Erdoğan karşıtı cephenin yeni söylemi: Korkuyorum!

Ahmet Kızılkaya / SDE Uzmanı
31.01.2015

“Erdoğan korkusu” sanatçılarımızın bize masum bir insani duygu olarak takdim etmeye çalıştıkları gibi, onun politikalarından ve yönetme biçiminden duyulan tedirginliği değil, düpedüz bireysel varlığına, temsil ettiği düşünce ve anlam dünyasına yönelen güçlü bir öfkeyi ve nefreti temsil etmektedir.


Erdoğan karşıtı cephenin yeni söylemi: Korkuyorum!
Son zamanlarda ‘korkuyorum’ üst duygusuyla ifade edilen ve çoğunlukla sanatçı vasfıyla temayüz etmiş kişilerin ağzından dökülen ilkel bir siyasal retorik oluşmaya başladı. Sanat olgusuyla iştigal etmenin gerekli kıldığı özgün bilinç ve yetenek düzeyini taşıyıp taşımadıklarından bağımsız olarak kendilerini sanatçı olarak tanımlayan bu kişiler, mütemadiyen korkuyorlar ya da ‘korkarak yaşadıklarını’ iddia ediyorlar. Ancak aynı kişiler, bu denli yüksek bir korku nöbetine yakalanmanın gerektirdiği ruh haliyle çelişki oluşturacak şekilde oldukça ‘cesur’ ve ‘pervasız’ hareket ediyorlar. Korktukları için sokaklara iniyor, korktukları için şiddet eylemlerine destek veriyor, korktukları için hakaret ediyorlar. Peki ama, bu korkunun kaynağı ne? Kimden ve niçin korkuyorlar? Korkularının haklı bir gerekçesi var mı? Bu durum, patolojik bir ruh halinin yarattığı öznel bir algı mı yoksa reel-politik gerçekliğin ürettiği nesnel bir olgu mu? Ne...
 
Neyse ki, bu sorulara yanıt verebilmek için elimizde yeterince malzeme var. Korktuğunu söylemekten korkmayan ‘duyarlı sanatçılarımız’ kimden, niçin ve hangi gerekçelerle korktuklarını açıklamaya dönük yoğun bir çaba içindeler. Üstelik hiçbir sanatsal biçim ve içerik kaygısının eşlik etmediği bu çabalara her gün bir yenisi daha ekleniyor. Söz konusu çabaları birkaç örnek üzerinden değerlendirmek, sanatçılarımızın nasıl bir korku nöbetine tutulduklarını anlamak ve yukarıdaki soruları yanıtlamak bakımından faydalı olacaktır. 
 
İlkel bir retorik: Korku!
 
İlk olarak oyuncu Tamer Karadağlı’nın nevzuhur bir paralel medya organına verdiği 18 Ocak tarihli röportajla analizimize başlayalım. Söz konusu röportajında “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan korkuyoruz. Ben de dâhil hepimiz bu korkuları yaşıyoruz... Korkulan şey ekmeğinden olma, yanlış bir şey söyleyip içeri alınma korkusu” mealinde sözler sarf eden Karadağlı, gelen tepkiler üzerine görüşlerini tevil ediyor ve yaşadığı korku halinin ülkenin genel gidişatıyla ilgili olduğunu söylüyor. Karadağlı’nın sözleri ister orijinal haliyle ister tevil edilmiş biçimiyle ele alınsın, korku nöbetine yakalanmış ‘duyarlı sanatçılarımızın’ bu korkularının kaynağına, karakterine ve nedenine ilişkin önemli ipuçları sunuyor. 
 
Bu ipuçlarının analizine geçmeden önce, ‘korku’ duygusunun ya da halinin insansal varoluşumuza verili doğal bir hissiyat olduğunu belirtmemiz gerekir. Küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine her insan muhtelif korkularla kaimdir. Bu korkular, ilk etapta olumsuz bir içeriğe ya da hoş olmayan bir ruh haline istinat ediyor gibi görünseler de, kimden/neden kaynaklandıklarına ve onları nasıl yönettiğimize bağlı olarak bizim için öğretici bir etik kategori haline de gelebilirler. Hele sanatçılar söz konusu olduğunda, ‘korku’ kavramının olumlu anlamda yüklendiği işlevlerin sayısının daha da arttığı gözlenir. Zira aynı zamanda sanatsal bir ruh halidir ‘korku’. Sanatçının dünyayı değiştirme arzusunun ana kaynaklarından ve sanatsal üretiminin temel motivasyonlarından biridir. O, korktuğu için ve kendisini/insanlığı korktuğu şeye karşı korunaklı kılmak ve onu aşabilmek için gerçekleştirir sanatsal üretimini. 
 
Öfke ve nefretin ifadesi
 
Ancak oyuncu Karadağlı örneğinde de görülebileceği üzere, bizim ‘duyarlı sanatçılarımız’ mevzubahis olduğunda, sanatsal üretimi ve derinliği teşvik eden ‘estetik korkular’ kaybolmaya yüz tutmakta, bunun yerini ideo-politik kaygılarla biçimlenmiş ve şahsileştirilmiş ‘ilkel korkular’ almaktadır. Karadağlı’nın ‘korkusu’ bu ilkelliği açık ve dolaysız bir şekilde ortaya koymaktadır. Korkuya dayalı bu ilkelliğin en temel özelliği Recep Tayyip Erdoğan’ın bireysel varlığına ve kitleleri peşinden sürükleyen güçlü liderliğine yönelik iflah olmaz bir öfkeyi ve nefreti içermesidir. Bu öfke ve nefretin ‘korkuyorum’ üst başlığıyla ifade edilmesi ise, sanatçımızın olası tepkiler ve hukuki sakıncalar karşısında kendisini güvenceye almaya yönelik basit bir kelime oyunundan ibarettir. Sanatçımız böylece hem kendi mahallesinde Erdoğan muhalifi olmanın getirdiği konfora en maliyetsiz şekilde sahip olmanın basit bir yolunu bulmakta hem de Erdoğan’ı destekleyen geniş kitlenin de içinde yer aldığı diğer mahallelere yönelik ‘lütfen artık bizi anlayın’ yollu ajitatif içerikli imalarla ucuz bir kurnazlık yapmaktadır. Sanatçımızın oldukça sıradan ve masum bir şeyden bahseder gibi söylediği ‘ondan korkuyoruz’ cümlesinin hemen ardından gelen gerekçeler, Erdoğan’ın nasıl insanların ekmeğine göz koyan/koyabilen ya da özgürlüğüne musallat olan/olabilen bir kötülük odağı olarak tanımlandığını, her şeyi ve herkesi kontrolü altına almaya çalışan doyumsuz bir leviathan olarak tasvir edilmek istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.   
 
Cumhurbaşkanımızın şahsıyla ilişkilendirilen ‘korkuların araçsallaştırılması’ yoluyla üretilen bu ilkel siyasal retoriğin daha yetkin ve sansasyonel bir örneğini ise, Karadağlı’dan hemen sonra sahne alan bir diğer ‘duyarlı sanatçımız’ Emre Kınay vermektedir. Kınay, Hitler döneminin Almanya’sı ile Erdoğan dönemindeki uygulamalar arasında benzerlikler olduğundan bahisle, Erdoğan’dan niçin korktuğunu şu şekilde izah etmektedir: “Sayın Cumhurbaşkanımızdan korkumuzdan fikrimizi beyan edemiyoruz, korkuyoruz. Halk bile bu korku silsilesi için hikâyeler uyduruyor... Herkes evinden alınmaktan korkuyor. Tıpkı 1938-1940’lardaki Hitler Almanya’sındaki gibi.”
Esasında üzerinde durulmayı hak edecek hiçbir entelektüel değeri ve insaf ölçüsünü haiz olmayan bu görüşler, ‘duyarlı sanatçılarımızın’ algı dünyasını şekillendiren ‘Erdoğan fobisinin’, insani korku düzeyini çoktan aştığını göstermesi bakımından öğretici ve kayda değerdir. Oyuncu Kınay’ın sözleri, Erdoğan’ın şahsına yönelik öfke ve nefretin boyutlarını gösteren yukarıdaki leviathan teşhisinin haklılığını bir kez daha ortaya koymaktadır. 
Evet, ülkemizin on yılı aşkın bir süredir içinde bulunduğu çok yönlü değişim/gelişim sürecinin inkârı mümkün olmayan realiteleri ve yaşamın her alanında kat edilen büyük gelişmelere rağmen, Kınay ve benzerleri, bütün kötülüklerin ve mutsuzlukların kaynağı olarak gördükleri Erdoğan’ı doyumsuz bir leviathan gibi takdim etmeye çalışmakta ve bunu da, kendi bireysel düşünceleri (daha doğrusu öfkeleri) olarak değil de, genele teşmil edilebilecek bir gerçeklikmiş gibi sunmaya gayret etmektedirler. Öyle ki, ülkemizin gerçekliklerine aşina olmayan ve ona dair ilk tanışıklığını oyuncu Kınay ve benzerlerinin bu görüşleri vesilesiyle yaşayan bir kişinin Erdoğan öncesini bir ‘asr-ı saadet’ olarak ve bu ‘duyarlı sanatçıları’ da hak ve özgürlükler uğrunda mücadele eden demokrasi kahramanları olarak düşünmesi bile mümkündür.  
 
Vesayetten korkmadılar
 
Sahi, kendisinden korktuklarını iddia ettikleri Erdoğan döneminde tanınmaya başlayan ve televizyonların en çok izlenen ve en çok kazanan dizilerinin aktörleri durumuna gelen Karadağlı ve Kınay gibi oyuncular, geçmiş dönem Türkiye’sinde kendilerini daha emin ve güvende mi hissediyorlardı acaba? Örneğin vesayetin her çeşidinin kol gezdiği ve egemen olduğu bir siyasal ve toplumsal düzen, bu oyuncularımız için bir esenlik nedeni miydi? Derin devlet kaynaklı hukuksuzluklar ve icraatlar, başta Kürt sorunu olmak üzere yaşanan onca sorunlar, insan hakları ihlalleri ve fail-i meçhul cinayetler, Karadağlı ve Kınay gibiler açısından devletin bölünmez bütünlüğünü sağlayan ve bizi yarınlarımızdan emin kılan barışçıl faaliyetler miydi yoksa? Ya da en temel hak ve özgürlüklerin yasaklandığı, başörtüsü utancının yaşatıldığı, insanların sudan bahanelerle hapsedilip yargılandığı 28 Şubat süreci, oyuncularımız için kutlu bir özgürleşme dönemi miydi? 
 
Öyle olmalı. Zira bütün hayatını vesayetçi/yasakçı anlayışlarla mücadele ederek geçiren ve gerçek bir hukuk devletinin tesisi yolunda ülkeye önderlik eden Erdoğan’dan korkan bu ‘hak ve özgürlük düşkünü duyarlı sanatçılarımızın’ ağzından o günlere dair eleştirel nitelikli tek bir söz bile duyulduğu vaki olmamıştır. Dahası bu ‘duyarlı sanatçılarımızın’ sivil meşru iradeyi temsil eden Erdoğan dışında bir korkuları da yok gibidir. Örneğin insanların mahrem bilgilerini ele geçirerek onları tehdit ve şantajla baskı altına alan, devlet gücünü ve kamu olanaklarını da kullanarak haksız ve keyfi uygulamalarla gerçek bir ‘korku imparatorluğu’ oluşturan paralel yapı da korkutmaz onları. Çünkü ulusal ve uluslararası vesayet odaklarının her türlü kirli ittifakına ve gayrimeşru teşebbüsüne rağmen ‘devrilemeyen’ ve meşru demokratik mekanizmalar aracılığıyla da bir türlü ‘yenilemeyen’ bu adamdan duyulan korku,  sanatçılarımızın bize masum bir insani duygu olarak takdim etmeye çalıştıkları gibi, onun politikalarından ve yönetme biçiminden duyulan tedirginliği değil, düpedüz bireysel varlığına, temsil ettiği düşünce ve anlam dünyasına yönelen güçlü bir öfkeyi ve nefreti temsil etmektedir. 
 
Bu akıldışı tutumu psikiyatri ilmine müracaat etmeden tanımlamak gerçekten güçtür. Zira ‘duyarlı sanatçılarımız’ adeta ‘Erdoğan psikozuna’ yakalanmışlardır. Bu psikozun anasemptomları ise, Erdoğan’a dair olan ya da dolaylı veya doğrudan bir şekilde onu çağrıştıran her şeye karşı duyulan öfke ve nefrettir. Tarık Akan ve Rutkay Aziz’in Almanya’da katıldıkları bir toplantıda Erdoğan’ı kast ederek dile getirdikleri faşizan görüşlerin izahını başka türlü yapmak mümkün değildir. Türk sinemasının müstafi ve fakat Erdoğan karşıtı ideolojik tepki hareketinin muvazzaf üyeleri olan bu iki oyuncu, Erdoğan’ın doğumuna (yani dünyaya gelmesine) ve konuşmasına dahi tahammül edemediklerini ifade etmekte ve teselliyi içki şişelerinde aradıklarını belirtmektedirler. Ahh keşke, zamanda yolculuk yapmanın bir yolu olsaydı da, sanatçılarımız, Erdoğan’ın doğumunu engellemenin bir yolunu bulabilselerdi. Tıpkı filmlerdeki gibi...