Emperyalizm insanlığı hedef alan bir savaş halidir

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
25.03.2022

Emperyalizm varlığını, kendi kurduğu perdeye yansıttığı senaryonun sürdürülebilmesine bağlamıştır. Bu senaryoda gösterilen yeri kabul etmek zaten kaybedilmiştir. Karşı olmak ise süren bir savaş ifadesi olarak sömürgeciliğin çatışma ve savaşsız olmasının mümkün olmayacağının ifadesidir.


Emperyalizm insanlığı hedef alan bir savaş halidir

Sömürüyü hak görerek varlık bulan bir sistemin gerçekleşebilmesi, buna uygun bir hak algısı üreterek sömürünün meşrulaştırılmasıyla, her koşulda savaş halini diri tutabilmesiyle mümkündür. Emperyalizm, malla aline olmuş ve bunu vazgeçilmez kudret ve şöhret kaynağı olarak içselleştiren ancak, bu kadar basit bir açgözlülüğü normalleştirme çabasıyla küresel ortamda kurumsallaşarak varlığını sürdürülen bir kaos sistemidir. Böyle bir sistemi sürdürebilmek, teolojik araçlarla tam bunu uygun bir tanrı icat edip, buradan elde edilen meşruluğa dayalı gerçekleşiyor. Normal bir insanın akleden kalbi üzerinden bu sistemin gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Bunun için fizyolojik ihtiyaçlarla güdülenmiş hesapçılık üzerinden, kar zarar diyalektiği ile beğin ve kalp arasındaki bağı kesip özneleştirilen bu akıl, kendisini özneleştiren sistemin nesnesi olarak, insanı insanlığı üzerinden özne kılan akleden kalple her zaman savaş halinde olmuştur. Tüm ihtisas alanları ile kendisini teolojik bir kaide üzerinde inşa eden bu yapı itibarını, amaca ulaşmak için her yolu mübah kıldığı bir sistemle elde ettiği "hak etmesek bunlar bize verilmezdi" inancına dayalı tanrı mirasçılığı itikadına dayandırır. Tüm karmaşıklığına rağmen bu algının merkezinde, mala dayalı güç fetişizmini esas alan ve tüm sistemin bu malın dolaşımı üzerinden şekillendiği şahsına münhasır pazar olduğunu söylemek mümkündür.

Sınırsız ihtiyaç meselesi

Hiyerarşik iktidar ilişkileriyle kurulu bu sistem, sınırsız ihtiyaçları temin etmeye matuf tezgahlar üzerinden küresel bir agora olarak kendisini gerçekleştiriyor. Bu amaca dönük değer ifade eden her ürünün kapasitesine uygun bir tezgah tahsisiyle oluşan bu agora, dünyanın dört bir yanına açtığı bu tezgahlar üzerinden kimin nerede ne kadar var olacağını belirleyen fiyat-değer politikaları ile değerler sistemini etiketleyip kendini görünür kılacak aidiyetler kuruyor. Bu sistemin başat tüm kavramları Antik Yunan kavramlarıdır ve sistemin kuralları ise Antik Yunan'dan tevarüs etmiş Roma agorasında gelişen hukuk sistemine dayanır.

Antik Yunan site devletleri, agoranın teşekkülü ile devlet vasfını kazanmış ve sınırları içindeki herkesi ve her şeyi buradan tasnif ederek onlara aidiyetler vermiştir. Burada tezgahı olan herkes kapasitesi ölçüsünde vatandaşken, birçoğu da bu tezgahın üzerinde alınıp satılabilen eşyadır. Ancak bu makbul vatandaşlık statüsü, mülkiyet ilişkisi ile doğrudan bağlantılı olduğundan, vatandaşlık haklarını koruyabilmek, tezgahlarında yeterince kıymete sahip olmalarına bağlıdır. Yoksa gözden düşüp bu vasfı da kaybederler. Bu küçük site devletleri büyük Roma agorasının prototipleri olarak, onun teşekkülünde aldıkları farklı biçimlerle varlıklarını sürdürmüştür.

Süfli dünyanın hesap işleri

Ancak doğudan gelen yeni inancın, Roma potasında şekillenen kilise olarak iktidarı, Olimpos'da ikamet eden tanrıları bu pazardan sürüp yerinden etmişti. Artık merkezde bu tanrıların tezgahlarının kurulu olduğu agora değil herkesin ve her yerin sahibi kilise olarak Tanrı'nın evi vardı. Böylece her istediğini dilediği gibi yapan İnsanüstü Zeus ve yarı tanrı yarı insan olarak babasının insanları inciten kudretini telafi etmeye ve böylece onu mazur da göstermeye çalışan Herkül bir süre dinlenme fırsatı bulmuş oldu. Bu inancın yorumuyla kendisini yeniden inşa eden Roma bundan böyle Tanrı temsilcisi Kutsal Roma'dır. Süfli dünyanın tüm hesap işlerini kendi sorumluluğuna alarak agorayı tanrıları ile sürgüne gönderen bu yeni sistem uzun süre toplumun inancını kurtarıp manevi dünyaya aracılık etti. Herkül'ün dünyevi kurtarıcılığının yerini, Mesih'e iman ile ebedi kurtuluş almış oldu. Rönesans'ı bu ebedi kurtarıcılığı diri tutacak ebedi mağduriyetten bezmiş ve aklın isyanı olarak okumak mümkündür.

Hıristiyan dünyanın ilk bin yıllık kurtarıcılığı, bu kurtarıcılığın büyüklüğü kadar büyük problemlere bir tepki olan rönesansla, onu antik kodlarından yeniden üreten batı olarak ortaya çıktı. Batı kavramı, doğudan gelen bu kurtarıcıya karşı, onun kovmuş olduğu eski Yunan ve Roma tanrılarını özlemle resmedip, onları tekrar dirilterek onlarla birlikte dirilebilmeyi dileyen rasyonel estetiğe dayalı düşünce ve sanat akımı olarak ortaya çıktı. Kurtarılmışlığı yeterince tatmış olan bu coğrafya artık kendi içinde kurtarılmak yerine kendisi kurtarıcı bir kilise olarak kurtaracağı bir de doğu imgesi resmetti. Bu ilişkide batının ebedi kurtarıcılığı doğunun kurtarılması gereken ebedi mağduriyetini sürdürülebilir kılacak bir projeye bağlandı. Böylece doğu-batı olarak tasnif edilen yeni dünya, hesapçı estetiğin rasyonalitesine bağlanmış modla icad edilen modern dünyayı küresel bir agora üzerinden fiyatlandırıp tüm dünyanın değerler sistemini üreten yeni Zeus ve Olympos tanrılarını diriltip, onların otoritesini telafi ederek mazur gösteren Herkülleri ile kendini dönüştürmeyi başarmış oldu.

Hangi zamanda olursa olsun, emperyalizmin genel görünümü, kurduğu sistemin otoritesine itaat eden, kendisi ile çatışmayan her tür inancın tezgah açmasına izin veren ve her tür değeri fiyatlandırma tekelini elinde bulundurup her şeyin değerini belirleyerek anlamlar dünyasını üreten küresel bir pazar ilişkisine dayanır. Böylece hayatın bir parçası olması gereken pazar, anlamlar evreninin merkezinde modern sistemin kalbi olmuştur. Her şeye, öyle ki akla ve inanca dahi koyduğu tezgah üzerinden değer biçen bir pazar. Rasyonel ve hesapçı bir akıl, yapacağı muhasebenin kar zarar diyalektiği ile zaten bu tezgaha gönüllü olarak çıkma hevesindedir. Bu anlamada sınırsız ihtiyaçları olduğu inancıyla güdülenmiş modern aklın ve inancın, amaca ulaşmak için her yolu mübah kılmaktan başka çaresi yoktur. Sınırsız ihtiyaçlarla tanımlanmış bir varlığın yöntemlerinin sınırsız olması düşünülemez. Böyle bir yol üzerinde gerçekleşen doğu batı diyaloğunda kurtarıcılık, batılı refah ve kudretine hasretle iç geçiren durumuna düşmüş mağdur doğunun bu mağduriyetinin ilelebed payidar kalmasıyla gerçekleştirilebilir.

Özgürlük bildirgesi

Bu hususta kurtarıcıyla yakınlık kurabilenlere belki kendilerini batılı gibi hissetme payesi verilip gerekli birkaç mahallenin tezgahtarlığı üzerinden tedavüle çıkma vizesi verilebilir. Ancak bu, duygularıyla oynanıp ümit verilerek işi bittiğinde bir köşeye atılmaktan öteye hiç geçmemiştir. Kendisini hiçbir şekilde sınırlamayan ve bunu özgürlük bildirgesi olarak her fırsatta beyan ederek her dilediğini yapabileceğini gösteren modern batı bu inancın, sınırsız ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılama ilkesini, tüm dünyada siyasetin ve iktisadiyatın teolojisiyle normalleştirmeyi de başarmıştır. Bu pazara düşen, sınırsız ihtirasları olan pazarcının müşterisi, en iyi ihtimalle tezgahtarı olmaktan kurtulamaz.

Doğuya baktığımızda da benzer algılarla aynı yapılar göze çarpar. Zaten doğu ve batı kavramları salt coğrafi değil daha çok siyasi kavramlardır. Kabe'yi her kabilenin tanrısına açtıkları tezgahlar üzerinden pazara dönüştürenler, Hz. Peygambere de bu pazarda kendi tezgahlarına dokunmaması şartı ile tezgah açmayı önerip bunu kabul etmesi halinde kendini Mekke'nin kralı yapacaklarını söylemeleri manidardır. Bu pazarda kendi amaçlarını gerçekleştirmeye matuf, icat ettikleri teolojik tanrıların otoritesine dokunulmadığı sürece hiçbir inanç sakıncalı görülmüyor. Diğer tezgahlara karışmamak, onlarla iyi geçinmek şartı ile herkesin kendi tanrısını getirip koyabileceği ve onun üzerinden hiyerarşik iktidar ilişkisinde yer alabileceği bir pazar daha zengin görülebiliyor. Hz. Peygamberi bu pazarda tezgah açmaya davet edenler daha sonra O'nun tezgahları denetlemek için çarşı pazarda dolaşmasından rahatsız olmuştur. Çok Tanrılı toplumlarda her bir tanrı bir kişi veya kabilenin yeryüzünün belli bir bölgesinde o kişi veya kabileye iktidar tesis eden kutsal meşruiyet üretir. Bu anlamda bu tanrıları inkar bu kişilerin iktidarını inkar etmekle aynı ölçüde tepkiyle karşılaşır. Tanrısal lütfa dayandırılan malın çokluğu üzerinden elde edilen hak ihdas etme yetkisi, günümüz modern dünyasının ölümlü tanrılarıyla benzer algılarla devam ediyor.

İnsanları, mal ve oradan edinilmiş statülerle ilişkilendirip onun üzerinden tasnif etmek, işi mala bağlayıp itibarını develerin sırtında aramaya ve o kervanın peşinde kutsal bir hac yolcusu gibi tevazu içinde eşiklere yüz sürmeye yol açabiliyor. Tüm çıkış kapıları sıkı sıkı kapatılmış bu pazardan çıkıp, burada müşteri dahi olmamak dileği ile sadece Rezzak olana hamd eden ifadelere kızan tezgahtarın, -ne yani bunu biz bilmiyor muyuz, biz sadece Rezzak olan Allah'ın rızkına bizi daha çabuk ulaştırsın diye bu kervana katıldık! diyerek korku salan kızgınlıkları da yatışmış değil.

Emperyalizm varlığını, kendi kurduğu perdeye yansıttığı senaryonun sürdürülebilmesine bağlamıştır. Bu senaryoda gösterilen yeri kabul etmek zaten kaybedilmiştir. Karşı olmak ise süren bir savaş ifadesi olarak sömürgeciliğin çatışma ve savaşsız olmasının mümkün olmayacağının ifadesidir.

Pazar ritüelleri

Zannediyorum, mabed olarak tüm dünyayı dizayn eden bu pazar ritüellerini terk edip, batının bu topraklardan aldıklarını kumanya olarak dağıttığı kalabalığın içinde birbirini ezerek, çığlık çığlığa eda edilen ayinden vazgeçip, hakikate devri geçmiş muamelesi yapmadan, Rezzak olanın Allah olduğuna iman edip alışveriş için tapınma ritüellerine gerek kalmayacak, alın terinin tecellisi olan bir pazarı kurup emeğe sahip çıkılmazsa bu cari mabedin ocağını harlayan talipleri olarak onun eşiğine yüz sürme ayini sona ermeyecek. Uzun zamandır doğudan yükselen ve gün be gün batının sınırlarına yaklaşan alevler, emperyalizmin mabedi bu agoranın ihtiyacı olan enerjiyi üretiyor. Durumun, bu ateşi yakanların iman edilmesini bekledikleri kader olmadığı ise çok açık.

[email protected]