Erdoğan ve ‘icazet siyaseti’nin sonu

Doç. Dr. Ertan Aydın - Siyaset Bilimci
9.11.2013

Erdoğan’ın siyasi kariyerine nasip olan sivil iradeye dayalı icazetsiz siyaset, demokratik prosedüre sahip çıkıldığı müddetçe ileride muhakkak daha da güçlenecektir.


Erdoğan ve ‘icazet siyaseti’nin sonu

Çoğulcu demokrasinin inişli çıkışlı ve badireli süreçlerine ve sorunlarına rağmen, artık milliyetçi Türkler Kürt vatandaşlarının haklarını tanımayı öğrenip, onların taleplerini kabul edebiliyorlar. Cumhuriyet döneminin gayri Müslimlere yönelik negatif söyleminin mirasına rağmen, Müslüman çoğunluk Hıristiyan azınlıkların dertlerini öğrenip, haklarını iade edebilmekte, yine bu arada Sünni muhafazakar kesimler kendi değerlerini paylaşmayan vatandaşların haklarına sahip çıkabilmektedir. Geriye dönüp bakıldığında, 2002-2013 yılları arasındaki 11 yıllık çoğulcu demokrasi toplumun her kesimi için kendi haklarını alabildikleri bir dönem olduğu gibi, adeta herkesin birbirine empatiyle bakabildiği, onları daha erdemli ve toleranslı kılan bir demokratik öğrenme sürecine şahit oldu. 

90’lı yıllar ziyan oldu

Ancak, 2002 sonrası bu olumlu gelişmeler, kayıp on yıl olarak görülebilecek 1993-2002’lerdeki sorunlarımızı da düşünmemize yardımcı olmalıdır. Zira Turgut Özal’ın vefatından AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar geçen dönemde de Türkiye’de çok partili demokrasi, canlı bir medya ve aktif bir sivil toplum mevcuttu. Ancak, bu dönem karşılıklı öğrenme ve hak kazanımı arttırmanın aksine, hak ihlallerinin artmasına, terör sorununun büyümesine, faili meçhul cinayetlere, ekonomik krizlere, basında yaygın bir linç kültürüne ve neticede Cumhuriyet döneminin en ciddi siyasi ve ekonomik krizlerinden birine yol açmıştı. Bugünlerde en demokratik yazılarını yazan Ertuğrul Özkök, Ahmet Kaya’yı linçe teşvik eden manşetlerini o dönemde atabilmekteydi. Dönemin başat siyaset adamları Demirel ve Ecevit, bir taraftan herkese karşı yumuşak davranan Anadolu politikacısı edası takınırlarken, milyonlarca başörtülü vatandaşı aşağılan hakaret ifadeleri kullanabilmekteydi. Süleyman Demirel dönemi demokrasisi niçin bir nefret festivaline ve hak ihlaline dönüşürken, Tayyip Erdoğan başbakanlığının Türkiye’si her kesim için kalıcı hak kazanımlarının yaşanmasına ve demokratik öğrenim ve tolerans kültürünün gelişmesine yol açtı? Bu iki on yıl arasındaki farkın çok iyi anlaşılması, bugün yaşanan Tayyip Erdoğan’ın liderlik modeli tartışmasına da ışık tutacaktır. Zira son zamanlarda Erdoğan’ı sivil diktatör olarak sunup, onun dobra üslubundan şikayet edenlerin analizi, 1990’ların güler yüzlü siyasetçilerinin yarattığı omurgasız demokrasiye özlem duyan ve kendilerinin icazetine yeniden ihtiyaç duyulacak siyasal zeminin oluşmasına çalışan kesimleri tanımamıza da yardımcı olacaktır.

28 Şubat’ın telafisi

1990’ler Türkiye siyasetinde farklılıkları bir öğrenme vesilesi değil de bir çatışma unsuru haline getiren bariz dört temel sebepten bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi kuşkusuz askeri vesayetin demokrasiye müdahalesi ve Türk toplumunun belli bir kesiminin askerin siyasete müdahalesine yaslanarak adil olmayan bir hegemonya kurmaları idi. Demokrasinin taraflarından bir veya birkaçı, demokrasi kurallarını çiğneme pahasına silahlı kuvvetlerin haksız müdahalesinden istifade ediyorsa, ortada bir zorbalık var demektir ve böyle bir güce dayalı kabadayılığın hüküm sürdüğü yerde ne bir öğrenme ve ne de hak arama mümkün olabilir. Bu zorbalığın tezahürü en çok 28 Şubat darbesinin yarattığı mağduriyetler zincirinde kendini gösterecektir. İkinci önemli problem, medyayı elinde bulunduran çıkar gruplarının sivil siyasetçileri baskı altına alıp, şantaj yoluyla ve bunun da ötesinde bir korku ve gerilim ortamı yaratarak sivil iradeyi vesayet altında tutmaları idi. Mesut Yılmaz’ın bir başbakan olarak 28 şubat darbesine giden ortamda bir medya patronunun evine kadar gidip pijama ile karşılanacak kadar küçük düşürülmesi bu şantajcı medyanın 90’larda sembolik olayı olacaktır.

 

Bugünkü açık demokrasi, dini ve toplumsal hizmeti de açık ve şeffaf usullerle yapmaya davet ediyor. Benzer bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı, Cumhuriyet dönemi boyunca dışlanmış ve horlanmış dini ve etnik azınlıklar için de geçerlidir. 

Üçüncü grup ise Türkiye’deki büyük işadamı çevrelerinin kurdukları bankalarla devlete verdikleri yüksek faizli kredilerden elde ettikleri aşırı gelir olacaktır. Cem Uzan’ın batık bankalarının sembolize ettiği bu olay, demokrasinin zaaflı olduğu 1990’ların hem kamu maliyesi ve hem de Türk ekonomisi için niye büyük bir felaket dönemi olduğunu da açıklamaktadır. Dördüncü faktör ise bu icazetli siyasetin kamuoyu önderlerinin hem medya aracılığıyla bilgi kirlenmesini sürdürmeleri ve hem de ABD’deki bir dizi think tank ile işbirliği halinde sivil hükümeti kendi çizdikleri doğrultuda yönlendirebilmeleriydi. Washington’daki çıkar gruplarını temsil eden bu think tank’lerin sıradan kalitesiz Türkiye raporları bir tanrı buyruğu edasıyla dünyanın süper gücü Amerika’nın iradesi ve Türkiye’nin kaçınılmaz siyasi tercihleri olarak sunulabilmekteydi o günlerde. Bu yerli entellektüel ve Washington think tank’leri işbirliği neticesinde, Türk kamuoyundaki Filistin yanlısı güçlü eğilime ve iradeye rağmen 1990’lar Türkiye’si İsrail ile çok yakın askeri, ekonomik ve siyasi işbirliğine girecek ve bu işbirliği Türk-ABD ittifakının temel ekseni olarak lanse edilecektir. Bu dört zafiyet yaratan icazet merkezlerinin gücünü dengeleyip sivil iradeyi savunacak bir hukuk sistemi de mevcut değildi; zira Türkiye’de yargı sistemi kısmen değişik çıkar gruplarının gölgesi altına girebilmekteydi. Zaten değişik siyasi akımlar, bu icazet merkezlerinin demokrasiye yaptığı tahribata aldırmadan onlara yaslanarak iktidara gelmeyi ve kalmayı daha pragmatik bulabileceklerdir. Demirel’in 28 Şubat'ta asker, medya ve iş çevreleri arasındaki işbirliğinde oynadığı hayati role, yine Ecevit’in böyle bir vesayet işbirliği sonucunda 1999 seçimlerinde büyük bir başarı kazanabilmesi bunlara örnek verilebilir. 1990’lar Türk demokrasisi için her alanda bir kayıp dönem olacak, daha sonra telafi edilmesi çok zor olacak travmalar, insan kaybı ve yıkılmış hayatlara sebebiyet verecekti.

Vesayet merkezleri

Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisi Türk siyasetini kıskacına alan değişik vesayet merkezlerinin işbirliği sonucu okuduğu bir şiir sebebiyle hapis yattığı ve belediye başkanlığı görevinden alaşağı edildiği için, 2002’de AK Parti iktidara geldiğinde yeni hükümetin uzun dönemli politika vizyonunu bu 90’lı yılların negatif yanlarını ıslah etme iradesiyle başladı. Aşamalı ancak uzun vizyonlu, prensipli ve ihtiyatlı bir reform anlayışı içinde Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde AK Parti’nin kazandığı yedi değişik seçim, ona icazetsiz bir sivil hükümet kurmasına da yardımcı oldu. Erdoğan yapacağı reformlara kendi tabanını ikna edip, daha önce Avrupa birliği ve çoğulcu demokrasi hakkında çekinceleri olan muhafazakar seçmenleri Türkiye’nin en özgürlükçü demokrat tabanı olmaya doğru dönüştürdü. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Abdullah Gül’ün, sırf eşi başörtülü olduğu için Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkan 27 Nisan muhtırası karşısında yumuşak yüzlü ve uzlaşmacı bir cevapla değil, omurgalı ve ilkeli bir sertlikle cevap verdi. Erdoğan’dan bir Demirel ve hatta Menderes tavrı bekleyen askeri kurum, 2007 yazındaki seçimlerde AK Parti’nin kazandığı nihai zafer sonrasında kendi iç reformunu başlatıp, Türk ordusunu bugünkü onurlu ve demokratik tavrını veren süreci başlatmış oldu. 2008 yılında AK Parti aleyhine yargı içindeki vesayetçi unsurların açtığı kapatma davasında da Erdoğan, ilkeli tavrını hukuk sistemine saygı içinde gösterdi. O dönemde kendisine yapılan, yargıyı tanımama tavsiyelerini reddedip, Anayasa mahkemesinin kendisini bizzat kendi içinden başlattığı özgürlükçü dönüşüme vesile oldu. Medya patronlarıyla şantajcı pazarlıklara son verip, şovenist etnik korkuları yayan medya unsurlarının itibarının düşüklüğünü teşhir etmiş oldu. İşte bu ortamda, Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi adımlar atılırken, faili meçhul cinayetler ve işkencenin önüne geçildi. Türkiye’nin önde gelen işadamları gruplarına, devlete verdikleri kredilerin fahiş faizler yoluyla değil de gerçekten yatırım ve iş yaparak para kazanacak ortam yaratılıp, onların demokrasiye desteği sağlanmış oldu. Türkiye’de icazetsiz bir sivil irade kurulunca, Washington’daki kalitesiz think tank raporlarına dayanarak yapılan dış ve iç politika hamleleri yeniden gözden geçirilip, İsrail, Rusya, Avrupa ve Ortadoğu konularında daha bağımsız bir dış politika mümkün kılındı. Sadece ekonomik ve teknik rasyonalite düşünülerek bir füze ihalesinin ABD ve Avrupa korkusu olmadan Çin firmasına veriliyor olabilmesi, 1990’larda hayal edilebilecek bir tercih bile olamazdı.

Erdoğan’ın liderliğindeki icazetsiz sivil siyaset Türkiye’nin en önemli tarihi sorunlarından biri olan terör meselesinde çözümü de mümkün kılan ortamı yaratabilmiş, bu konuda hükümetin herhangi bir darbe ve siyasi kargaşa çekincesi olmadan sırf siyasi iradeye dayanarak cesur adımlar atabilmesini sağlamıştır.

Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti hükümetlerinin öncülük ettiği icazetsiz sivil siyasetin en önemli özelliklerinden birisi, seçmen iradesini temsil eden Başbakan'ın, gerektiğinde vesayete alışmış kesimler karşısında ilkeli ve açık sözlü bir şekilde dur diyebilmesidir. Eski güçlerini kaybeden kesimlerin hemen çelişkili bir şekilde “sivil diktatörlük” diye adlandırdığı bu tavır, aynı zamanda bu elitler ve çevreler arasında bir 1990’lar nostaljisi de yaratmıştır. Artık başbakanlar bir gazete patronunun evine gidip, ihaleler karşılığında siyasi destek isteyen yumuşak karakterli kişiler olmayacaktır. Ve Türkiye’de demokrasi, zorbalık, şantaj ve medyanın linç kampanyalarından kurtulduğu için, siyasi projeler ve yaşam tarzına dair farklılıklar daha şeffaf bir süreçte tartışabilmektedir.

Bu demokratik olgunluk ve şeffaflık, 1990’ların kurbanları arasında olmasına rağmen meşruiyetini  o puslu ortamda hayatta kalacak metotlara bağlayan proje ve akımların da büyüsünü kaybetmelerine yol açmıştır. Örneğin, Türkiye’deki pek çok dini cemaat, 28 Şubat’ın kendilerini terörize ettiği dönemlerde bir savunma mekanizması çerçevesinde belli gizlilik ve cemaat içi dayanışma kodları geliştirmek, cemaatlerinin ikbali için faaliyetlerini yurt dışına yönlendirmek zorunda kalmışlardır. Daha da önemlisi, kendi tabanları içinde bu sıra dışı yöntemlerini, puslu bir ortamda gerekli bir sabır ve hizmet anlayışı olarak sunduğundan, Türk halkı arasında önemli bir gizem ve manevi destek kazanmış gruplar da mevcuttur. Ancak, son on yılın demokratikleşmesi, bu grupların bazı metotlarının varlık sebebini ortadan kaldırdığı için onlar arasında da belli bir intibak zorluğuna ve rahatsızlığa yol açabilmektedir. Zira bugünkü açık demokrasi, dini ve toplumsal hizmeti de açık ve şeffaf usullerle yapmaya davet ediyor. Benzer bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı, Cumhuriyet dönemi boyunca dışlanmış ve horlanmış dini ve etnik azınlıklar için de geçerlidir. Her ne kadar demokrasi onlar için daha fazla özgürlük ve hak arama alanı açmış olsa da, kısmen bu grupların mazlumiyete dayalı masumiyet ve kutsiyet örtülerinden çıkıp, sisteme küsmeden demokratik siyasete katılımlarını da gerekli kılmaktadır. Ak Parti’nin 12 Eylül referandumu ve 2012 seçimleri sonrası eski icazet sisteminin ana aktörlerini iyice pasifize etmesi Türk demokrasisinin hiç bir sorunu olmadığı anlamına okunmamalıdır. Her demokrasi gibi Türkiye’deki demokrasi de daha fazla ıslah edilip, katılımcı hale getirilebilir özelliklere sahiptir. Üstelik, temsili demokrasinin bizzat kendisinin ortaya çıkardığı problemler de mevcuttur. Ancak, daha katılımcı bir demokrasi isteği ile icazet ve vesayet dönemine dönüş nostaljileri yapan grupların taleplerinin farkını tespit etmek çok önemlidir. Gezi Parkı eylemleri, bir anlamda icazetsiz sivil demokrasinin de şehircilik ve kamu alanlarının kullanımı konusunda zaaflarına vurgu yapan yeni ve farklı bir eleştiriye dayanmaktaydı ve eylemlerin bu boyutu hükümet çevrelerinde ciddiye alınıp, diyalog içine girilebilmiştir: Ancak, Gezi Parkı eylemleri aynı zamanda 1990’ların icazet merkezlerinden bir kısmının, kendilerine muhtaç ve kendi çıkarlarına hizmet edecek siyasi liderler özlemini de yansıtmaktaydı. Gezi sırasında Başbakan’a yönelik sertlik eleştirisi, eylemlerin liderleriyle saatlerce sohbet edip, onların temel taleplerini kabul eden bir Başbakan için ne kadar anlamlı? Buradaki asıl mesele, üsluptan ziyade, herhangi bir medya kuruluşu, işadamı çevresi, dini cemaat veya milliyetçi paranoyaya yaslanmadan, kamu hizmeti ve daha fazla özgürlük isteyen seçmenlerle kurduğu bağ neticesinde Erdoğan’ın seçim kazanabilmesi ve onların siyasi iradesinden taviz vermemesidir. 

Spekülasyonlara bel bağlamak

Bugünlerde Erdoğan’ın yine kendi koyduğu siyasi prensipler sebebiyle başbakanlığı bırakmasından sonra AK Parti liderliğine kimin geleceği ile ilgili spekülasyonlarda da eski icazet merkezlerinin beklentileri üslup tartışması şeklinde ifade edilmektedir. Erdoğan sonrası bir AK Parti hükümeti başbakanının eski icazetçiliğe dönme ihtimali, pek çok çıkar grubunu da heyecanlandırmaktadır. Ancak, burada unutulmaması gereken iki husus vurgulanmalıdır. Birincisi, son on yılda Erdoğan hükümetlerinin pek çok hukuki ve siyasi reformlar yaparak, icazetçi grupların tasarruf ve güç alanlarını daraltmıştır. Bu hamle yeni bir anayasa ile yapılamasa bile 12 Eylül referandumu ile kısmen başarılmıştır. İkincisi ise, Erdoğan’ın icazetsiz sivil siyaset tecrübesindeki üslubun bir kişisel tavır değil, genel bir AK Parti vizyonu oluşudur. Erdoğan’ın amacı, on yıllık reformların başarılı olması ile ileride kimsenin şantaj ve zorbalıkla demokrasiyi tehdit edemez hale gelmesidir. Kürt meselesindeki çözüm süreci, demokratikleşme paketiyle yürürlüğe giren özgürlük alanları ve yeni bir sivil anayasa hazırlama çabaları, vesayetçi çevrelerce kullanılacak temel hak meselesi, korku ve çatışma ortamını minimize etmeyi de amaçlamaktadır. Daha da önemlisi, yapılan tüm kamuoyu araştırmalarında, Türk halkı bu süreç sonucunda eski puslu günlere dönüş değil, daha da demokratik ve katılımcı bir ülke istediğini göstermektedir. Bu anlamda Gezi protestolarının merkezindeki evrensel ve hak isteyen taleplerin, 2007 Cumhuriyet mitinglerinin nefret ve korku temelli taleplerinden farklı olması son on yıllık demokratik öğrenme sürecinin başarılarından biri olarak görülmelidir. Önümüzdeki yapılacak üç farklı ve önemli seçimde, Gezi protestolarının başlangıçtaki pozitif taleplerini yine demokrasi içinde kavga etmeden ifade etme fırsatı da sunmaktadır. Belediye seçimlerinde şehircilik ve kamu alanlarının kullanımı tartışılarak, bu konuda daha tatmin edilebilir bir belediyecilik modeli ortaya çıkabilir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, kutuplaştırıcı değil bütünleştirici ortak paydaların ve değerlerin tartışmasına vesile olabilir. Bu açıdan bakıldığında, Erdoğan’ın siyasi kariyerine nasip olan icazetsiz sivil iradeye dayalı siyaset, demokratik prosedüre sahip çıkıldığı müddetçe ileride muhakkak daha da güçlenecektir.

[email protected]