Ekonomik rasyonelden jeopolitik araca: AB'nin Mercosur tercihi

Dr. Makbule Yalın/ TBMM AB Uyum Komisyonu, Araştırmacı
24.12.2025

Avrupa gibi teknoloji, sanayi ve katma değerli üretimle rekabet etmesi beklenen bir ekonomik blokta, ticaret anlaşmalarının kaderi neden hâlâ tarımsal rekabet üzerinden belirleniyor? Serbest ticaretin ana akım kuralları, düşük verimli sektörlerin korunması yerine, kaynakların daha rekabetçi alanlara yönelmesini öngörmez miydi? Bugün gelinen noktada tarım, ekonomik bir sektörden çok siyasi bir kaldıraç işlevi görüyor.


Ekonomik rasyonelden jeopolitik araca: AB'nin Mercosur tercihi

Dr. Makbule Yalın/ TBMM AB Uyum Komisyonu, Araştırmacı

Avrupa Birliği ile Mercosur ülkeleri arasında yirmi altı yıldır askıda kalan ticaret anlaşması, bugün yeniden gündemde. Ancak bu canlanma, klasik serbest ticaret mantığının doğal bir uzantısı olmaktan çok uzak. Avrupa ekonomisi büyüme sorunlarıyla boğuşurken, küresel ticaret düzeni serbestleşmeden ziyade bloklaşma ve stratejik ayrışma üzerinden şekilleniyor. Bu yeni konjonktürde AB–Mercosuranlaşması, refah artışı ya da karşılaştırmalı üstünlükler söyleminden ziyade; Çin'le rekabet, tedarik zinciri güvenliği ve jeopolitik pozisyon alma arayışlarının bir ürünü olarak öne çıkıyor.

Ticaret artık bir güç meselesi

Dış ticaret, uzun yıllar boyunca ülkelerin rekabet gücünü, küresel ekonomiye entegrasyonunu ve ekonomik sağlığını ölçen teknik bir gösterge olarak ele alındı. Artan ihracat büyüme ve istihdamı desteklerken, artan ithalat iç talep ve yatırım iştahının işareti sayıldı. Net ihracatın (X–M) büyümeye katkısı, bu çerçevede Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'nın temel bileşenlerinden biri olarak okundu. Amaç ithalatı azaltmak değil; düşük maliyetli girdileri ithal edip, yüksek katma değerli ürünler ihraç eden akıllı bir ticaret dengesi kurmaktı.

Bugün ise bu sade çerçeve yetersiz. Küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillendiği, jeopolitik risklerin belirleyici hale geldiği ve üretimin birden fazla ülkeye bölündüğü yeni düzende, tek bir aylık dış ticaret verisi bile çok katmanlı bir hikâye anlatıyor. Artık veriler sadece fiyat ve miktar üzerinden değil; kur hareketleri, enerji bağımlılığı, teknoloji kısıtları, finansal akımlar ve jeopolitik yönelimler birlikte okunmak zorunda.

Bu nedenle dış ticaret verisi, eskisi gibi "ekonomik bir sonuç" değil; giderek daha fazla politik bir tercihve stratejik bir pozisyon alma aracı haline geliyor. ABD–Çin rekabeti, teknoloji ambargoları, enerji savaşları ve Doğu–Batı arasında yeniden örgütlenen tedarik zincirleri, ticareti jeoekonominin merkezine yerleştiriyor. Yakın coğrafyaya üretim kaydırma (nearshoring), dost ülkelerle tedarik (friendshoring) ve stratejik sektörlerde bağımlılığı azaltma hedefleri, dış ticareti artık doğrudan jeopolitik yeniden konumlanmanın göstergesi haline getiriyor.

Normatif güçten stratejik tereddüde

Serbest ticaret anlaşmaları, uzun yıllar boyunca tarifelerin düşürülmesi, pazar erişimi ve karşılıklı refah artışı gibi teknik hedefler üzerinden değerlendirildi. Bugün ise bu anlaşmalar, giderek daha fazla siyasi iradenin, jeopolitik yönelimin ve bloklar arası pozisyon almanın göstergesi haline geliyor. AB–Mercosur süreci de bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri.

Brezilya Cumhurbaşkanı Luiz Inacio Lula da Silva'nın 20 Aralık'ta Avrupa Birliği'ne yaptığı çağrı, meselenin artık ekonomik müzakerelerin çok ötesine geçtiğini açık biçimde ortaya koyuyor. Lula, Mercosur Zirvesi'nin açılışında AB'den "cesaret" göstermesini isterken, 26 yıldır süren müzakerelerin ancak siyasi irade ile sonuçlandırılabileceğini vurguladı. "Ne yazık ki Avrupa henüz kararını vermedi" ifadesi ise şu soruyu kaçınılmaz kılıyor: Mesele gerçekten cesaret mi, yoksa AB'nin bilinçli bir oyalama stratejisi mi?

Brezilya'dan gelen mesajlar bu sorgulamayı daha da derinleştiriyor. Brezilya Maliye Bakanı Fernando Haddad'ın Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'a ilettiği değerlendirme, anlaşmanın doğrudan jeopolitik bir anlam taşıdığını ortaya koyuyor. Haddad, anlaşmada "ticaretten çok daha fazlasının söz konusu olduğunu" belirterek, bu süreci "iki kapalı blok arasında yeniden bir gerilim ortamına dönülmeyeceğinin siyasi bir işareti" olarak tanımlıyor. Başka bir ifadeyle Mercosur, sadece bir serbest ticaret alanı değil; küresel siyasette yeni bir alan açma iddiası taşıyor.

Benzer bir vurgu, AB'nin kendi içinden de yükseliyor. Özellikle Trump döneminde hız kazanan korumacılık ve gümrük vergileri karşısında, serbest ticaret anlaşmaları artık ekonomik çeşitlendirme kadar stratejik özerklik arayışının da merkezi araçları olarak görülüyor. Alman Ticaret Odası DIHK'nın dış ticaret başkanı Volker Treier'in sözleri bu gerçeği net biçimde yansıtıyor. ABD giderek daha korumacı bir çizgiye yönelirken, açık pazarların ve güvenilir ticaret çerçevelerinin Alman şirketleri için her zamankinden daha hayati hale geldiğini vurguluyor.

Ancak bu stratejik farkındalık, AB'nin Mercosur konusundaki karar alma sürecine henüz yansımış değil. Treier'e göre Avrupa'nın Mercosur ülkelerine yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 85'i hâlâ gümrük vergilerine tabi ve bu durum yılda yaklaşık 4 milyar avroluk ek maliyet anlamına geliyor. Anlaşmanın bir kez daha ertelenmesi ise, çalkantılı bir küresel ticaret ortamında AB'nin güvenilir ve istikrarlı bir ortak olma iddiasını zedeliyor.

Daha da çarpıcı olan, fırsat maliyetinin büyüklüğü. Alman BGA ticaret birliğine göre Mercosur ile yapılacak bir anlaşma, 2040'a kadar AB ihracatını yüzde 39'a varan oranlarda artırabilir. Buna rağmen BGA Başkanı Dirk Jandura'nın şu sorusu hâlâ cevapsız: "Avrupa, burada neyin söz konusu olduğunu ne zaman anlayacak?" Jandura'ya göre bu süreç, sembolik çıkışlar ve siyasi manevralar için değil; stratejik kararlar için bir test niteliği taşıyor.

AB–Mercosur dosyası, serbest ticaret anlaşmalarının artık sadece ekonomik metinler olmadığını gösteriyor. Bu anlaşmalar bugün, ülkelerin ve blokların küresel sistemde nerede durduklarını, hangi riskleri göze aldıklarını ve hangi ittifakları önceliklendirdiklerini ortaya koyan siyasi belgelere dönüşmüş durumda. Asıl soru şu: Avrupa Birliği, bu yeni dönemin gerektirdiği siyasi kararlılığı gösterecek mi, yoksa ticareti jeopolitik bir araç olarak kullanma çağını kaçıran bir aktör mü olacak?

Karın ötesinde ticaret

AB–Mercosur dosyası, yalnızca bir ticaret anlaşmasının akıbetini değil; Avrupa'nın ticareti hangi kriterlerle "kârlı" saydığına dair anlayışının da değiştiğini gösteriyor. Klasik iktisat yaklaşımında ticaret, kâr sağlıyorsa yapılır; kâr ise fiyat, miktar ve verimlilik üzerinden ölçülür. Bugün ise bu ölçütler yeterli görülmüyor. Yeni dönemde "kârlılık", yalnızca ihracat artışı ya da gümrük vergisi tasarrufu değil; jeopolitik konumlanma, tedarik zinciri güvenliği, stratejik hammaddelere erişim ve siyasi dayanıklılık gibi unsurlarla birlikte değerlendiriliyor. Bu da kaçınılmaz olarak şu soruyu gündeme getiriyor: AB, bir ticaret anlaşmasını başlatırken ya da durdururken artık hangi kârı esas alıyor?

Bu sorgulama, AB içindeki ayrışmada açıkça görülüyor. Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay'ın 20 Aralık'ta dünyanın en büyük serbest ticaret alanlarından birini oluşturacak anlaşmayı imzalama beklentisi, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve birçok üye ülke tarafından da paylaşılıyordu. Ancak süreç, özellikle Fransa ve İtalya'daki çiftçilerin sert muhalefeti nedeniyle Ocak ayına ertelendi. Brezilya Maliye Bakanı Haddad'a göre Macron anlaşmaya "nazikçe" yaklaşıyor, ancak daha fazla görüşmeye ihtiyaç olduğunu söylüyor. İtalya Başbakanı Meloni ise anlaşmaya karşı olmadığını, fakat çiftçileri ikna etmek için zamana ihtiyaç duyduğunu ifade ediyor.

Buna karşılık Almanya ve İspanya gibi ülkeler, küresel ticaret gerilimlerinin arttığı bir dönemde bu anlaşmayı ekonomik ve stratejik bir fırsat olarak görüyor. Almanya'daki iş dünyası örgütleri, ertelemenin yarattığı hayal kırıklığını gizlemiyor. BDI Genel Müdürü Tanja Goenner, anlaşmanın gecikmesini Avrupa'nın jeostratejik aktör olarak güvenilirliği açısından bir gerileme olarak nitelendirirken, üye ülkelere özel çıkarlarını bir kenara bırakma çağrısı yapıyor.

Köylü, yeniden şehirlinin efendisi mi?

Buradaki kırılma noktası, tarım sektörünün oynadığı belirleyici rolde somutlaşıyor. AB–Mercosur anlaşması, gümrük vergisi indirimleri açısından Birliğin bugüne kadarki en büyük anlaşması olacak. Almanya, İspanya ve İskandinav ülkeleri, bu sayede Trump döneminin gümrük tarifeleriyle darbe alan ihracatın canlanacağını, kritik minerallere erişimin kolaylaşacağını ve Çin'e bağımlılığın azalacağını savunuyor. Ancak Fransa ve İtalya başta olmak üzere bazı ülkeler, Güney Amerika'dan gelecek daha ucuz et, şeker, pirinç, bal ve soya fasulyesinin Avrupa'daki çiftçileri zor durumda bırakacağından endişe ediyor. Binlerce çiftçinin Brüksel'de traktörlerle sokağa çıkması, bu kaygının sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi olduğunu da gösteriyor.

Bu noktada daha derin bir soru ortaya çıkıyor: Avrupa gibi teknoloji, sanayi ve katma değerli üretimle rekabet etmesi beklenen bir ekonomik blokta, ticaret anlaşmalarının kaderi neden hâlâ tarımsal rekabet üzerinden belirleniyor? Serbest ticaretin ana akım kuralları, düşük verimli sektörlerin korunması yerine, kaynakların daha rekabetçi alanlara yönelmesini öngörmez miydi? Bugün gelinen noktada tarım, ekonomik bir sektörden çok siyasi bir kaldıraç işlevi görüyor.

Avrupa Komisyonu, çiftçilerin endişelerini gidermek için üretim standartları, pestisit kullanımı ve hayvan sağlığına ilişkin denetimlerin artırılacağını vurgulasa da, bu teknik önlemler tartışmanın özünü değiştirmiyor. AB–Mercosursüreci, ticaretin artık "kazan–kazan" formülünün otomatik olarak işlemediğini; kazancın kimin, hangi sektörün ve hangi zaman ufkunun kazancı olarak tanımlandığına bağlı olduğunu gösteriyor.

Bu tablo, AB içindeki farklı yaklaşımların verdiği temel mesajı netleştiriyor: Avrupa için ticaret, artık sadece ekonomik bir araç değil; iç siyaset, sektör dengeleri ve jeopolitik tercihlerle şekillenen çok boyutlu bir güç alanı. Mercosur dosyası da tam olarak bu yeni dönemin sınav kâğıdı niteliğini taşıyor.

Bu belirsizlik ortamında reel sektör için asıl soru, hangi pazara girileceğinden çok, hangi siyasi dengeye dayanılarak yatırım yapılacağıdır. Artık firmalar yalnızca maliyet, fiyat ve talep hesaplarıyla değil; düzenleyici riskler, iç ve dış siyasi baskılar ve stratejik yönelimler üzerinden de karar almak zorunda. Kısacası yeni dönemde rekabet, yalnızca ürünle değil; dayanıklılık, uyum kapasitesi ve jeopolitik okuma becerisiyle kazanılacak.