Eksen kayması değil eksen çeşitlenmesi

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi
19.08.2022

Türkiye son 20 yılda bir değişim ve büyüme içerisine girdiğinden bu yana, zaman zaman aynı kaynaklardan gelen ama çok da hakkaniyetli olmayan bir eleştiriyi duyarız: "Türkiye'de eksen kayması var!" Aslında olan, Türkiye'nin onlarca yıl boyunca sadece Batı ekseninde yürüttüğü hemen her işi, bundan sonra diğer eksenlere de yayması ve çoğaltmasıdır.


Eksen kayması değil eksen çeşitlenmesi

Eski zamanlarda bilgiye erişmek günümüze kıyasla çok daha zordu. Örneğin, 1970 veya 1980'lerde üniversitede okuyor veya bir araştırma yapıyor idiyseniz kütüphaneler en iyi kaynağınız olurdu. Özellikle 1990'larla beraber, önce Silikon Vadisi'nde baş gösteren, daha sonra da bütün dünyaya sirayet eden ".com" (dotcom) gelişimi bilgiye erişimin şeklini şaşırtıcı bir şekilde hızla değiştirdi. Literatürde yer alan "desk research" (masa başı araştırma); büyük ölçüde derlenen toplanan kitapların, dergilerin ve diğer basılı kaynakların okunması, incelenmesi iken, artık masa başı araştırma çoğunlukla Google'lanan anahtar kelimeler üzerinden yapılıyor hale geldi.

Yani, eskiden erişim zorluğuna paralel olarak çok daha kıymetli olan bilgi, günümüzde kolay erişilebilirliği ve çokluğu nedeniyle zaman zaman öznel niteliğini yitirmiş ve bizleri "disinformation" (dezenformasyon, bilgi kirliliği) ile karşı karşıya bırakmış durumda. Demek ki araştırmacılar, okurlar, yazarlar ve aydın olarak geçinenler artık eriştikleri bilgiyi daha dikkatli seçip anlamlı bir yoruma varmak durumunda. Bu bağlamda, özellikle bahsi geçen dezenformasyon konusunun demokrasi açısından büyük bir tehdit olduğunu fark eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bu konuda kayda değer bir yapılanma içine girdiğini memnuniyetle ve takdirle ifade etmek gerekiyor. Türkiye her türlü saldırıyı, oyunu, kötü niyeti göğüsleyecek ve bozacak güçte bir ülke.

Haydi gelin bu Google'lama kolaylığından biz de yararlanalım ve hakkında olumlu olumsuz pek çok tartışmanın yapıldığı Nobel Ödülleri'ni biraz araştıralım. Nobelprize.org adresinde yazıldığı üzere 1901 ile 2021 yılları arasında (yani tam 121 yılda) Nobel Ödülü ve İsveç Riksbank Ödülü bugüne kadar tam 609 kere verilmiş. Bazen ödüller birden fazla kişi veya kuruma verilebildiğinden bu 609 ödül toplamda 975 kişiyi veya kurumu mutlu etmiş. Tabii nadiren de olsa Nobel Ödülü aynı kişi veya kuruma birden fazla da verilmiş olabiliyor. Çok düz bir aritmetikle Türkiye'nin dünya nüfusundaki payının yaklaşık yüzde 1,1 olduğunu göz önünde bulundurarak, bu 609 ödülden 7'sinin Türk gerçek ve tüzel kişilerine verilmiş olması beklenebilir.

Eşitlik ilkesine göre beklenti bu yönde olsa da bu işlere doğal olarak böyle bakılmaz. Haydi en azından adaletli bir bakış arayalım. Ama unutmayalım ki, Nobel aslında Batı dünyasında kurulmuş ve tamamen Batı dünyası referansları ile çalışan bir yapıdır. Nitekim, bugüne kadar sadece iki Türk'e Nobel Ödülü verilmiştir. İlki, biraz da Batı'nın duymak istediklerini yazdığından Nobel ödülü aldığı düşünülen Orhan Pamuk'tur. Buna karşın diğeri ise Mardin'den çıkıp Türkiye'de yetişmiş olmakla gurur duyduğunu her fırsatta dile getiren, bilgi ve deneyimini ülkesine her daim kullandıran ama doğal olarak ABD'nin sunmuş olduğu bilim, araştırma ve inovasyon altyapısından istifade eden Prof. Dr. Aziz Sancar'dır. Yani işin özeti ne yaparsa yapsın Teoman Duralılar, Sezai Karakoçlar, Cemil Meriçler, Cahit Arflar, Halil İnalcıklar, Fuat Sezginler, Oktay Sinanoğlular ve daha birçok milli yazar, çizer, aydın, bilim insanı Nobel'i hiçbir zaman alamayacaktır.

Referans hep Batı

Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren Atatürk'ün ve kurucu kadroların önemli politikalarda çağdaşlaşmayı orada gördükleri için Batı'ya yöneldiğini biliyoruz. Bunların arasında belki de en belirgin politika, alfabenin değiştirilmesi ve Batı tarzı bir eğitim sisteminin getirilmesidir. Bu satırların yazarı da hatta daha önemlisi bizleri yetiştiren bir önceki kuşakta bulunan ebeveynlerimiz de kendilerini her daim cumhuriyet kuşağı olarak öne çıkartıp bununla övünmemişler midir? Bu sebeplerle de doğal olarak referanslarımız hep Batı'dandır. Yaklaşık son iki yüzyıldır süregelen Batılılaşma çabası; cumhuriyetle beraber referansını kuzeyden Sovyetler Birliği'nden değil, doğudan Türkistan veya Çin'den değil, güneyden Afrika veya Ortadoğu'dan değil, net ve tek düzlem olarak Batı'dan, yani Avrupa'dan ve hatta Amerika'dan almıştır.

Eğitim sistemimizde var olan ve onlarca yıl boyunca öne çıkan okullar, kolejler, hep İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı ve İtalyancayı esas almıştır. Uzun yıllar boyunca Türk okuyucusu ile buluşan çeviriler ağırlıklı olarak Batı medeniyetinin klasikleri olmuştur. Ekonomide de durum farklı değildir; bayiler, temsilcilikler veya distribütörler Batı şirketlerinin ürünlerini Türk pazarına satmayı önemli ve öncelikli bir iş olarak görmüştür. Nitekim Batı'nın ekonomideki baskın rolünün neticesi olarak şirket hesaplarında, bankalarda veya yastık altında tutulan kara gün akçesi de hep dolar, frank, pound ve mark olmuştur (bugünün Euro'su gibi). İşte bu nedenle Türkiye'de bir kesim için halen çok önemlidir Nobel! Yani yaptığın işin takdirini, alkışını, sırt sıvazlanmasını Batı'dan alabilmek!

Eksen çeşitlenmesi

Bilmiyorum hatırlar mısınız? Türkiye son 20 yılda bir değişim ve büyüme içerisine girdiğinden bu yana, zaman zaman aynı kaynaklardan gelen ama çok da hakkaniyetli olmayan bir eleştiriyi duyarız: "Türkiye'de eksen kayması var!" Aslında olan şey, Türkiye'nin onlarca yıl boyunca sadece Batı ekseninde yürüttüğü hemen her işi, bundan sonra diğer eksenlere de yaymak ve çoğaltmak politikasıdır. Yani, Batı ile olan ilişki hiçbir şekilde azalmamakla beraber, hatta makul bir düzeyde büyüyerek tamamen diğer eksik bacaklar olarak ifade edilen kuzey, doğu ve güney eksenleri de dikkate alınmış ve açılım sağlanmıştır. Türkiye hızlı büyümelere müsait bu alanlardan faydalanırken, bırakın eksen kaymasını aslında olan şey tamamen bir "Eksen Çeşitlenmesi"dir.

2011 yılında yaşanan Arap Baharı ile parçalanan Suriye'den yaklaşık 4 milyon sığınmacıya evini, yurdunu açan, ekmeğini paylaşan, hastanelerini ve okullarını sunan Türkiye'nin 2011-2022 yılları arasında yapmış olduğu sosyal harcamaların tutarı siz deyin 60 milyar, ben diyeyim 75 milyar dolardır. Bugün bu tutar insani boyutta kullanılmamış olsaydı ve ekonominin çarklarını daha rahat çevirmek için değerlendirilmiş olsaydı biliyoruz ki, pandemiye ve sonrasındaki dünya ekonomik krizine rağmen Türkiye bu kaynakla kayda değer bir kriz yaşıyor olmazdı. Ancak bırakın Cenevre İnsan Hakları Konvansiyonu'nun gereklerini; Türkiye ister inancı gereği, ister hümanizma gereği bütün gönülleri kazanacak çok onurlu bir davranışta bulundu ve çok ağır bir yükün altına girmiş oldu. Sizce bu bir Nobel Barış Ödülü'nü hak etmedi mi? En azından bir alkışı, takdiri?

Peki, haydi Batı kendi çıkarlarına aykırı davrandığı için belki de Türkiye'yi ilk kez bu kadar kuvvetli bir şekilde çok eksenli ve bağımsız bir politik eksene oturttuğu için Recep Tayyip Erdoğan'ı Nobel Barış Ödülü'ne layık görmedi. Toplumsal anlamda açık ara Nobel'i hak eden Türkiye'ye, bir Türk sivil toplum kuruluşuna veya sınırdaki bir valiliğe, AFAD'a Nobel'i veremez miydi? Haydi bu fırsatı da kaçırdılar diyelim. Rusya-Ukrayna Savaşı'nda Türkiye, savaş çığırtkanlığı yapan müttefiklerinin aksine bu çatışmayı, kan ve gözyaşını bitirmek için sıradışı bir gayret içine girmedi mi? Bugün Erdoğan Türkiye'sinin; hem Ukrayna ve sınırdaşı Polonya, Macaristan gibi ülkelerde, hem de Rusya'da eşit ve yüksek düzeyde kredibilitesi varsa bu başkaları tarafından kurulmuş oyunların içinde rol alan bir Türkiye'den uzaklaşıp kendi bölgesinden başlamak kaydıyla dünyada oyun kuran bir Türkiye'ye geçiş ile alakalıdır. Nobel Ödül Komitesi acaba bu barış çabasını yakalayabilmiş midir? Tabii ki hayır!

Nobel'in bir önemi yok artık

Birkaç hafta önce yine Türkiye'nin büyük bir diplomatik zafer ile sonuçlandırdığı "Tahıl Koridoru"na ne demeli? Bütün dünyada gıda fiyatları zirve yapmışken ve özellikle Afrika'nın kurak bölgelerinde kayda değer bir açlık sorunu baş göstermiş iken, tam bir tahıl ambarı durumunda olan Ukrayna'nın tahıl depoları çürümekten Türkiye tarafından zar zor kurtarılmadı mı? Savaşan iki ülkeyi aynı masada buluşturan, taahhütleri güvence altına alan ve öngörülen planı sahada işleten Türkiye bugün artık gerçek anlamda bir Oyun Değiştirici (Game Changer) olarak değerlendirilmektedir. Eski dönemlerin tarafsız ülkeleri İsveç, Finlandiya, Norveç, İsviçre ve benzeri ülkeler konumlarını yitirirken, Türkiye hem yumuşak gücü hem de caydırıcı sert gücü ile 21. yüzyılın en önemli birkaç aktöründen biridir.

Görüldüğü üzere, artık Nobel'e takıntılı olma dönemi bitmiştir. Nobel'den alınacak bir ödülün Türkiye açısından pek de bir önemi kalmamıştır. Çünkü Türkiye kazandığı yeni sistematikle, öz güvenle, organizasyon kabiliyetiyle ve yeni kurduğu iletişim altyapılarıyla adeta yeni Nobel'ler kurmaktadır. Baykar bir Nobel'dir! TEKNOFEST bir Nobel'dir! Türk Savunma Sanayii bir Nobel'dir! Zirveye oynayan Türk Hava Yolları bir Nobel'dir! İGA bir Nobel'dir! Türk Girişimcilik Ekosistemi bir Nobel'dir! Türk Kızılay'ı ve AFAD'ı bir Nobel'dir! TOGG bir Nobel'dir! Fatih, Yavuz, Kanuni ve Abdülhamid Han sondaj gemileri ile Barbaros Hayrettin Paşa, MTA Oruç Reis sismik araştırma gemilerinin her biri birer Nobel'dir!

Türkiye tam bağımsızlık mücadelesinin çok önemli ve kritik bir aşamasındadır. 2023 seçimlerine Nobel'ciler de hazırlanıyor, kendi milli ve yerli Nobel'lerini oluşturanlar da! 2053'e, hatta 2071'e gidinceye kadar ilk kırılma noktası 2023, bir sonraki de 2028'dir. Türkiye bu güçlü rotasını 2028'e kadar götürebilirse, dünyanın yeni düzenini şekillendiren 5-6 güçten biri olacaktır.

Birileri Gezi Parkı olaylarında açık açık çağrıda bulunmuştu, biz de kendi çağrımızı söyleyelim: "Mesele sadece Nobel Ödülü değil arkadaş! Mesele milli, yerli ve tam bağımsız bir Türkiye! Sen hala anlamadın mı?"

[email protected]