Ekonomik depresyon ve entegrasyon

Atılgan Ulutaş - Yazar
27.04.2013

Entegrasyondan kastedilen şeyin basit bir “kültür yakınlaşması” olmadığı çok açık. Almanya’daki Türklere yapılan ırkçı saldırılar da olayın sadece belli bir veçhesini oluşturuyor.


Ekonomik depresyon ve entegrasyon

Firmaların en büyük maliyet kalemini ücretler oluşturur. Bu yüzden, bir işverenin en önemli ihtiyaçlarından biri -belki de en önemlisi- ucuz iş gücüdür. Göç olgusu da, bu ucuz iş gücü ihtiyacının karşılanmasındaki en önemli yollardan biridir. Gelişmiş bir ülke, öncelikle kendi ülkesindeki ucuz iş gücü kaynaklarını (köylüler, farklı bir etnik temele mensup kişiler vb.) tükettikten sonra, bu ihtiyacını karşılamak için sınırlarını farklı ülkelerin işçilerine açar. Bu göçmen işçiler, bir süre, göç ettikleri ülkenin iktisadî hiyerarşisindeki en aşağı tabakayı oluştururlar. Çünkü göçmen işçiler, geldikleri ülkenin standartlarına göre fazla, ancak ev sahibi ülkenin standartlarına göre daha az ücretle çalışmaya razı insanlardır. Sosyal hakları da buna paralel olarak düşüktür. Bunun firmalara ve ev sahibi ülkeye sağladığı yarar, daha çok kâr ve kendi uyruklarına daha fazla sosyal refah hizmeti sağlayabilmektedir.

Ucuz iş gücü ihtiyacı

Ne var ki bu durum, ancak bir süreliğine böyle devam eder. Bir zamanların ucuz iş gücü rezervini oluşturan insanlar örgütlenmeye başlar, aldıkları düşük ücretleri beğenmeyip eşit ücret talep ederler. Firmalar ve ev sahibi ülke, bir süre sonra, sosyal huzursuzluk potansiyeli taşıyan bu insanların taleplerine kayıtsız kalamaz. Özellikle liberal devletler, belli bir kesimin demokratik taleplerini ancak bir zaman için oyalayabilir, aksi hâlde dayandıkları ideolojik temellere zarar verirler. Ekonominin genişleme evresi devam ettikçe, bu kesimlerin talepleri bir dereceye kadar karşılanmaya çalışılır. Ancak ekonomi daralma evresine girdiğinde, eşitlik ve özgürlük talepleri karşısında devletler daha tahammülsüz hâle gelirler. Bu noktada, devletlerin önünde başlıca iki seçenek vardır: Ya ucuza çalışacak başka bir topluluğa kapılarını yeniden açacaklar ya da hâlihazırda var olan ucuz iş gücünün talepkâr olmasını engelleyeceklerdir. 

Türkler de Almanya’ya ucuz işçi olarak gitmişlerdir. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük tahribatı onarmaya çalışan Almanya, iktisadî alanda toparlanmak ve dünya siyasetindeki eski konumunu geri kazanmak için emeğini ucuza satacak işçilere ihtiyaç duymuştur. Türkler Almanya’ya gittiklerinde, iktisadî hiyerarşideki en alt basamaklardan birini oluşturmuşlardır. Ancak zaman içinde liberal bir devletin vatandaşlık kavramına yüklediği ideallerin yerine getirilmesini daha çok talep eder olmuşlardır. Kâğıt üzerinde bile olsa liberal değerleri sahiplenen bir devlet, bu tür bir topluluğun taleplerine ancak birkaç on yıl kayıtsız kalabilir. 

Ancak unutmamak gerekir ki Almanya Türk işçileri çağırdığında, dünya ekonomisi bir genişleme evresindedir. Özellikle 1960’lar, dünya ekonomisinin o zamana kadar yaşadığı en büyük genişlemeyi yaşamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lerin başına kadar olan zaman aralığı “otuz muhteşem yıl” olarak da bilinir. Ancak dünya çapında pastadan pay alanların sayısının arttığı bu dönem, 1970’lerde sona ermiştir. Ernest Mandel’in de vurguladığı gibi, ekonominin daralmasıyla birlikte sofradaki pasta da daralmış; devletlerin uyguladıkları politikalar, refah dönemlerindekilere zıtlık göstermeye başlamıştır. Dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi, azalan kârlar ve artan işsizlik, Alman devleti ve firmalarını tasarrufa yöneltmiştir. Elbette bu tasarruf, işsizlik ve sosyal harcamalarda kısıntılara neden olmuştur. Böyle bir durumda, maliyetleri yüklenmesi istenen kişilerin “sonradan gelenler” olması doğaldır.  

Almanya’daki Türklerin 50 yılı aşkın bir zaman içinde güçlenmeleri, onların iktisadî ve sosyal olarak daha üst basamaklara çıkma taleplerini de beraberinde getirmiştir. Zira Immanuel Wallerstein’in de ima ettiği gibi, etnisite sorunlarının temelinde tam da bu tür iktisadî hareketlilikler bulunur. Diğer taraftan Almanya’nın bugünkü durumu göreli olarak iyi olsa da, dünya ekonomisi hâlâ daralma evresinde seyretmektedir. Özellikle Avrupa büyük bir depresyonun eşiğindedir. Önümüzdeki günlerde daha da daralacak olan ekonomi, pastanın da iyiden iyiye küçülmesine sebep olacaktır. Bu durumun çoktan yaratmaya başladığı maliyetlerin faturasının “sonradan gelenler”e, yani Türklere çıkarılmak istenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak Türklerin ilk geldikleri zamanlardaki gibi zayıf olmayıp daha güçlü ve talepkâr olmaları, Almanya devletini kaynak tahsisinde daha dikkatli olmaya zorlayacak gibi görünmektedir.

İşte son yıllarda Alman makamlarınca sürekli gündeme getirilen entegrasyon sorunu, dünya ekonomisinin söz konusu seküler eğilimlerinden ayrı düşünülemez. Almanya’nın entegrasyondan neyi kastettiğine yönelik iki tahmin yürütülebilir: İlk olarak, Alman tarafı için entegrasyon kelimesinin altında yatan anlam, Türklerin iktisadî konumlarını değiştirmemeleri ve hatta bunu istememeleri olabilir. Tarihsel kapitalist sistemin hiyerarşik doğası gereği, bir topluluğun iktisadî olarak alt basamaklardan üst basamaklara çıkması, başka bir topluluğun üst basamaklardan alt basamaklara düşmesini gerektirir. Türkler, Almanların bakış açısıyla “ucuz iş gücü” sıfatından henüz kurtulamamışlardır. Ancak Türklerin yakın bir zamanda iktisadî hiyerarşide ne noktalara gelebileceklerinin habercileri olan Fatih Akın, Yade Kara, Sibel Kekilli, Mesut Özil gibi kişilerin Alman makamlarını ürkütmediğini kim söyleyebilir? Türklerin ucuz iş gücü olma konumlarından kurtulmaları, ekonomik kriz ve sonrasında Almanya’nın maliyetleri yükleyebileceği -böylelikle firmaların kâr etmeye devam edecekleri- bir topluluğun olmaması demektir. Türklerin “eşitliklerinin” Almanya tarafından kabullenilmesi, ancak bir başka topluluğun ucuz iş gücü olarak “belirlenmesiyle” aşılabilir. Yeni bir iş gücü rezervi bulunamazsa, Türklerin de eşit pay alacağı bir kaynak tahsisi planlaması, kârlara oldukça büyük bir baskı yapabilir. Refah vasıtalarından eşit düzeyde yararlandırılması gereken yeni kişiler, bir kriz döneminde istenecek son şeydir. 

Hiyerarşideki zayıf halka

İkinci ihtimal de birincisine bağlıdır. Ekonominin daralma dönemlerinde, etnik kimlik, küçülen pastadan pay alma yarışının enstrümanlarından biri hâline gelir. Almanya’daki Türkler, etnik/kültürel kimliklerini şimdiye kadar iyi muhafaza etmişlerdir. Bu durumun yarattığı bilinç, Türklerin ekonomik yönden daha iyi konuma yükselmeleri için bir basamak teşkil edebilir. Bu yüzden, Türklere daha fazla “Almanlık hissiyatı” verilerek, kriz döneminde Türklerin etnik kimliklerini ön plana çıkarmamaları isteniyor olabilir. Alman makamlarının, Türklerin Almanca öğrenmeleri konusundaki ısrarları ve yapılan hukukî düzenlemeleri bu açıdan düşünmek yararlıdır. Bir topluluğun, sahip olduğu etnik kimliğinden dolayı fakir olduğunu düşünmesi, Almanya devletinin başına yeni problemler açabilecektir. 

Kısacası, entegrasyondan kastedilen şeyin basit bir “kültür yakınlaşması” olmadığı çok açık. Almanya’daki Türklere yapılan ırkçı saldırılar da olayın sadece belli bir veçhesini oluşturuyor. Bu itibarla sistemik bir bakış, durumun yalnızca ırkçı bir nefretten kaynaklanmadığını, çok daha derinlere inen konjonktürel bir yanının da bulunduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. Az değil, neredeyse 52 yıldır Almanya’da yaşayan Türklerin bunca zaman sonra entegrasyon “sorunuyla” yine tedirgin edilmeleri sıradan bir tesadüf olamaz.

[email protected]