Emperyalizme karşı pro-aktif siyasetin inşası

Ali K. Metin / Yazar, Şair
10.03.2018

Askeri tedbirlerle emperyalizmin oyununu bozmak muhakkak bir zorunluluk. Afrin Operasyonu, Ortadoğu’nun yumuşak karnı olmadığımız konusundaki hem siyasi hem de sosyal farkındalığın ve iradenin bir yansımasıdır. Doğrudur, evet ama yetmez!


Emperyalizme karşı pro-aktif siyasetin inşası

Milliyetçilik ideolojisi, modernleşme sürecinin bir sonucu ve vetiresi olarak tebarüz etmiştir. Bunun ne demek olduğunu ayırt edemediğimiz takdirde, yaşadığımız realiteyi anlamamız da son derece müşkül hale gelecektir. Milliyetçiliğin kolektif varoluşumuzda içkin bir değer, bir zorunlulukmuş gibi algılanması tam anlamıyla modern zamanlara ait bir yanılsamanın sonucudur. Oysa milliyetçilik, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir fenomen olarak tarihsel bir gerçeklik niteliğini kazanmış olup, yine tarihin akışı içersinde yerini başka fenomen ve değerlere bırakmakla mukayyettir. Bu anlamda ne liberalizmi ne de milliyetçiliği “tarihin sonu”nu getirmiş ideolojiler veya olgular diye kabul edebiliriz. Bugün eğer, sömürgecilik, bağımsızlık, küreselleşme gibi meselelere tarihsel olanla reel olanı sentezleyerek bakma başarısını göstermezsek, nihayetinde doğru analiz ve sonuçlar ortaya koymamız beklenmemeli. Milliyetçilik, tarihin dinamik akışı içersinde hem bir imkan ve zorunluluk hem de bir sorunsal olmaklığıyla önümüzde duruyor. Bu paradoks, yaşadığımız belki de en önemli hakikattir.

Ulus-devlet realitesi

Hakim görüşe göre, ulus-devlet olgusu modernleşme sürecinin başat faktörü olan sanayileşmeyle birlikte bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Ne ki, bu görüşün en azından ABD örneğine bakarak sorgulanmamış veya revize edilmemiş olması bile sanıyorum ilginç bir aymazlık veya tutarsızlık örneği olmalı. Dünyaya ulus-devlet milliyetçiliğini empoze eden Batı medeniyetinin (intelijensiyanın) ABD’yi bir şekilde istisnai konuma koyması hiç şüphesiz izahtan varestedir. Dolayısıyla ulus-devlet olgusunun tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru yaşanan dönüşümle ilişkisi kurulsa bile, bunun alternatifsiz ve evrensel bir zorunluluk olduğu iddiası büyük şüphe götürür. Aslına bakılırsa ulus-devlet formu, Avrupa-merkezli bir sosyo-politiği ve devlet modelini idealleştirmeye yönelik ideolojik manipülasyonlarla çok daha ilişkilendirilebilir bir “dayatma” aracı olarak kullanılmış gözükmektedir. Avrupa’nın sosyo-politik realitesinden zuhur eden ulus-devlet formu/olgusu, sömürgecilik sonrası dönem için esasen paha biçilmez bir siyasi ve ideolojik sermayeye dönüştürülmüş, yeni-sömürgeciliğin en stratejik unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Millet ve milliyetçilik değerleri üzerinden küresel bir statükoyu inşa etme süreci böylece başlatılmıştır. Milliyetçilik ideolojisinin ve milli devletin bir bağımsızlık meselesi olarak algılanması ile iş çığırından çıkmaya başlamıştır. Ne ki, halk/teba kavramının yerini milletin almasıyla başlayan süreçte millet kavramı/olgusu ister istemez temel bir sorun haline gelmiş, lokal düzeyde bile olsa kanayan bir yara olmaya devam etmiştir. Dahası Avrupa kendi içinde ulus-devlet yapılarını aşarak daha büyük bir birlikteliğin arayışını sürdürürken, öteki dünyanın ülkelerinde kimi milliyetçilik dalgaları devletleri beka problemleri ile karşı karşıya getirebilmektedir. Problem elbette reel şartlar çerçevesinde milliyetçiliği ne günah keçisi yaparak ne de yüceleştirerek çözülemeyecek biçimde paradoksal ve çetrefildir. Meseleyi sadece emperyalizme irca ederek düşünmemiz de doğru değil; bu, yarayı daha büyük cerahate dönüştürmekten başka işe yaramaz. Mesele sömürgeci, emperyal güçlerle ne kadar ilgiliyse, ülkelerin kendi sosyal, siyasal şartlarıyla da en az o kadar ilgili. En basit ifadesiyle, millet olma “kabiliyeti”, “motivasyonu” ve “şartları” ülkelerin bekası açısından kritik bir öneme sahip. Sorunları öteleme veya görmezden gelme lüksümüz yok. Emperyalizmin dümen suyuna girme lüksümüz ise hiç mi hiç olmamalı.

Ancak emperyalizm milliyetçilik silahını kullanarak sömürgecilik sonrası dönem için uygun siyasal, kültürel, ekonomik vasatı olabildiğince oluş-turdu. Aslında sömürgeciliğin şekil ve nitelik değiştirerek yeni bir yola girdiğini söylemek daha doğru olacaktır. Artık manuel (fiziksel) değil yapısal mekanizmalar yoluyla icra gücü kazanmış yeni bir sömürgecilik dönemi başlamıştır. Ulus-devlet formu bu mekanizmanın işlemesini sağlayan ana unsur rolü oynamakta, sömürgeciliğin ihtiyaç duyduğu sosyal, kültürel standardizasyonu ve kontrol edilebilirliği sağlamaktadır. Toplumun belli düzeylerde türdeş hale getirilmesi sömürgeciler açısından önemli bir hedef, bir meseledir. Sahip olduğu ideolojik ve kültürel özgüven sebebiyle bu türdeşliğin reaksiyoner bir güce dönüşme potansiyelini (ihtimalini) bile bir bakıma yok saymış gibidir. Fakat realiteyi de hafife almamak gerekiyor. Bütün budanmalara rağmen, Türkiye’nin misak-ı milli sınırları emperyalizme karşı Türk-Kürt kardeşliğinin bir zaferi sayılmalıdır. Bu kardeşliğin elbette daha büyük bir zaferle sonuçlanması gerekirdi. Bunun içinse emperyalizmin oyununa gelmemek, milliyetçilik ideolojisini aşan büyük devlet vizyonuyla hareket etmek mecburiyeti vardı: Devleti kutsallaştırdığımızdan değil, ancak yeni-sömürgecilik realitesine karşı bütünleşmenin daha bir önem kazanmasından dolayı böyle. Bütünleşmenin millilik kavramıyla sınırlanması ise 19. ve 20. yüzyılların bir handikabı olageldi. Zira milliyetçilik ideolojisi, sosyal, kültürel ve siyasi realiteyle uyuşmayan içeriğiyle bilhassa Ortadoğu coğrafyasını muhtelif komplikasyonlara yol açacak bir sürece gebe kılmıştı.

Peyder pey ulus-devlet yapılaşmalarına yol açan sanayileşme süreci, kişilerle toplum ve devlet arasında daha organik bir ilişki biçimini icbar etmekteydi. Bu ilişkide devletin tayin edici ve yönlendirici rolü ise son derece önemli. Zira sanayileşmeyle birlikte gelişen şehirleşme ve dolayısıyla bireyselleşme olgusu karşısında yeni bir kolektif kimlik ve aidiyet ihtiyacı sosyal açıdan olduğu kadar siyasal açıdan da zaruri hale geldi. Geleneksel değerler ve ilişki biçimleriyle oluşan yerel cemaat kimlikleri, devletin teminatı olan bütünleşme ve türdeşleşmeyi sağlama gücünden görece olarak yoksundu. “Topluluk” halindeki insanları artık bir “toplum” örgüsüne sahip kılacak yeni değer ve ilişki biçimlerinin üretilmesine ihtiyaç vardı. Bunu kültürel katmanlarla siyaset mekanizması arasında yeni ve belirleyici bağların kurulması şartına bağlayan Gellner’in ifade ettiği gibi “temel ipucu yerel topluluk dışında toplumsallaşma zorunluluğudur. Bu artık kaçınılmaz olmuştur. İşte ulusçuluğun anlamı ve ulusçuluk çağında yaşamamızın sebebi budur” (78)*. Gellner’e göre ulus-devletin ihtiyaç duyduğu şey bütüncül mahiyette bir kültürel türdeşlik değil, siyasal birlikteliği sağlayacak üst değerlerin kültürel düzeyde inşa edilmesidir. Ulus-devlet, söz konusu üst değerler marifetiyle tedarik edilen kolektif kimlik temeli üzerine oturtulacaktır. Bununla beraber sadece kolektif (milli) kimliği ve tasavvurları üretmekle kalmayıp aynı zamanda iktisadi açıdan toplumun gerektiği şekilde organize ve teçhiz olmasını temin edecek olan eğitim kurumlarının oluşturulması ve işlevselleştirilmesinde devletin belirleyici konuma gelmesi kaçınılmaz olmuştur. “[E]ğitimin altyapısı örgütlerin en büyüğü olan devlet dışında hiçbir örgütün üstlenemeyeceği kadar büyük ve pahalıdır... eğitimin gelişigüzel ve düşük standartta olmamasını temin eden bir organizmaya ihtiyaç vardır” (76-77).

Mızrak çuvala sığmıyor

devlet yapılarının genel durumu da zaten ulus temelli bir yapılaşmayı öne çıkarıyordu. Bu nevi zorlamalar sonucu tarih sahnesinde yeni bir güç dalgası oluşturan milliyetçilik ideolojisi, 18. yüzyıldan başlayarak dünya siyasi haritasını şekillendirdi. Avrupa menşeli ulus-devlet yapıları ve milliyetçilik ideolojisi, öteki dünya ülkelerine bir modernleşme vetiresi olarak ihsas ettirildi. Eşitlik, demokrasi ve bağımsızlık kavramlarıyla siyasi meşruiyet ve motivasyon oluşturuldu. Sovyetler Cumhuriyetinin dağılmasında da milliyetçilik faktörü bilindiği gibi önemli rol oynamıştı. Sonunda kapitalizmle beraber milliyetçilik ideolojisi kazanmış oldu.

Fakat küresel statüko dünyayı tamamen stabil hale getirmiş dolayısıyla tamama ermiş bir süreç değil. Muhtemelen hiç bir zaman da tamamlan-mayacak ve “tarihin sonu” bir türlü gelmeyecek. Bir tarafta mevcut ulus-devlet yapılarının içerdiği kültürel-siyasal çelişkiler, diğer tarafta küreselleşme sürecine bağlı olarak ulusçu normların aşınmaya başlaması, statükoyu orasından burasından çekiştirmeye devam edecek. En çok da ulus-devlet yapılarında içkin çelişki ve çatışma potansiyeli eşitlik, demokrasi ve refah meselelerinde ulus-devlet normlarını gün gün daha mütekamil bir seviyeye doğru zorlayacak. Mızrağın çuvala sığmaz hale gelmesi tarihin bir cilvesidir ve bunun da şakası yoktur. Etnik-kültürel farklılıklar ulus-devlet sınırlarını tehdit edici bir ivme kazanma ihtimalini kendisinde ne yazık ki barındırıyor. Milli birliği temin etmenin şartları bu yüzden giderek daha ağırlaşmış gözüküyor. Elbette bu ihtimali abartarak paranoyaya dönüştürmemek ama en azından sağlamcı bir anlayışla ciddiye almak gerekir. Günübirlik çözümlerle yetinmenin bedelini ödemek zorunda kalmamalı. Bu sebepten, kah kardeşlik retoriğiyle kah cebir yoluyla milli birliği güvence altına almanın sürdürülebilir olduğunu düşünmek büyük hata olacaktır.

Büyük devlet vizyonu

Mesele suyun akışını tersine çevirecek bir birliktelik ruhunu ve ilkesini tecessüm ettirmektir. Bunu mümkün kılmanın yollarını hep birlikte araştırmak zorundayız. Çözüm sürecinin akamete uğraması ne büyük bir talihsizlikse, sürecin yeniden başlatılması da o kadar hayati bir öneme sahip. Bunun için elbette siyasi konjonktürün uygun bir kıvama gelmesi, getirilmesi icap eder. Diğer taraftan askeri tedbirlerle emperyalizmin oyunu bozmak muhakkak bir zorunluluk. Afrin Operasyonu, Ortadoğu’nun yumuşak karnı olmadığımız konusundaki hem siyasi hem de sosyal farkındalığın ve iradenin bir yansımasıdır. Doğrudur, evet ama yetmez!

Çünkü mesele sadece emperyalizmin oyun ve planlarını bozmaktan ibaret değildir. Böyle bir basitlik ve safdillik içinde konuya bakamayız. Su-yu tersine çevirmenin yolu, kanaatimizce ulus-devlet mantalitesini aşarak büyük devlet vizyonunu oluşturmaktan geçiyor. Ulus-devlet anlayışına sıkıştırılmış devlet ve siyaset normlarıyla sorunu göz ardı etmek veya bastırmaya çalışmak bize pahalıya mal olabilecektir. Meseleyi hafife almak da, emperyalizmin oyunudur diyerek güvenlik tedbirleriyle geçiştirmek de büyük bir aymazlığa işarettir.

Türk-Kürt kardeşliğini büyük devlet vizyonuyla tahkim ve tecessüm ettirmenin kritik bir aşamasındayız. Birleştirici vizyon ve eylem konusunda dakik olmak ama geç kalmamak gerekiyor. Burada emperyalizmin başarısızlığından ziyade kendi gücümüze ve potansiyelimize güvenmemiz şart. Buysa meseleyi hak ve hukuk konularından öteye bir tür varoluş meselesi olarak idrak etmeyi zorunlu kılıyor. Hak hukuk planında elbette her türlü iyileştirmeler yapılmalı, yapılacaktır; ancak yetmez. Gellner’ın de işaret ettiği gibi sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel eşitsizliklerin ortadan kaldırılması milli birliğin en önemli teminatlarından biridir. “Genel anlamda bir gelişme ve sosyal canlılıklara eşit imkanlarla erişebilmeye benzer bir durum var olduğunda, ilgili kültürler ya da ortak bir tarihe sahip bulunanlar dostça bir arada yaşayabileceklerdir” (198).

Bununla berber sosyal, ekonomik gelişmelerle yetinmeyecek düzeyde bir devlet vizyonuna ihtiyacımız var. Büyük devlet aynı zamanda ‘zama-nın ruhu’na yön verme kudretine sahip, bir anlamda Hegelyen devlettir: Devletin ruhu ve aklıyla bireylerin varoluş hedefleri arasında illiyet ilişkisini kurabilen devlet. Hiç şüphesiz, bunun faşist devleti ima veya ihsas etme ihtimali var ve fakat bu tehlikeyi bertaraf edecek bir basireti ve olgunluğu göstermeye her daim mecburuz. Zira bizim açımızdan emperyalizmin oyununu bozmak da yetmez, yetmemeli; diğer taraftan emperyalizmin küresel hegemonyasını alaşağı edecek düzeyde bir kültürel, manevi fetih cereyanını ikmal etmek gerekir. Bu ise kendisini öncelikle sosyal hayatta ve devlette tecessüm ettirmekle koşullu bir süreçtir.

Netice itibariyle reel-politikanın gözetilmesi ona hiçbir şekilde teslim olmayı gerektirmez. Büyük devlet vizyonu reel politika üzerinde etken, belir-leyici konuma gelmeyi sağlayacak hegemonik/üstün bir güç olma arayışıyla karakterize olacaktır. Toplumla devlet arasında kurduğu insicamdan güç alan ve bundan evrensel bir çekim alanı oluşturabilen ‘niteliksel üstünlük’ ve varoluş vizyonu! Mesele kanaatimce, bütün aciliyetiyle budur! Milliyetçilik tehdidini aşmak, aynı zamanda 21. yüzyılın pro-aktif bir gücü olabilmek için entelektüel ve siyasal enerjimizi bu vizyon arayışı üzerine yoğun-laştırmaktan sarf-ı nazar edemeyiz.

[email protected]

*Gellner, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusçuluk, Çev: Büşra Ersanlı Behar-Günay Göksu Özdoğan.