‘Erdemli şehir’ sakinleri

Nuri Aksu/Yazar
31.05.2014

Mali’deki Cenne Camii’nin, her sene ahali tarafından elbirliğiyle sürülen çamurunun daha kurumadan anonim hale geldiği bilindiği halde, cehd ile ve aşkla sıvanması gibi Türkiye, karşı karşıya olduğu meydan okumayı, ancak erdemli şehir arayışındaki insanların bir araya gelerek oluşturacağı bir bakışla karşılayabilir.


‘Erdemli şehir’ sakinleri

Referans noktalarını yitirmiş medeniyetler, kendilerini tekrar bir insanın gerçeğinde inşa etmek, onun dilinde, düşüncesinde ifade etmek zorundadırlar. Bu, medeniyetin ben idrakiyle olan ilişkisini tazeleyen, dilin göstergesel anlamlarını yeniden ve yerli yerince kurgulayan bir bakış açısıyla mümkündür. Sözcükler eskimiş, hikayeler anlattıklarıyla değil anlatılış şekliyle var olan birer şablona dönüşmüş, dil üretmeye matuf olmaktan uzak kendi kendini çoğaltan bir gevezeliğe bürünmüştür. Benzer bir sıkışmanın yaşandığı 13. yüzyıl Anadolusundaki Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli gibi tasavvuf büyükleri, her biri farklı düzeylerde, insanlara yeniden bir ve aynı ben idrakini vaz eder. O çağdaki veliler, İslam’ın özüyle yoğrulmuş bir harcı Anadolu toprağının farklı karışımlarıyla birleştirerek tuğla tuğla ördükleri ben idrakiyle alem şümul bir medeniyete giden yolu açar. Bunu yaparken de özellikle dil ve göstergeler dünyasını gerçeklikle eşitlerler, eşyanın hakikatini söyleyecek bir dil geliştirirler.

Bugünkü dil ve düşünce dünyamız ise, eğreti elbiseler gibi ne üstümüzetam oturuyor, ne de onu çıkarıp bir kenara atmaya cesaretimiz var. “Ben” kurulamadığı için”biz” gereksiz ve ilintisiz bir topluluktan öteye gitmiyor, bu durumda “öteki” yer ve zamandan bağımsız olarak tanımsız. İbrahim Kalın, düşün ve eylem dünyamızın bugünkü durumunu yapı söküme uğratıp yeniden inşa ettiği “Akıl ve Erdem” başlıklı kitabında işte bizi böyle büyük bir çaresizliğin içinde yakalayıp yeni bir dünyanın, erdemli bir şehrin sınırları içerisinde mümkün olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Kalın’ın”Akıl ve Erdem” çalışması çağın gerektirdiği bir ben idrakini yeniden inşa etme yaklaşımıyla oluşturulmuş gibi görünüyor.

İbrahim Kalın’ın kitabında önemli yer tutan gerçeklik ve ona ulaşma araçları bahsi, insan aklı ve diliyle dünya arasındaki ilişkinin zaman zaman eşitlenmesi gerekliliğine bir giriş niteliğinde. İnsanın gerçekliği sezme ya da idrak etme yetisini “muhayyile” ile ifade eden Kalın’a göre toplumlar bu meleke sayesinde bir arada olma halinden birlikte olma haline geçebilir. Muhayyilemiz aynı zamanda yaratılış ve yaşam ile ilgili tüm anlayışlarımızın temelidir ve idrakimizin sınırlarını da belirler. “Düşünce ufkumuz, muhayyile gücümüzle doğrusal bir orantıya sahiptir. Muhayyile, farklı varlık mertebelerini bir bütün halinde kavrama çabasının temelini oluşturur”.  Varlığa ilişkin yaklaşım modellerimizi oluşturan muhayyile sayesinde birlik oluşturabilen insanlar, ortak toplumsal tahayyülata sahip olabilir. His ve aklın yanına hayal yetisini de ekleyen Kalın’ın sözleriyle “İnsan hissettiği ve aklettiği kadar aynı zamanda hayal edebilen varlıktır”.

Medeniyetçi Türkçülük

Tahayyülat kendini edebiyatta, folklorda gösterir, aynı şeylere gülmek, benzer şeylerde hislenmek, medeniyetin farklı dillerde de olsa benzer tutumlar oluşturduğuna işarettir. “Emprik veriler ve mantıksal önermeler kadar, hikayeler, semboller, metaforlar, masallar, efsaneler de anlamlandırma çabamızın bir parçasıdır”. Kalın’ın “toplumsal muhayyile” sözcüğüyle altını özellikle çizdiği anahtar kavram burada medeniyet öznelerinin “temel tutumlarını, hissiyatını ve tercihlerinitemsil eder”. Açıklamacı bir bilim ve iletişim anlayışıyla örülmüş modern dünyanın temelinde yatan fenomenolojik “eşya görünenden ibarettir” önermesiniİbnArabî’nin yaratmayı tecelli olarak gören anlayışı ve “görünenin arkasındaki görünmeyen” erişme çabasıyla ters yüz eden Kalın, varlığın maddi yanını kavramayı “hiss-i müşterek”le mümkün görürken suretleri ise ancak tahayyül ile anlayabileceğimizi söyler. “Varlığı ham birduyu verisinden çıkartıp anlamlı bir bilgi objesi haline getiren, tahayyül ve hiss-i müştereğinortak çalışmasıdır. Muhayyile, dış dünyada algıladığımız farklı ve çoğul duyusal formların,zihnimize bilgi olarak ve sistematik bir bütünlük içinde aktarılmasını sağlayan melekeninadıdır”. Buradan yola çıkan Kalın’a göre “Toplumsal muhayyile, bu şümul yani kuşatıcılık vasfının ve geçerlilik niteliğinin enginlik ve derinlik kazanmasına göre şekillenir”. Kalın burada bütünün parçaların toplamından farklı bir şey olduğu ya da vücud’un mevcudat’ın bir araya gelmesinden daha büyük bir anlamı olduğu önermesine dayanarakkişilerin tek tek varlık tasavvurlarının toplamından daha büyük bir toplumsal muhayyile ilebirbirlerine bağlı olduklarını söyler. Ortak bir zaman algısı ve hafızayı da içeren toplumsal muhayyilenin temelini, hatıraların kuşaktan kuşağa aktarılması oluşturur. “Bir topluluğun üyelerinin -bir epistemik cemaatin- iletişim kurabilmesini sağlayan bu ortak hafızalar, hatıralar ve tecrübelerdir”. Toplumsal bakımdan anlaşmanın temeli işte bu ortaklıkta yatar. Müşterek bir hayat alanını paylaşan bireylerin ortak bir atıf çerçevesi sayesinde anlaşabildiklerini söyleyen Kalın’a göre bu sayede topluluklar ben tasavvurlarını, değer sistemlerini, geçmiş algılarını ve gelecek tasarımlarını oluşturur, ifade eder ve sürdürürler.

İslamiyet’in yerine konulmak istenen medeniyetçi Türkçülük, şekilsel değişiklikleryaratabilmiş, ancak yeni bir referanslar ağı üretememiştir. Türkiye, bu nedenle dipakıntılardan gelen yeni bir atıf çerçevesini inşa etmek durumundadır. İbrahim Kalın burada inşa edilmek durumunda olan referanslar ağının erdem arayışı ile telif edilebilecek bir topluluğun ürünü olması gerektiğini ifade ediyor. Tarihimizi kavramsal derinliği olan bir bakışla muhasebe ettikten sonra Kalın, inşa edilecek erdemlitoplumun temel ilkelerini de sayıyor. Ulus devletin icad edilmiş geleneklerini ve bizatihi kendisinin icad edilmiş oluşunu söz konusu eden Kalın’a göre devlet, uluslaşma sürecindeişlevler bakımından değişikliğe uğramış, hizmet götüren bir yapıdan dönüşerek değer ve kanun koyucu bir yapıya bürünmüştür. Devlet, değerin neşet ettiği kaynak haline gelince tabiiki kendiyle mukayyet bir hal almış, modern düzen fikri de buna uygun bir şekilde kendinden menkul bir tasarıma bürünmüştür. Modernizmin bilen öznesine koşutbiçimde devlet de bilen bir aygıta dönüşmüş, klasik gelenekteki kendinden ötedeki aşkın referanslara göre işleyen devlet sistemi niteliklerini kaybetmiştir. Varlık tasavvuruile devletin tanımı ve işlevleri arasındaki ilişki yeniden tesis edilmek durumundadır. Sekülerleşme ile birlikte kopan bu bağ, devlet için olduğu kadar modern şehirler için dekendine hapsolan bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. “Sekülerleşmenin başladığı, derinlik kazandığıve yayıldığı yer, modern dönemde şehirler olmuştur. Şehir yaşamının karmaşık, gayr-ı şahsi, hareketli ve anonim yapısı, sekülerleşmeyi hızlandıran unsurlar arasında zikredilir”. Şehir ve devletin varoluşla ilgili referanslardan sıyrılması siyasi düzen arayışını da kesintiyeuğratır. “[V]arlık alemi hakkında kuşatıcı ve entegral bir bakış açısı geliştirmeden adalet ilkesine dayalı bir siyasi düzen kurmak mümkün değildir”.

Devlet ve şehir

Kalın, kitabında yer verdiği başlıklarla devlet ve şehir ile varlık telakkisi arasındaki bağlantıyı yeniden kurgulamaya çalışıyor. Kitabın günümüzde özellikle önem arzeden kimi sorunları tarihi kökleriyle ve bütüncül bir varlık tasavvuru içinde değerlendirdiği çeşitli başlıkları da var. Özellikle İslam’ın Batı tarafından terör sözcüğüyle sıklıkla bir arada anılmasının kolaycılığı, temel İslami kaynaklar kullanılarak “İslam, Şiddetve Barış” başlıklı makalede eleştiriliyor. Batı dünyasında nerdeyse anti-Semitizm’in yerine ikame edilen İslamofobi’nin, çok kültürlülüğün hakikat tasavvuru, değerler skalası ile kültür veinsan anlayışına dayanarak gerçek bir şekilde alt edebileceğini de ifade eden Kalın, “Çokkültürcülük, İslamofobi ve Birarada Yaşama Ahlakı” başlıklı makalesinde bu konununTürkiye için de geçerli bir meydan okuma olduğunu ve bu durumun ortak gelecek tasavvuru ve ortak aidiyet duygusu ile oluşturulacak erdemli bir şehir sayesinde aşılabileceğini yineliyor.

Mali’deki Cenne Camii’nin, her sene ahali tarafından elbirliğiyle sürülen çamurunun daha kurumadan anonim hale geldiği bilindiği halde, cehd ile ve aşkla sıvanması gibi kültür ocağına odun taşıyan değişik unsurların ortaya çıkarttıkları sinerjiye benzer birşekilde Türkiye karşı karşıya olduğu meydan okumayı ancak Kalın gibi erdemli şehir arayışındaki insanların bir araya gelerek oluşturacağı bir bakış sayesinde karşılayabilir. Hem taşıdığı araştırmacı ruh hem de hayatın içindeki pratisyen bürokrat tarafıyla Kalın’ın sözlerinin gerçekliğin imbiğinden süzüldüğünü ve geleneğimizdeki çok yönlü /polimat insan tipine ait bir söylemin bütün özelliklerini taşıdığını özellikle vurgulamak gerekir. Bu tarz yeni insanlarda noluşacak erdemli şehrin ortak muhayyileye sahip öznelerinin üretecekleri kültürel formlar, sürekliliği kesintiye uğramış medeniyetimizin yeniden ayağa kalkmasını sağlar. Sanat ve kültür ürünlerimizdeki kısırlığı aşabilmek, varlık tasavvuru ve pratik hayat arasında yeniden kurulacak bağlantı sayesinde imkan dahiline girecektir ve Kalın tarafından bu meselenin vuzuhla işaret edilmesine müteşekkir olmak gerekir.

[email protected]