Emeğin öteki yüzü

Ali K. Metin / Şair-yazar
8.05.2020

Emek dayanışması, özgürleşmeye ve saygınlığa yönelik bir eşitlik arzusuyla temellendiği nispette kapitalizmin kuşatamayacağı bir ufka kendisini yerleştirmiş olacaktır. Çalışma kutsaldır! Ayılana bayılana kadar çalış. İş olsun da hani ne olursa olsun... Kölelik modern dünyada artık form değiştirmekle kalmayıp alabildiğine içselleşmiştir. Kölenin köle olma bilinci, sosyal, kültürel, ekonomik yanılsamalar yoluyla iğdiş edilmiştir. Köleler güya özgürleşmiştir.


Emeğin öteki yüzü

"Bağlam her şeydir” gibi kendi içinde yine mutlakçılığa düşen paradoksal bir klişeden yola çıkmak istemem, ancak ister hakikat isterse değerle ilgili yargılarımızın bir bağlama mebni olabileceğini gözden kaçırdığımızda büyük hatalar yapmamız işten değildir. İdeolojiyle hakikat dili arasındaki farkı da genellikle bu nüansta bulmak mümkün. Emek veya çalışmayla ilgili söylemlerimizde söz konusu karıştırmanın toplumsal bilinç ve kültür kodlarımıza neredeyse bütünüyle hakim olduğunu tespit edebileceğimizi sanıyorum. Buna dini söylem ve argümanlar da dahil. “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayet-i kerimesini tutup çalışmanın kutsallığına dair bir anlama tevil ediyorsak, burada biraz yavaş olmak gerekir. Bunun arkasına Hazreti Peygamberin “Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz” hadisini getirerek çalışma övgüsüne tavan yaptırılmasına, bugün bilhassa muhafazakar, dindar kesimlerin çokça alışık ve meyyal olduklarını biliyoruz. Oysa bu yorum ve anlama biçiminin Hıristiyanlığın püriten düşüncesiyle büsbütün örtüştüğünü fark ettiğimizde, buraya doğal olarak bir mim koymak gerekmez mi? Fakat bu mimi koymakta çok geç kalmış bir medeniyetin varisleriyiz.

Pragmatik cambazlık

Batı medeniyetinin ana direklerinden biri olan terakki ve onun zorunlu unsuru çalışma, büyük değerler olarak İslam dünyasındaki toplumsal, siyasal ve aynı zamanda entelektüel akla mündemiç hale geldi. Gerçi tarihin hakim akışı ve gerçekliği içinde başka türlü de olamazdı. Tarihin öznesi olma imkanı elimizden çıkmıştı; yine de her şeye rağmen bu konudaki farkındalığımız ve elde ettiğimiz gelişmeler sayesinde bugün hiç değilse siyasi bir özne olma iddiamızı taşıyabiliyoruz. Fakat tarihin öznesi olmak için gereken ahlak ve medeniyet üstünlüğüne sahip olmak çok başka bir birikimi ve niteliği gerektirmektedir. Bununla ilgili ip uçlarını siyasi ve entelektüel alandaki eleştirel söylemlerimizde kısmen veriyor olabiliriz, ancak bütüncül bir perspektifin halihazırda çok uzağındayız. Belli duyarlıklar, ahlaki dokunuşlar düzeyinde işi götürdüğümüz bir gerçek.

Bunlar da hiç şüphesiz küçümsenecek dokunuşlar değil. Ancak esas soruna dair bir tespiti ve farkındalığı ortaya koyamadığımız takdirde, bütüncül ve radikal bir değişimi temin etme şansımız yok. Hatta belirttiğim gibi, hakim değerler sistemini dini argümanlar marifetiyle tahkim etmek gibi sakat bir ruh, bir düşünce tarzı geliştirebiliyoruz. Oysa ayetteki “çalıştığının karşılığı” ifadesinin adaletten başka bir vurgusu olmadığı çok aşikar olmalı. Bizim pragmatik zekamız eğer ayetin anlamını yerinden (bağlamından) söküp çıkartarak çalışmayı bizatihi kutsallaştıran bir muhakeme tarzı izlemeye başlıyorsa, burada tabir caizse bir katakulinin olduğundan emin olabiliriz. Pragmatik aklın alamet-i farikası hep zaten bu tür yerinden etmeler olmuştur. Sözle anlam arasındaki illiyetsizlik, pragmatik düşüncenin büyük bir cambazlığıdır. Burada kabul edelim ki tam anlamıyla bir illüzyon işlemi gerçekleşmektedir. Fakat dil dediğimiz şey kültürel kodlarla öylesine organik hale geldiğinden, yapılan mantık illüzyonunu görmeyiz bile. Ayeti doğrudan genel geçer anlam çerçevesi içine yerleştirir geçeriz. Şartlı algı dediğimiz hadisenin bir veçhesi de tam budur. “Fidan dikiniz” tavsiyesini çalışmanın kutsallığına yormaya başladığımızda da yine aynı cambazlığı yapıyoruz. Buradaki tavsiyeyi dünyayı imar etmekle ilgili “genel bağlamı”ndan çıkararak her türlü çalışma biçiminin övülmesine teşmil ettiğimizde işin rengi değişiyor.

Dananın kuyruğu da işte burada kopuyor diyebilirim. Çalışma realitesini (emek olgusunu) onu sarıp sarmalayan ilişkiler ağından soyutlayarak bizatihi bir değer haline getirecek olduğumuzda yaptığımız şeyin adı kutsallaştırma, başka deyişle bir fetişletirme olmaktadır. Oysa bu noktada can alıcı bir ayrımı yapmamız gerekiyor: Çalışmanın ontolojik boyutuyla sosyolojik, ekonomik ve ekonomi-politik boyutu birbirinden bambaşka şeylerdir. Ontolojik açıdan çalışmanın önemini yadsımamız söz konusu olamaz. Biliyoruz ki, biz insanoğlu sadece tüketici varlıklar olarak kalamaz, çalışmadan insani bir varlık haline gelemeyiz. “Bir şey” yapma yolundaki her emek sayesinde -müteşebbislerin de bu kategoriye dahil edilmesinde bir beis olmadığını belirtmek isterim-kendimizi ve dünyayı deneyimliyoruz. Böylelikledir ki fikri ve ruhsal tekamülü gerçekleştiriyor, şahsiyetimizi kazanıyoruz. Dolayısıyla burada çalışma dediğimiz şey, bizim aslında doğrudan “kendimizi gerçekleştirme” etkinliğimize takabül etmekte. Bir bakıma muhayyel bir dünya cennetini tasvir ediyoruz denebilir. Ahiretteki cennet hayatı için de aynı şey söylenebilir mi, Allah-ü alem. Her şeyin hazır ve nazır olduğu, tatminsizliğin söz konusu olmadığı bir varlık dünyası içinde kendini gerçekleştirme diye bir ihtiyaç herhalde vaki olmayacaktır. Ne ki Adem aleyhisselamın cennetten kovulmasıyla başlayan sürgün hayatımız, bir tarafıyla biz insanların çalışmayla cezalandırılması, -teşbihte hata olmaz- bir tür kürek mahkumluğu anlamına gelmektedir. İnsan var olmak için artık çalışmaya mahkumdur. Başka deyişle özgürlüğünü kaybetmiştir.

İdeolojik bir kandırmaca

Dolayısıyla çalışmanın sadece ontolojik boyuta indirgenmesi dünya gerçekliğiyle bağdaşır bir durum değil. Ontolojik olmayan taraflarına baktığımızda ise çalışma olgusunun nasıl büyük bir sorunsala dönüştüğünü tespit etmek gerekiyor. İdeolojik örüntüler buralarda çünkü olanca karmaşıklığı içinde kendisini göstermekte. Sosyal hiyerarşi ve güç ilişkileri etrafında yapılanan çalışma hayatı, sözünü ettiğimiz mahkumiyeti son derece görece ve gayri- adil hale getiriyor. Çalışma hayatının aynı zamanda iktidar gerçeğiyle mücessem olduğunu görmezsek hata yaparız. Fakat çalışmayı kutsallaştıran söylemler, bizim buradaki sosyal, ekonomik iktidar yapılarını ya mümkün mertebe göz ardı etmemizi ya da öylece kanıksamamızı telkin etmektedir. Zira çalışmanın belli kesimler için işkence demek olduğunu, kölelikten başka bir anlam taşımadığını neden görmeyelim? Güç ve mülkiyet sahipleri, sosyal ve ekonomik dünyanın gerçekleri içinde kendi çalışmalarını ontolojik bir tecrübeye dönüştürebiliyor; bu özgürlüğü ve keyfiyeti kendileri adına yaşamaktadırlar. Eski çağların köleci sistemiyle bugünün çalışma dünyası arasındaki benzerlik bu açıdan dehşet vericidir. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz özgürlükler çoğu kimse için aslında pek de öyle özgürlük falan sayılmaz. Çalışma hayatındaki hiyerarşi bazılarını köle, bazılarını özgür ve/veya ayrıcalıklı insanlar haline getirmiştir. Kölelerin köle olduklarını fark etmemesi, bunun farkettirilmemesi ise bizim burada ideoloji adını verdiğimiz yanılsamalar kompleksinin bir sonucundan ibarettir. İşbu ideolojnin en büyük marifeti hakikatleri gizlemektir. Eflatun, Aristo gibi koca koca filozofların mevcut köleci yapıyı doğal ve hatta bir zorunluluk olarak idealize etmeleri, ideolojinin nasıl bir toplumsal-zihinsel formasyon olduğunu bize çok iyi gösterir. Elitler çalışmadan muaf kılınmış ayrıcalık sahipleridir. Köleler ise entelektüel yetenekleri olmayan aciz, başkalarına muhtaç varlıklardır. Bu itibarla, aramızdaki bazılarının berbat, düşük işleri yapması bir kaderdir. İsteseler de istemeseler de bu işleri yapacaklardır. Doğa, toplumu bu şeklide hiyerarşize ettiğine göre hak ve adalet budur. Toplumun üst veya elit tabakaları için lanetli bir şey olan düşük işler, alt kesim için neredeyse birer lütuf haline gelir. Gerçi hani artık eski çağlardaki gibi değiliz, üst kesim bu işlerin bir kısmına elini değdirmeye başlamıştır, ancak sadece bir takım hobiler olarak. Kimse mesela tuvalet temizleme, hamallık işlerini hobi diye yapmayacaktır. Fakat tuvaleti temizleyen hizmetçi ev sahibine yine de minnet duymaktan geri kalmaz. Doğaya bağladığımız gerçekler dünyası zalim mi zalimdir çünkü. Birileri ise buna karşılık tribünlerden, kürsülerden, ordan burdan türkümüzü çağırır durur: Çalışma kutsaldır! Ayılana bayılana kadar çalış. İş olsun da hani ne olursa olsun... Kölelik modern dünyada artık form değiştirmekle kalmayıp alabildiğine içselleşmiştir. Kölenin köle olma bilinci, sosyal, kültürel, ekonomik yanılsamalar yoluyla iğdiş edilmiştir. Köleler güya özgürleşmiştir.

Bir şeyler tabii ki değişti, değişiyor. Kölelerin yerini almış olan çalışanların çalışma koşulları giderek iyileşti, iyileşiyor. Bunun için hem belki toplumsal çatışmanın hayırhah yönlerini hem de teknolojinin iyiliklerini minnetle anmamız lazım. En azından mesela çalışmanın sekiz saatle sınırlanması, asgari ücret, sosyal güvenlik sisteminin güçlendirilmesi gibi bir dizi iyileştirmenin daha müreffeh bir kölelik (!) anlamına geldiğini kabul ediyoruz. Genel refah düzeyi yükseldiği nispette çatışmasız, kaynaşmış bir toplum halinde kardeş kardeş yaşamaya da devam ederiz diyelim. Acaba meselemiz böylece bitmiş olacak mı? Kölelerin köle olduğu gerçeği ne zaman, ne şekilde ortadan kalkıyor, kalkacaktır? Buna dokunmayalım, çünkü yanarız. Çünkü evet, bunları söylerken çok sevimsiz olmaya başlıyoruz. Doğamızı, reel dünyayı ve zihinsel kalıplarımızı bu kadar zorlamanın, bu kadar ütopyanın hayatımıza bir faydası galiba yok. Herkes kaderiyle barışmayı öğrenecek. Kapitalizm bize bunu zaten epey zamandır öğretmiş gözüküyor.

Emek dayanışması

Emek dayanışması konusundaki çabaların emeğin hakkını savunmak ve sosyal iyileştirmelerle sınırlı bir çerçevede kalması, en azından entelektüel platformlarda üzerinde durulması gereken konulardan biri. Böylelikle toplumsal-siyasal vizyonumuzu daha ahlaki ve insani bir niteliğe kavuşturmaya yönelik bir kaygıyı ve çabayı paylaşmış olacağız. Aynı zamanda, iktidar ilişkilerinin yapılandırdığı, doğal diye takdim edilen sosyal gerçekliğin ve eşitsizliklerin gayr-i insani taraflarını görme imkanını bulabileceğiz.

Emek dayanışması, özgürleşmeye ve saygınlığa yönelik bir eşitlik arzusuyla temellendiği nispette kapitalizmin kuşatamayacağı bir ufka kendisini yerleştirmiş olacaktır.

[email protected]