Erdoğan’ın Ermeni taziyesi ve vicdanın paketlenmesi

Bekir L. Yıldırım/Yazar
3.05.2014

Başbakan’ın taziye mesajıyla Türkiye ahlaki sorumluğunu tamamlamıştır. Diaspora, Ermenistan ve destekçileri, benzeri bir jestle, “Ayrılıkçı Ermeni örgütlerince öldürülen sivillerin torunlarının da benzeri acılar yaşadığını kabul etme” manasında bir mesaj ve “artık konuyu tarihçilere bırakabiliriz” mealinde bir cevap üretmezse bu, Batı’nın ahlaki değil siyasi doğruculukla hareket ettiğinin delili olacaktır.


Erdoğan’ın Ermeni taziyesi ve vicdanın paketlenmesi

Başbakan Erdoğan’ın Ermeniler’e 1915 taziyesine içeriden ve dışarıdan gelen tepkilere bakıldığında “herkesi ters köşeye yatırdı” metaforu pek isabetsiz sayılmaz. İçerdeki yeminli Erdoğan düşmanları dahi “lamı cimi yok, beğendim” ama hani bana,  “şimdiye kadar nerde idi” türü ancak şaşkınlık ürünü veya mizah addedilebilecek tepkileri, dışarıdakilerin “yetmez ama evet” olarak özetlenebilecek tepkileri böylesi bir tasvire destek teşkil edici.

Ama bu yorum, olayı adeta bir siyasi satranç hamlesi mesabesine düşürmesi, vicdani boyutu ihmal etmesi gibi bir eksiklikten de muzdarip. Bütün siyasetçiler, liderler için bu söylenemez ama Erdoğan siyasetinden bahsederken ahlakı elementi çıkardığınızda o siyasetin kalbini almış olursunuz. Zira eğer Erdoğanizm diye bir tabir kullanılacaksa ana tanımlayıcısı ahlaki doğruculuk olmak zorundadır. Erdoğan’ın içeride ve dışarıda izlediği politikalara bakıldığında “bunu ancak Erdoğan yapabilirdi”nin yanında “yapması kuvvetle muhtemeldi” tespiti de doğrudur.

Bu tespiti yaptıktan sonra, taziyeyi sadece ahlaki doğruculuk zaviyesinden okumanın da gerçek dünyada mümkün olmadığını not etmek gerek, maalesef. Bir uçtaki ahlaksız Makyavelizm ile öbür uçtaki saf, püriten vicdanilik arasında geniş bir yelpaze var zira. İşte bu taziye inisiyatifinin objektif analizi de o çerçeve içerisinde bir yerlerde yer alacak. Zor iş nereden bakılsa, zira yeni, orijinal şeyler söylemenin imkânsıza yakın olduğu bir konu. Artık bu konuda her okuduğumuz roman, dinlediğimiz yaşanmışlıklar, edindiğimiz yeni veri çoğunlukla bulunduğumuz konumları pekiştirmeye yarıyor. O konumlar da kimse için kendi ilişkiler dünyamızın yanlılıklarından azade, objektif, adil gözlemci konumu değil. Einstein “Çok az insan kendi sosyal çevrelerinin ön yargılarından arınmış fikirleri temkin ile ifade etmeye muktedirdir. Çoğu insanlar böyle düşünmeye dahi muktedir değildir” der bu beşeri zaafa işaret etmek için.

Bu farkındalık içinde kişisel kanaatim: Bu taziye vicdani-ahlaki zorunluluk değildi ama barındırdığı vicdani vurgu ahlaken de doğru idi zamanın ruhu açısından da (bu “siyaseten de doğru idi” olarak okunabilir).

“Neden ahlaki zorunluluk değildi” sorusu aslında “neden Türkiye tehcir için özür dilemek gibi bir vicdani zorunluluk altında değil” sorusunun güncel -daraltılmış halidir. Direkt geniş soruya cevap arayalım zira gerek içeride gerek dışarıdaki mezkûr “yetmez ama evetçiler”in beklentisinin “iyi başlangıç; artık soykırımı kabul ve özür yoldadır” olduğu ortada.

Bu yazının temel savı da böylesi bir ahlaki zorunluluğun olmadığıdır. Nedenleri de şunlardır:

Bu “soykırımla yüzleş ve özür dile” çağrısını gerekçesi ortaya konulmamıştır. En kuvvetli argümanlar “olduğu su götürmeyen ve senin ülkenin işlediği bir suçu kabullenmeni beklemekten daha doğal ne olabilir ki” retorik sorusu ile özetlenebilir. O zaman şu soru da varittir: Gerçekten böylesi bir evrensel ahlak kodu yürürlükte midir? Daha açık ifade ile evrensel ahlakın geldiği noktada bütün ülkeler tarihlerindeki kara sayfalar ile yüzleşecekler diye bir ahlak geliştirdik mi? Buna karşı sorulan “ama şu kadar da Türk öldü”  türü sorular “acıları yarıştırmak, kafayı kuma gömmek, milliyetçi refleks...” vb yaftalarla marjinalize edilmektedir.

‘Yüzleş kurtul’cular

Aynı tür bir tepki ile karşılaşma pahasına soruyu daha spesifikleştirerek tekrarlayalım: Sahi BM veya benzeri bir beynelmilel kuruluş vasıtası ile veya gayri-resmi olarak cihanşümul bir “hakikat ve uzlaşma” komisyonu kuruldu mu? Kurulmadı ise Türkiye’den bunu istemek en hafif ifade ile “seçici ahlak” olur ki bu da tezatların birleştirilmesidir, zira ahlak herkese eşit ve adil davranmayı dikte eder.

Diğer benzeri tarihi veya güncel olaylar karşısında alınan pozisyonlar ile kıyas, bunu dikte edenlerin motiflerinin ilkeliliği konusunda bir turnusol işlevi görür. “Tarihçilere bırakalım” sözünün Türkiye’nin liderlerinden ağzından çıktığında bir kafayı kuma gömme fiili olarak algılanırken, aynı sözler bir Fransız Başkanı’ndan geldiğinde neden yadırganmaz veya eleştirilmez” sorusunu dahi soramayız artık. Kim inkârcı, milliyetçi, ırkçı vs. olmak ister ki nihayetinde? Bundan 30-40 yıl öncesinin dışa kapalı dünyasında da bugünkü en hararetli “yüzleşmeciler” dâhil kimse “vatana ihanet” etmez “yok öyle bir şey” resmi tezine sarılır idi.

İngilizce bir gazetede yazan bir muhafazakâr yazarın, “Türkiye 21. Yüzyıldaki yerini, ancak imparatorluk mirası evrensel değerleri kucaklamak ve İttihat ve Terakki’nin kirli tarihine karşı çıkmakla alabilir” şeklindeki ifadesi pozisyonlarımızın değiştiğine fakat kullandığımız kriterin hala “günün ruhunu” veya kaba tabir ile “modasını” öncelediğine güzel bir örnektir. Hakikat arayışından çok konjunktürel siyaset, faydacılık mülahazası ile ulaşılmış bir pozisyon.

“Sahiden Türkiye ne ile ve nasıl yüzleşsin isteniliyor” sorusuna da net bir cevap yoktur. Cevaplar, “Ermenilerin acıları tanınsın, paylaşılsın”dan -ki taziye bu işlevi içindir-  tazminat, toprak taleplerine kadar giden geniş bir yelpazededir. En ılımlılar dahi taziyeye cevaben  “Türkiye görevini yaptı” ile iktifa etmiyor, “tabii ki Diaspora ve Ermenistan bu davayı uluslararası hukuki, siyasi zeminde sürdüreceklerdir, o ayrı konu” mealinde tespitler yapıyorlar. Bir “evet ve yeter” noktası var mıdır veya ucu açık bir yüzleşme-tamirattan mı bahsediyoruz? Olay akla Yahudiler’in biricik olmasını arzuladıkları Holokost’u getiriyor mantıki olarak ve o da “Türkiye’den beklenen Almanya’nın II. Dünya Harbi sonrası Yahudiler’e yaptığını yapmak mı” sorusunu.

Yakın tarihte bu “yüzleş, kurtul” taleplerinin kimler tarafından hangi gayeye matuf olarak yapıldığını not etmek de ahlaki boyutu inkâr anlamına gelmez. Akla gelen benzeri örneklerden biri  de 80’lerde FKÖ lideri Yaser Arafat’a yapılan “meşruiyet kazanmak, muhatap alınmak istiyorsan önce terörizmi lanetle” dayatmasıdır.  Arafat bunu yaptıktan sonra taleplerin ardı arkası gelmedi. Her bir tavizden sonra gelen “afferin, şimdi şunu kına, şimdi şunu hapse at, şimdi Hamas’a savaş aç”a kadar giden ucu açık dayatmalarla esir alındı Arafat ve halefi Mahmut Abbas. Sonuçta varılan nota ortada. Birçok “yüzleş, kurtul”cunun “Türkiye Azerbaycan’ın şantajlarına boyun eğmemeli” türü tavsiyeleri, Hocalı katliamı gibi daha güncel katliamları görmezden gelmeleri gibi verileri de bu paralelliğin ve ahlaki çifte standardın numuneleri olarak okur, ahlaki doğrucu-objektif gözlemci.

Başbakanın taziye mesajı, içindeki Osmanlı vatandaşları vurgusu ile beraber Türkiye’nin bu günkü ahlaki sorumluğunu tamamlamıştır. Evet ve yeter, en azından karşı taraf (Diaspora, Ermenistan ve destekçileri) benzeri bir jestle, mesela “Ayrılıkçı Ermeni örgütlerince öldürülen sivillerin torunlarının da benzeri acılar yaşadığını kabul etme” manasında mesajlarla veya “artık konuyu tarih araştırmacılarına bırakabiliriz” mealinde bir cevap üretmez ve Türkiye’ye “sen devam et” denirse bu Batı’nın ahlaki değil siyasi doğruculukla hareket ettiğinin, egemenin siyasi gayelerini ahlaki ambalajlarla diğerlerine dikte ettirdiği ve içerdeki gönüllü distribütörlerin de işlevsel rollerinin delili olacaktır- ki bu da bizi meselenin özüne getirir.

Modaya uygun politika

Batı’da aklı hür, vicdanı hür bireyler vardır ama kurulu düzenin “evrensel ahlak normları” diye dikte ettiği değerleri onlar üretmez. Ondandır onlar için “marjinal, alternatif, muhalif” vb tabirler kullanılması. Dahası, o değer-fabrikalarının ham maddelerini değil paketlenmiş ürünlerini, “naapalım zamanın ruhu, konjonktür, reel politik” veya “neyin yanında olmak cool bu günlerde” kriterleri ile tüketmek, distribütörlüğünü “benim vicdanım, özgün görüşüm” sanarak yapmak farkındalık eksikliği, modacılık veya siyasi doğruculuktur. Vicdan, ahlak kalıplara sığmaz, paketlenemez, ambalajlanamaz, modaya uymaz, pazarlanamaz zira. Yargılarını üretmek için de gene aynı fabrikaların dayattığı standard testler yerine sıfırdan başlayan, aklı ve aksiyomatik doğruları kullanan zihinler, vicdanlar lazım.

Bu teorik ölçütü konuya bağlayarak bitirelim: Ermeni meselesini sadece hafızalarında tarihi acılar taze olanlarla empati kurmak çerçevesine koymakta dahi bir kurnazlık vardır, zira cihan-şümul bir “geçmişle yüzleşme” ahlakı üretememiştir insanlık.  O zaman gelene kadar bu da Norman Finkelstein’ın Holokost Endüstrisi kitabında vurguladığı türden “Tabii ki benim acım özeldir, Yahudiler’inki kadar olmasa da, zira gördüğün gibi ben ne Ruandalı’yım ne Cezayirli, ne Kamboçyalı, ne Bosnalı ne de Filistinli” mesajı olarak algılanacaktır pek çok insan zihninde ama özellikle zarar görecek imajları olan aydınlar bunu seslendirmeyi zararlı göreceklerdir; en azından moda değişene kadar.

Ezcümle, Erdoğan’ın taziyesi bu muhteva ile bir ahlaki duruş olduğu kadar bir siyasi jesttir de. Verilecek tepkiler, bu yazıdaki iddiaların isabet derecesini test eder mahiyette olacaktır.

[email protected]