Entelektüelini bekleyen dünya

Ali K. Metin/ Yazar
15.12.2018

Egemen sistem, içerdiği liberal değerlerle toplumdaki hedonist, pragmatik temayüller arasında muhtelif şekillerde kurulmuş veya kurulmaya çalışılan bir denge üzerinde varlığını sürdürüyor. Bu dengenin ortaya çıkardığı insanlık durumunun/tablosunun eleştirisi üzerinden yeni bir toplumsal, ideolojik tahayyül geliştirmeye ihtiyaç var.


Entelektüelini bekleyen dünya

Dünyadaki yanlış gidişata, genel anlamıyla sisteme dair muhtelif analizlerden hareketle arka plandaki aydın/entelektüel kifayetsizliğini fark etmemek imkansız olmalı. Olan bitenlerden bütünüyle tabii ki aydın kesimi sorumlu tutacak değiliz. Sistem ve güç vakıası, kimi taraflarıyla aydınlara rağmen işleyen bir veçheye sahiptir. Bu itibarla tarihsel realite ve süreçler, toplumsal, siyasal, ekonomik etkenlerin bileşkesi diyebileceğimiz çok katmanlı bir yapı, bir teşekkül özelliği gösterir. Marksçı bir dille söylemek gerekirse, nesnel gerçeklik (dünya) fikirlerin değil, fikirler nesnel gerçekliğin sonucudurlar: Nesnel, beşeri dünyada tıpkı doğa yasalarına benzeyen yasalar vardır ve tarih bu yasalar uyarınca determinist bir oluşum, bir ilerleme süreci ortaya koymaktadır. Marksın bu naif olduğu kadar aşırı denebilecek basitlikteki determinizminin savunulamaz olduğu kısa zaman sonra Marksçı düşünürler tarafından bile kabul edilerek üzerinde tevil ve tashihler yapılmaya çalışıldı. Ekonominin yanı sıra toplumsal, siyasal, kültürel dinamiklerin oluşturduğu “otonomi” dolayımında önemli tezler geliştirildi. Antonio Gramsci’nin “hegemonya” teorisi bu açıdan Marksist ideolojiye hiza veren bir önem taşır. Gramsci, politik eylemin öznesini sınıflardan ziyade sosyal güçlere dayandırmış, entelektüelleri “tarihsel bloğun” oluşumunda kilit bir konuma koymuştur. Tarihsel bir hareketi gerçekleştirecek “hegemonya” için entelektüellerin belirleyici rolüne ihtiyaç vardır. Hegemonyadan kastedilen ideolojik üstünlüğü kazanmaktır.

Buna karşılık tarihin oluşumunda ideolojik gücün abartılması da düşeceğimiz en büyük yanlışlardan biridir. “Tarihi fikirler yapmaz” tezi tümüyle doğru değil ama tümüyle yanlış da sayılamaz. Maneviyatçı dünya görüşlerinin temel problematiklerinden biri budur. Dünyayı sadece fikirlerle anlayamaz ve değiştiremeyiz. “Gelin bu dünyayı değiştirelim” demekle dünya değişivermez. O yüzden siyasi aklı ancak stratejik parametreleri ve zuhuratı üzerinden doğru bir şekilde kavrayabiliriz. Marksist literatürde “praksis” kavramına bu yüzden ciddi önem verilmiştir. Dolayısıyla “entelektüel hegemonya”nın etkisi altında işleyen tedrici bir süreçten söz etmemiz zorunlu hale gelmektedir. Hegemonya unsurlarının öncelikle toplumsal dönüşümü sağlaması, beraberinde veya ardından siyasal dönüşümü gerçekleştirmesi gerekir. Tabiri caizse “sahici”, güçlü ve kalıcı bir dönüşüm bu yolla mümkün olacaktır.

Şamanlaşan entelektüel 

Açıkçası her kayıt ve şartta anahtar kavram, entelektüel yani geniş anlamıyla ideolojik hegemonyadır. Fakat bugün üzerinde durulması gereken asıl mesele, hegemonyanın sosyal ve siyasi düzlemdeki tahakkukundan ziyade, bizatihi kendisine ait bir varlık gücünü/emaresini gösteremiyor oluşunda yatmakta. 80’li yıllarda “ideolojinin sonu” diye deklare edilen postmodern vecize sadece meta-anlatıları tarihe gömme teşebbüsünden ibaret değil, aynı zamanda entelektüellerin önderlik misyonuna yönelik bir reddiyeyi ve/veya tespiti ifade etmekteydi. Burada alttan alta entelektüel öznenin sistem tarafından kuşatılmışlığına bir gönderme söz konusuydu. İdeolojilerle beraber entelektüelin rolü de artık toplumsal önemini kaybetmeye başlamış, en iyi ihtimalle sistemle çatışmasız hale getirilmiş oldu. Diyebiliriz ki sistemi dönüştürmeye güç yetiremeyen entelektüeller, bizzat sistem tarafından dönüştürüldü ve ehlileştirildiler. Küresel sistemin (ideolojinin) resmi veya gayr-i resmi vaizleri haline geldiler. Sistemin kah vaizliğini yaptılar kah bürokratlığını. Zira egemen yapının iki açıdan da entelektüellerin birikimine ihtiyacı vardı. Gerek iyice kompleks hale gelmiş olan “sistem makinası”nın çalışabilirliğini sağlamak gerekse sistemle kamuoyu, toplum arasındaki zihinsel devir daimi ve intibakı temin etmek bakımından entelektüeller hala işlevsel bir varlık göstermeye devam ettiler. Ancak sistem tarafından ruhen ve zihnen rehin alınmış dahası modifiye edilmiş olduklarından doğrudan ideolojik hegemonyanın kurucu unsuru olma vasfını hemen hemen yitirmiş oldular. Bauman’ın “köken mitosu” tanımlamasıyla aradaki benzerliğe  işaret ettiği gerçek birer şaman rolünü oynamaya başladılar. “[E]ntelektüelin rolünün meşrulaştırılmasındaki bazı çağdaş öğelerle etnoloji literatüründe kapsamlı olarak betimlenen şamanların nitelikleri arasındaki çarpıcı paralellik” (Bauman 2003, 21) tam da sistemin işleyişi açısından duyulan ihtiyaçta ortaya çıkmaktadır. Şaman da entelektüel de gücünü böylece sistemden almakta ama aynı zamanda sisteme güç vermekte, verdikleri kadar anlam ve önem taşımaktadırlar. Gramsci’nin “organik aydın/entelektüel” adını verdiği bağlı ve bağımlı entelektüel tipi tam anlamıyla budur. Bağımsız yaşayamayacak, bir varoluş gösteremeyecek kadar sisteme göbek kordonuyla bağlıdırlar.

Yaptığımız betimlemenin dışında kalan azımsanmayacak düzeyde istisnalar elbette vardır. Hatta bizi burada en çok ilgilendiren de zaten yukarıdaki genellemenin dışına çıkma ihtimalini haiz bu entelektüellerdir diyebilirim. Ama kabul edelim ki, Cemil Meriç’in Mağaradakiler’de betimlediği nitelikte aykırı ve bağımsız entelektüel tipinin -en azından bugünün dünyasında- istisnalar kapsamında yer aldığı bir vakıadır: “Avrupa aydınının ayırıcı vasfı kapitalizme düşmanlık” (Meriç 2008, 44) derken veya “Toplumlarını çağdışı bulunca çevrelerine yeni teklifler sunar entelektüeller, kurulu düzen bir an önce değiştirilmelidir” (Age, 46) tespitinde bulunurken de büyük çaplı, cins, gerçek entelektüellere işaret edildiğini biliyoruz. Öte taraftan, biz burada entelektüelin salt muhalif konumunda olması gerekip gerekmediği tartışmasıyla da ilgili değiliz. Ama toplumdaki fikir boşluğuyla entelektüel boşluk arasında doğrudan bir ilintinin bulunduğunu, bununsa gidişatımızı dolayısıyla siyasal tahayyülümüzü ve pratiğimizi mutlak şekilde etkilediğini tebarüz ettirmek arzusundayız.

Geleceğin mimarları

“Organik aydın”lar bir tarafa, entelektüel/aydın sıfatını taşıyan her kimse her şeyden evvel topluma önderlik etmekle mükelleftir. Bağımsızlık onun bir saygınlık, erdem ve varoluş meselesidir. Ne ki gerçekçi olmak gerektiğinde bunun söylendiği kadar olmadığı, ancak kalbur üstü, üstün meziyetlere sahip entelektüeller için kabil hale gelebileceği de dikkate alınmak gerekir. Bunun için Enis Batur’un işaret ettiği gibi yapılması gereken ilk iş belki de gerçek aydını “yarım aydın”dan ayırt ederek zihinsel ve ahlaki planda “asgari bir düzey’in saptanması” olmalı (Batur 1985, 12). Aydın ahlakı ve sorumluluğunu taşıyamayacak kadar sistemden yararlanma refleksleriyle malul zevatı hiç değilse entelektüel saygınlıktan mahrum edecek kolektif şuura ihtiyaç var. Gerçek entelektüel sadece bireysel tecessüs ve duyarlığın bir verimi olmayıp, aynı zamanda kolektif dünyanın bir eseri diye görülmeli. De Gaulle’ün “Sartre Fransa’dır” demesi bu açıdan manidardır. Sartre’ı Sartre yapan bir Fransa gerçeği ve toplumu vardır. Dostoyevski’yi de aynı şekilde Rus toplumundan ve tarihinden bağımsız anlayamayız.

Açık ve kesin olarak söylemek gerekirse entelektüel, toplumun hem hasılası başka deyişle resmi, hem de geleceğidir. Entelektüeli olmayan bir toplum geleceğini kendi elleriyle inşa etmekte müşkül duruma düşecektir. Türkiye ve İslam dünyası olarak yaşadığımız trajedinin sebebi biraz da burada aranmalı. Entelektüel boşluk fikir boşluğuna, fikir boşluğu genel anlamda bir edilgenliğe sebebiyet veriyor. Sistemin dışına çıkma yahut sistemi dönüştürme konusunda elzem olan entelektüel pusulayı ibraz edemiyor, daha ziyade zevahiri kurtarmakla idare ediyoruz. Entelektüel iradenin teşekkül etmediği yerde iş toplumsal sağduyuya kalmaktadır. Toplumsal sağduyu siyasi akla nüfuz edebildiği oranda zevahiri kurtarabilecek adımlar atıyoruz. Fakat gerisi gelemiyor. Sağduyu ve hassasiyet dünyayı dönüştürmeye kafi gelmemekte. Kolektif iradeyi harekete geçirme gücüne sahip entelektüel aklın devreye girmesi eni konu şart hale geliyor. Toplum da siyaset de gerçek entelektüellerin önderliğini bekliyor. Bir bakıma hani Godo’yu bekler gibi bekliyoruz. Akıl, bilgi ve ahlakıyla mümeyyiz bir topluluğun zuhuru selametimizin temel şartıdır da ondan. “İçinizden öyle bir topluluk bulunmalı ki, hayra çağırsın, iyiliği teşvik etsin, kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. (Ali İmran suresi: 104).

Entelektüel gücün kodları

Toplumun dahası insanlığın selameti mümeyyiz entelektüellerin varlığıyla ne kadar koşullu olsa bile, bu tek başına yetmemekte. Sistemin ve/veya toplumun dönüştürülmesi söz konusu olduğunda entelektüel hegemonya kavramı anahtar olma niteliğini koruyor. Buysa fikriyat (ideoloji) ile nesnel gerçeklik, diğer deyişle zamanın ruhu arasında sahici bir rabıtanın tesis edilmesini şart kılmakta. Entelektüel hegemonya kabul etsek de etmeksek de bu rabıtayla kaim. Dolayısıyla entelektüel zekayı bekleyen en önemli işlerden biri, öncelikle zamanın ruhuna nüfuz etme kabiliyetini göstermektir. Akabinde apriori, doktriner değerlerle zamanın ruhu arasındaki buluşmayı temin etmek mecburiyetindedir. Bunun için ideolojik doğmatizme ve körleşmeye yenik düşmeme basiretini göstererek değerlerle zamanın ruhu arasındaki diyalektiği sağlamak icap ediyor. Geleceğin kodları bu diyalektikte zuhur edecektir.

Egemen sistem, içerdiği liberal değerlerle toplumdaki hedonist, pragmatik temayüller arasında muhtelif şekillerde kurulmuş veya kurulmaya çalışılan bir denge üzerinde varlığını sürdürüyor. Bu dengenin ortaya çıkardığı insanlık durumunun/tablosunun eleştirisi üzerinden yeni bir toplumsal, ideolojik tahayyül geliştirmeye ihtiyaç var. Ne hedonizm ne de pragmatizm daha iyi bir dünya idealimiz üzerinde sabit, kırılamaz nitelikte prangalardır. Bu anlamda insanın insan olma potansiyeli sosyal, siyasal devrimlerin en başta gelen kaynağıdır. Söz konusu potansiyeli yeni, mütekamil değerlerle harekete geçirecek bir entelektüel aklın ve iradenin vücut bulması ve tabii hegemonik bir üstünlüğe kavuşabilmesi halinde, tarihi, büyük dönüşüm süreci başlamış olacaktır.

Dolayısıyla sistem karşısındaki zayıflığımız bütünüyle belki de entelektüel alandaki boşluktan ileri gelmektedir. Diğer taraftan, ancak sistemin parçası olmamayı başarabilen entelektüel akıl ve/veya topluluklar -gerek dogmatik gerekse egosantrik takıntıların aşılması kaydıyla- küresel çapta ideolojik (zihinsel) bir hegemonyayı tesis edebilir. Entelektüel hegemonya böylelikle varit hale geldiği takdirde, toplum veya insanlık ailesi kuvvetle muhtemeldir ki daha iyi bir dünya idealinden sarf-ı nazar etmeyecektir. Biraz da iyimser bir bakışla söyleyecek olursak, muhtemel bir entelektüel hegemonya, çıkar odaklarının ve ilişkilerinin mezarını kazacaktır diyebiliriz.

Kaynaklar

Bauman, Zygmunt (2003), Yasa Koyucular ile Yorumcular, Çev: Kemal Atakay, Metis yayınları, 2. Basım.

Meriç, Cemil (2008), Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 16. Baskı.

Batur, Enis (1985), Alternatif: Aydın, Hil Yayınları.