Erdoğan düşmanlığının Batı’daki sosyolojik temelleri

Aydın Enes Seydanlıoğlu / Yazar
1.10.2016

Batı, kendisi ile eşit göz hizasında konuşan bir muhataba tahammül göstermemekte ve bu tip eğilimlerde bulunan ve girişimleri olan liderleri önce içeride sonra da dünya kamuoyunda şeytanileştirme stratejisi izlemektedir. Geçmişte bir nebze başarıya ulaşmış olan bu taktiğin küreselleşen dünyada çok etkili bir yöntem olamayacağı açıktır.


Erdoğan düşmanlığının Batı’daki sosyolojik temelleri

İslam’ın tarih sahnesine çıktığı dönemde, Avrupa’nın ortalarından Arap Yarımadası’na kadar uzanan bir alan Hıristiyanlığın etkisi altında bulunuyordu. Bizans İmparatorluğu’nun 7. ve 8. yüzyıllarda Doğu’da Müslüman ordular ile karşı karşıya gelmesi ve bu dönemde Arapların Suriye, Filistin, İskenderiye ve Mısır’ı denetim altına alması, bugünkü Batı medeniyetinin temellerini oluşturan dinamikler için bir korku sürecini başlatmıştır. Büyük Selçukluların Anadolu’ya akınlar düzenlemesi ve Malazgirt Meydan Muharebesi’nin sonuçları, Hıristiyan dünyasında (tarihsel bir) önyargı sürecini tetikleyen gelişmeler olarak tezahür etmiştir. Bu dönemi Haçlı Seferleri takip etmiş ve yaklaşık 200 yıl sonra  1453’te İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesiyle Batı dünyası ile olan sıkıntılar farklı bir boyut almıştır. İstanbul’un fethiyle başlayan Türk şoku, Osmanlı’nın Avrupa’nın hasta adamı ilan edileceği XIX. yüzyıla kadar devam edecektir*. Sonraki dönemde Osmanlı’nın Viyana kapılarında belirmesi, İslam’ın Hıristiyanlık için bir tehdit olduğu görüşünü pekiştirmiştir.

Bu tarihsel hafızanın etkileri uzunca bir süre belleklerden silinmemiş olup Doğu bloğu ve Batı bloğu ülkeleri arasında 1947 ve 1991 yıllarına kadar devam etmiş olan uluslararası ve askeri gerginliğin yani Soğuk Savaş döneminin son bulması ile  Batı dünyasında ‘tarihsel öteki’ olan İslam tekrar  gündeme gelmeye başlamıştır. Günümüz Avrupa’sının Türkiye’ye yönelik kuşkusuna Hıristiyan tarihine bir kimlik temeli olarak bu bağlamda da seküler bir dil ile yeniden başvuruluyor. 

Kurumsal dikta

2001 yılının sonuna gelindiğinde 11 Eylül saldırıları, Batı hegemonyasının  merkezine yönelik şiddetli bir tehdidi günyüzüne çıkardı. Batı kendi sokaklarında tehdit edilmiş oldu ve bu durum Batı’da bir tepki ve tedirginliğe alan açtı. İslam’ın Batı için tarihsel öteki olması ve İslam ile ilgili oluşan önyargıların varlığı, Batı’nın Türkiye ile ilişkilerini henüz etkilemiş değildi. 90’lı yılların sonuna kadar Türkiye’de var olan kurumsal diktatörlük ve askeri vesayet, Batı için Türkiye’yi kontrol edilebilir bir ülke konumuna getiriyordu. Bununla beraber ilerlemesi muhtemel teknolojik ve endüstriyel gelişmelerin istenilen minval üzere yönlendirilebiliyor olması ve Türkiye’nin bu anlamda bağımlı bir konumda bulunması bu kurumsal diktaya meşruiyet zemini oluşturmaktaydı.  

Türkiye siyasi tarihinin son 15 yılına kadar Batı’daki İslam düşmanlığı bu bağlamda kendisini yansıtabileceği bir yüz ile karşılaşmış değildi. Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilmiş olan ilerleme stratejilerinin bir sonucu olarak Erdoğan, Avrupa’nın islam düşmanlığını yansıtabileceği bir yüz haline geldi. Batı’daki Erdoğan karşıtlığı, Türkiye ve Batı arasındaki münasebetlerin artık eşit bir duruma evrilmesi problematiğidir. Almanya örneğinde de gözlemlenebileceği üzere Türk-Alman ilişkileri son yıllara kadar asimetrik bir biçimde yürümüş, ancak son dönemde güç dengeleri tamamen eşit bir biçime bürünmeseler de Türkiye lehine daha simetrik bir hâl almıştır.**

Batı ülkelerinin Türkiye ile ilgili politikaları karşısında bir mukavemetin  belirmesi, Erdoğan şahsında “tarihsel öteki” İslam vurgusunun Avrupa kamuoyunda görünür bir hal aldığı gözlemlenmektedir. Bu durum aynı zamanda Batı’nın çifte standardının bir tezahürü olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Avrupa Birliği üyesi olarak bir Müslüman ülke tasavvur etme olasılığı ve Müslüman kimliği aidiyetli milyonlarca göçmenin tekinsiz varlığı durumlarının gündeme gelmesi, Avrupa’da İslam ile alakalı köklü oryantalist endişeleri alevlendirir hale gelmiştir.

Mülteci korkusu

Toplumsal sınıf konumlarının tahlili ve bu sınıfları meydana getiren bileşenleri açıklayabilmek sosyolojik olarak karmaşık bir hal alsa da günümüz Avrupa’sında toplumun büyük bir kesimini oluşturan  “orta sınıfın” toplumsal hayatı domine ettiğini söyleyebiliriz. Kapitalizmin Avrupa’da son yıllarda ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal krizin, toplumun en büyük katmanı olan orta sınıfı doğrudan etkilediği ve bu katman içerisinde derin kaygılara yol açtığı aşikardır. Çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, ucuz iş gücüne rağbet ve sosyal hakların kötüleşmesi gibi sorunlar, endişeleri artırmakta ve birçok farklı parametreyi içinde barındıran bu denklemin  toplum tarafından doğru okunması imkansız bir hal almaktadır. Bu sorun ve kaygılara cevap arayan kitlelere, Batı medyası eliyle kamuoyunda geliştirilen popülist söylemlerle, problemin kaynağının mülteciler olduğu algısı empoze edilip bu görüş topluma hazır bir cevap olarak sunulmaktadır. Erdoğan’ın mültecileri Avrupa’ya göndereceği ve bunun sonucunda Avrupa’da ekonomik istikrarsızlık, yabancılaşma, toplumun islamlaşması ve ayrılıkçılık gibi sonuçların ortaya çıkacağı korkusu oluşturulmaktadır. Bu strateji Avrupa kamuoyunda da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı ciddi bir tepki ve nefreti doğurmakta, izlenen bu politikanın  Avrupa’daki siyasi iradenin de işine geldiği açık bir şekilde gözlemlenmektedir.

Ortak düşman

Avrupa Birliği’nin son dönemde dağılma endişesi, mülteci krizi nedeniyle çıkan aykırı sesler, bu yapıyı ayakta tutmak için ortak bir düşman ve öteki belirleme ihtiyacını ortaya çıkarmış ve Batı’nın bu  stratejisi içerisinde mevcut konjonktürde oluşan boşluğu Türkiye doldurmuştur. Avrupa Birliği’nin bu stratejisi, Avrupa kamuoyunda Türkiye aleyhine bazı terör örgütlerinin neredeyse meşrulaştırılması pahasına, kısa vadede bir dağılmayı önlemeye yönelik olarak belirmiştir.

Modern Avrupa bilincinin kendi medeniyet tanımı üzerindeki tekelini dünyanın tamamına, evrensel bir paradigma olarak kabul etmeye zorlaması ve Türkiye’de buna mukavemet gösteren bir iradenin varlığı Erdoğan düşmanlığının altyapısını oluşturmaktadır. Son tahlilde Batı, kendisi ile eşit göz hizasında konuşan bir muhataba tahammül göstermemekte ve bu tip eğilimlerde bulunan ve girişimleri olan liderleri önce içeride sonra da dünya kamuoyunda şeytanileştirme stratejisi izlemektedir. Geçmişte bir nebze başarıya ulaşmış olan bu taktiğin küreselleşen dünyada çok etkili bir yöntem olamayacağı da göz ardı edilmektedir ki, böyle bir yöntem Batı’nın değer ve normlarının samimiyeti ve meşruiyetini tartışmaya açacaktır.

[email protected]