilgileri hangi mekânlarda alamayacağı da zapt u rabt altına alındı. Bu hal 28 Şubat olarak adlandırdığımız dönemde başımıza geldi. Fakat 28 Şubat Süreci’nden bu yana Devlet’in bu zorba müdahalesinin öyle sanıldığı kadar da toplumun kılcal damarlarına filan işleyemediğini hatırlattığımızda hemen aklınıza gelecek olan haytalığa fazla güvenmeyin. Tamam, haytalık insanı bazı kalıplara girmekten korur eder de, bu Devlet dediğimiz şey de sen haytalık yapıyorsun diye ideolojik aygıtlarının yapıp etmelerini gevşetecek falan da değil. Böyle yanlış bir beklenti içine de girmeyin sakın. Devletin ideolojik aygıtlarından bir ömür kaçmaya haytalık falan yetmez, başka şeyler de gerekir. Aslında devletin ideolojik aygıtlarından kaçış pek de mümkün değildir. 28 Şubat Süreci ile birlikte bazı bilgileri edinme mekânı ve edinme yaşı Devlet zorlamasıyla değiştirildi gerçi, ama o bilgiler bir biçimde öğrenildi, mekân değişse bile. Bilgiler mekân değişse, yöntem değişse bile öğrenildi, ama artık öğrenilen bilgi, sözünü ettiğimiz o bilgi olmaktan çıktı ne yazık ki. Fakat mekânın, bilginin özünü etkileyemese de bilginin biçimini, hele edinilme biçimini etkilediğini, hatta değiştirdiğini de görmezden gelemeyiz. Şimdi, “necasetten taharet” dediğimde mesele belki biraz daha rahat anlaşılacak...

Kadim kültürümüzün asli unsurları arasında sayabileceğimiz bazı kavramların üzerindeki tarihin izini, tarihin bu kavramlara yüklediği anlamları gözden ırak tutamayız, ama bilgilenme biçiminin değişmesiyle bu kavramlar üzerindeki anlam auraları da silikleşmeye başlıyor. Anlam auralarının silikleşmesini şimdilik bir kenara bırakarak, çok temel bazı ikili anlam kümelerinin neredeyse hayatımızın dışına taşındığına değinip geçelim. Devlet’in müdahil olmasıyla “necaset / taharet”, “iç / dış”, “batın / zahir” gibi kelime öbeklerinin artık hayatımızda farklı alanlara tekabül edecek şekilde anlamlandırıldığını (ya da tümüyle hayatımızdan çekilip alındığını)  tespit etmek her ne kadar ağırımıza gitse de, bu gerçekliği görmemek olmaz.

Bilgilenme yaşı, mekânı ve biçimlerinin değişmesiyle biz farkına varamadan bazı kavramların tarihten tevarüs ederek taşıdıkları anlam alanlarını büyük oranda hafifleştirdiklerini görmek de insanın ağırına gidiyor. Bazı kavramların çocuklukta zihnimize yerleşmesinin bütün hayatımızı yönlendiren bir etkiye sahip olduğunu herhalde görmezden gelemeyiz. Çocuğa ilk dini bilgiler öğretilirken verilen namazın farzları, ya da 32 farz gibi ilk adım bilgilerin aynı zamanda o çocuğun zihniyet dünyasının oluşmasını da sağladığı, hatta bir ömür boyu sürecek bir ‘dünya’ tasavvuru temin ettiğini de görmemiz gerekir. Oluşan zihniyet dünyasında aynı zamanda dilin de, dilin belirlediği düşünme sistemimizin (burada düşünme sistemimizin dilimizi nasıl belirlediği tartışmasına girmeyeceğiz) de oluştuğu bilinmeli. Çocuk yaşta “necaset”in kaçınılması gereken bir şey olduğunu öğreniyorsak, batının da sadece gizli demek olmadığını, başka anlamlarının da olabileceğini öğreniyoruz demektir.

Bâtın gizli demek değildir

Batını niçin hatırlatma ihtiyacı duyduk? Şundan: Ramazan ayında TRT 1’de Sahur Bereketi programından sonra yayına konulan mukabele programında ayetin Arapça hali ile Türkçe çevirisi aynı anda ekrana getiriliyor. Fena değil, insanlara mukabele dinlerken aynı zamanda okunan ayetin bize ne söylediğini görmesi mümkün. Yine burada “her çevirinin bir yorum olduğu”, aslında çeviri okurken “yorum” okuduğumuz gibi tartışmalara da girmeyeceğim. Bâtını hatırlatma ihtiyacı duymama sebep olan hal, işte böyle bir sahur sonrası yaşandı. Okunan ayette zahir ve bâtındaki günahlardan sözediliyordu. Gayri ihtiyari dikkatimi çekti verilen meal ve bâtındaki günahların “gizli günahlar” olarak çevrildiğini gördüm. Bâtın birden “gizli” oluvermişti. Tamam, insanın “gizli günahı” da vardır, ama “bâtındaki günahı” da vardır. Tamam, bâtını gizli kelimesi ile karşılayabilirsiniz. Böyle bir Türkçe karşılık her haliyle yanlış da olmaz üstelik. Fakat gizli kelimesi bâtının içerdiği anlamları her cephesiyle karşılamaz, sadece bir cephesine karşılık gelebilir. Programda kimin mealinin kullanıldığı bilgisi verilmiyor. Ayrıca o mealin ne zaman hazırlandığı bilgisine de sahip değiliz. Meal eski bir meal mi, yoksa doksanlı yıllarda hazırlanan meallerden mi, yoksa Diyanet’in son dönemde hazırladığı meallerden mi? Bunların hiçbirinin bilgisine sahip değiliz. Fakat bildiğimiz bir şey var: Mealde bazı kavramlara (üstelik çok temel bazı kavramlara) oldukça “pozitif” Türkçe anlamlar yüklenmiş. Buradaki “pozitif”ten kastımız “olumlu” anlamında değil, pozitivist bakışın eseri anlamında. Cumhuriyetin kurucu iradesinin çok uzun yıllar başarmak için çaba sarfettiği, ama bir türlü başarılı olamadığı “pozitivist zihniyetin” artık geçerli olmaya başladığı anlamda bir “pozitif”lik. Cumhuriyetin kurucu iradesinin Devletin ideolojik aygıtlarının tamamını seferber etmesine rağmen bu topraklar üzerinde yaşayan insanlarda oluşturmayı başaramadığı “pozitivist zihniyet”, yakın sayılabilecek bir dönemde bizzat muhafazakârlar ve “Müslümanlar” tarafından bu topraklarda hâkim kılınmaya başlandı. Bunun meselemizle bağlantısı nerden kaynaklanıyor? Şuradan: Türkiye’de çok ciddi kırılmalara sebep olan 28 Şubat süreci, bu mantığın hâkim kılınmasında çok ciddi bir hızlandırıcı etkiye sebep oldu. Bu ivmenin hızlanmasının çarpıklıklarına şahadet ediyoruz son zamanlarda.

Batının ‘gizli’ olarak çevrilmesinde ne mahzur var denilebilir? Doğrudur. Herhangi bir mahzuru olmayabilir, denilebilir. Fakat öyle değil işte. Hatta meali hazırlayan zata, ya da komisyona sorsanız size çok geçerli bir gerekçe de sunabilirler, bâtındaki günahı Türkçede niçin “gizli günah” olarak karşıladıklarına dair. Oysa bize öğretileni esas alacak olursak, insanın “bâtını” vardır, “zahir”i vardır. Fakat insanın “açığı ve gizli”si yoktur. Eyleyen olarak insan “gizli” şeyler yapabilir, bir şeyleri “gizleyebilir”. Fakat insanı tarif ederken / adlandırırken insanın “bâtınından” bahsederiz, ama insanın “gizlisinden” sözetmeyiz. Bu dil hiç de iyi bir dil değil.

Ejder denilen kim? Bu adlandırmayla tarif edilmeye çalışılan şahsa Ergenekon - Balyoz operasyonları ve davaları sırasında ittifakla Bir Numara denildi. Bir Numara, bazı kalem sahibi kişilerin ısrarla bize kabul ettirmeye çalıştığı gibi bir asker asla değil, hele ki emekli Genelkurmay Başkanları arasında yer alan Hüseyin Kıvrıkoğlu hiç değil.

Bâtın ne, gayb ne? 

Mahzur belki de burada. Çünkü bâtını gizli olarak karşılayan bir dilin oluşturduğu düşünme sisteminde yetişen zihinde ‘gayb’ gibi ‘gaybi imdatlar’ gibi temel ve bir kısmı akideye de taalluk eden bazı kavramların neye tekabül ettiğini hiçbir zaman tahmin etme, nelere mal olacağını kestirebilme şansımız yok. Oysa sözünü ettiğim bu türden temel kavramlar, sadece bir düşünme aracı olarak karşılığını bulmaz bizde. Bu kavramlar aynı zamanda ‘akideye’ de tekabül eden anlamları bünyelerinde taşırlar. Bunun bir sonraki kuşağa aktarılabilmesi ise ancak kavramların asli yapılarının korunarak tevarüs edilmesiyle mümkün olabilir. Batını ‘gizli’ olarak karşılayan bir dil sistemiyle yoğrulan ve şekillenen zihne ‘bâtinî’ olanı, ‘gaybî’ olanı anlatma şansınızın neredeyse “deveye hendek atlatmaktan daha zor” olduğu ise aşikâr değil mi?

İşin acı tarafı ise şu: Şikâyet ettiğim türden bir “pozitivist mantığın” kabul görmesinde, hatta yerleşmesinde ne yazık ki dini metinler olarak adlandırabileceğimiz metinlerin katkısı çok büyük. Bazı “muhafazakâr” ve “Müslüman” şahısların kaleme aldığı, günümüz meselelerine yönelik sorunların ele alındığı metinlerde maalesef bu mantığın baskın izlerini görmek insanın içini acıtıyor. Cumhuriyeti kuran iradenin başaramadığını maalesef eli kalem tutan, “eğitim / öğretim” alanında faaliyet gösterenler çok köklü bir biçimde gerçekleştiriyorlar. Neredeyse 200 yıllık bir geçmişe sahip olan batılı “gibi” olma maceramız bu sayede hitama ermiş, tamamlanmış oluyor. Artık “muasır medeniyet seviyesi”ni yakalamamız için daha, “çok fırın ekmek yememiz gerekir” denemeyecek! Artık rasyonel ve pozitivist olduktan sonra kimsenin çıkıp da batılı “gibi” olamamaktan şikâyet etmesine, sızlanmasına gerek kalmayacak! Fakat buradaki dilemmayı da görmek gerek: “Gibi” olduk! Batılı olmadık.

[email protected]