Erciş’te Hazan Erbil’de çekirdek mevsimi

Vahdettin İnce / Yazar
19.11.2016

Çekirdek çıtlatıp kabuklarını yere atma özgürlüğü yoksa bir yerde, buram buram kokan otlu peynir, etrafı esans kesafetinde saran büryan kokuları dahi götüremez beni, geçen yüz yılın son çeyreğine kadar dipdiri duran masalımsı Erciş’e. Erbil gerçekti. Ama Kadınlar Pazarı ancak postmodern şehrin merkezine kondurulmuş bir film seti kadar sahici.


Erciş’te Hazan Erbil’de çekirdek mevsimi
Geçenlerde bir vesileyle Erbil’e gittim. İkindiye doğru uçağımız Erbil havaalanına indi. Sarıya çalan gri bir bulut şehrin güney ufkunu boydan boya kaplamıştı. Bölgede sık sık görülen kum fırtınalarından birinin habercisi gibi duruyordu. Kaldığımız sürede bazı Erbillilerin “Toza Ereban” (Arapların tozu) adını taktıkları fırtına kopmadı neyse ki. Havaalanından otele gittik. Yol boyunca İngilizce yoğunluklu tabelalar dikkatimi çekti. İstanbul’un Taksim’inde bu kadar İngilizce levha yok diye geçirdim içimden. Akşam Grup Tillo, Ehmedê Xanî’nin kasidelerinden oluşan bir konser verdi. Ertesi gün yine ikindiye doğru İstanbul’a döneceğiz. Konserden sonra odalara çekilip uyumak olmazdı. Bir arkadaşımız “Sizi gerçek Erbil’e götüreyim” dedi. Kalktık doğruca İskan Caddesi denilen yere gittik. Gece saat 2 sularına kadar caddeyi boydan boya dolaştık. İğne atsan yere düşmez bir kalabalık. Caddenin iki yanında park eden arabalarla birlikte sıra sıra dizilmiş sandalyelere oturan insanlar. Her 20 metrede bir çaycı tezgahı, közde qaçax çay pişiriyorlar. Ciğerci, kebapçı, dönerci… Ne ararsan var. Hemen herkes çekirdek çıtlatıyor. Kabuklar da yere atılıyor haliyle. Fonda kasetçi tezgahlarından yükselen İbo’nun sesi var. Bir çay ocağının yanındaki sandalyelere oturduk. Derin bir muhabbete daldık, içilen çayların ve çıtlatılan çekirdeklerin eşliğinde. 
 
Musul’u kurtarma operasyonunun başlamasına iki gün kalmış. Erbilliler de bizim kadar merak ediyor mu diye bir iki kez yoklamak istedim. Yok! Çekirdeğin dişler arasında çıkardığı çıt sesi kadar cılız bir iki “Xuwa ezane” (Xweda dizane’nin Soranîcesi, yani Allah bilir) cümlesi ve de çok da umursamadıklarını gösteren omuz silkme hareketi dışında bir tepki görmedim. Umurlarında değil miydi yoksa söylemlere inanmıyorlar mıydı, onu da ben kestiremedim. Ama qaçax çaylar peş peşe geliyordu ve çekirdeklerin çıkardıkları çıt sesleri eşliğinde zaman 
tükeniyordu. 
 
Uzaktan hışırtı sesleri geliyordu. Baktım ellerinde süpürgelerle Senegalli veya Bengaldeşli temizlikçiler çekirdek kabuklarını süpürüyor. İstanbul’un eski zaman Beykoz’unda hazan mevsiminde yollara dökülen ağaç yapraklarından bile daha yoğun bir katman oluşturmuştu kabuklar. Çuvallarla taşımak gerekiyor dedim. Bu arada vakit de gece yarısını çoktan geçmişti. Hem bizim gruptakiler hem de caddeyi boydan boya dolaşan Erbilliler yola çekirdek kabuklarını atma özgürlüğünü sonuna kadar kullanıyordu. Çekirdek çıtlatmak bir özgürlüktü.
 
‘Medeniyet’ öğrenmeden önce
 
Ben bu özgürlüğü daha önce de yaşamıştım. İnsanımızın henüz Avrupalara gidip oralardan ‘medeniyet’ öğrenmediği, caddelere özgürce tükürdüğümüz, çıtlattığımız çekirdeklerin kabuklarını rastgele yollara attığımız, sırtında süvarisiyle caddenin paket taşlarını ritmik seslerle döverken bir atın tersini aynı rahatlıkta etrafa savurduğu günlerin Erciş’indeyiz. Kaz, ördek sürüleri, hükümet konağının yanından serbestçe geçebiliyorlardı henüz. Büyük caminin yanındaki dere de henüz kurumamıştı. Motor sesleri derenin kurbağalarını ürkütüp meçhul diyarlara sürmemişti daha. Çıkardıkları melodik seslerle Ercişlileri tatlı rüyalara yolcu ederlerdi Kıdık pınarının oluşturduğu derenin kurbağaları. Ortaokul öğrencisiyim. O günlerde 25 kuruşa “kart” diyordu Ercişliler. Sanırım CHP Türkiye’sinde ekmeğin karneye bağlandığı ve kart karşılığı alındığı günlerden kalma bir isimdi. “Kart”ın değeri 25 kuruş olmalıydı. İşte biz öğrenciler bu bir kartı bakkal amcaya uzatırdık “çerdeh vêr” (Erciş’te o zamanlar çekirdeğe de çerdeh deniyordu. Hala diyorlar mı bilmiyorum). Bakkal amca bir çay bardağını çekirdek çuvalına daldırır cebimize boşaltırdı. Sınıfa gider, hocanın anlattığı dersi dinlerken bir yandan da çekirdekleri çıtlatırdık. Kabuklar mı? Tıpkı Erbil’de olduğu gibi yere atardık. Teneffüse kadar hatırı sayılır yoğunlukta çekirdek kabuğu kaplamış olurdu sınıfın zeminini. Bir daha yaşama şansını bulamadım bu özgürlüğü. Ne kaz, ördek sürüleri ne de büyük caminin yanından geçen dere duruyor. Zülfikar amcanın atının sırtında pala bıyıklarını burarak ana caddeyi boydan boya geçerek salihiye mahallesine doğru gözlerden kaybolduğu günler gibi çekirdek çıtlatma özgürlüğü de çoktan terki diyar etmiş. Derenin kurbağaları mı? Ara sıra seslerini torunumun izlediği çizgi filmlerden duyar gibi oluyorum, o kadar.
 
Erbil’de Erciş’i hatırlamam boşuna değildi. İkisi birbirine benziyor çünkü. Sadece caddelere özgürce çekirdek kabuğunu atma bakımından değil. İskan Caddesi’nde gördüğüm manzaranın tıpatıp aynısını eski zaman Erciş’inin Zîlan Caddesi’nde, Büyük cami etrafındaki kahvelerde görebilirdiniz. Muhtar Mehmet’in çobanı Berxê’yi kızdıran çocuklar sağa sola kaçışırken kopardıkları vaveyla şimdilerde İskan Caddesi’nde duyuluyor. 
 
Film seti kadar sahici
 
Her yaz çocukluğumun Erciş’ini bulurum umuduyla giderim de o özgür ortamı bulamamın hüznünü yeniden yaşayarak dönerim. Düşünebiliyor musunuz, sebze halinin arkasında yan yana dizilmiş kasaplarda kancalara asılmış etler bile buz kesmiş gibi bana yabancıdır.
 
Bir gün İstanbul saraçhanede Bizans’tan kalma su kemerlerinin altından geçmiş, Erciş kahvehanelerindeki gibi küçük taburelerin bulunduğu kahvehaneleri görünce tıpkı Erbil’de olduğu gibi küllenmiş bir aşkın yeniden alevlenmesi kadar heyecanlanmıştım. O gün bu gündür Fatih Kadınlar pazarı vazgeçilmez uğrak yerlerimden biridir. Duvarın dibinde bir iskemleye oturur qaçax çay eşliğinde özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırım. Fonda elbette Şakiro veya Şivan varsa tefekkürün burçlarına çıkarım. Fakat her zaman bir şeyin eksikliğini de hissederim. Etler dışarıda satılmıyor artık, tamam. Kimse yerlere tükürmüyor, amenna. Katlanırım buna. Ama çekirdek çıtlatıp kabuklarını yere atma özgürlüğü yoksa bir yerde, buram buram kokan otlu peynir bile, etrafı esans kesafetinde saran büryan kokuları dahi götüremez beni geçen yüz yılın son çeyreğine kadar dipdiri duran masalımsı Erciş’ine. Erbil gerçekti. Ama Kadınlar Pazarı ancak postmodern şehrin merkezine kondurulmuş bir film seti kadar sahici.
 
Gördüğünüz gibi her şehir Erciş sevdamı yeniden yaşamak için uydurduğum bir bahanedir.  Savaş mavaş benim de umurumda değil.