Erdoğan’ın yanında olmak!

Muhsin Kızılkaya / Yazar
25.01.2014

Erdoğan büyük bir ‘suç’ işlemişti. Kendisine kadar hiçbir başbakanın, çözmeye niyeti olsa bile, kökten çözmeye cesaret edemediği Kürt sorununu, Öcalan’ı da katarak çözmeye niyet etmişti. Fincancı katırları böyle ürktü. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği önemli bir zırh kuşanılarak, yolsuzluk operasyonu adı altında 17 Aralık’ta düğmeye basıldı.


Erdoğan’ın yanında olmak!

Geçen gün bir yolculuk sırasında uzun bir süreden beri görmediğim bir arkadaşıma rastladım. Benden yaşça büyük, eski bir sol örgüt mensubu, şimdilerde yaşı kemale ermiş, durmuş oturmuş, hala sosyalist olduğunu söyleyen ve hala devrim düşünü gördüğüne emin olduğum birisi. Beni görür görmez; “Yahu Muhsin, sen iyice yazıldın şu adama” dedi.

“Kime?” sorusunu sormadan kimi kastettiğini anladım. Başbakan Erdoğan’dan bahsediyordu.

“Geçen gün bir televizyonda seni dinlerken, elim birkaç kez telefona gitti, ne oluyor sana diye soracaktım ama vazgeçtim” diye devam etti.

“Niye? Sizin Erdoğan’ı desteklediğiniz dönemle şimdiki dönem arasında bir fark mı var? Hayatımızı zehir eden, özgürlüklerimizi kısıtlayan birkaç yasa mı çıkardı Erdoğan bu süre içinde?” diye cevap verdim. Özellikle Anayasa Referandumunda ve o zamana kadar geçen süre zarfında arkadaşım ve mensubu olduğu çevre Erdoğan’ı desteklemiş, aldığı cesur kararları alkışlamış, vesayet rejimiyle giriştiği mücadele yanında yer almışlardı. 

Bana fırça atan arkadaş...

Bana “fırça” atan arkadaşımın da içinde bulunduğu sol, sosyalist, entelektüel grup, duruşlarını beğendiğim, iyi niyetlerinden zerre kadar kuşku duymadığım bir gruptur. Bu ülkenin düşünce hayatı adına ne biriktiyse, bu birikime çok önemli bir katkı yapmışlar. Türk sosyalistlerinin o rijit, o halktan uzak, hayalci kültürüne pek itibar etmemişler.

Ak Parti’nin kuruluş sürecinden iktidara gelişlerine kadar geçen sürede yapılan bütün tartışmaları onların yayınları bağlamında yakından izledim. Önemli şeyler söylüyorlardı. Ak Parti iktidarını olumluyor, Başbakan Erdoğan’ı bu ülke için bir şans olarak görüyorlardı. 90’lı yılların başlarında sosyalistler tarafından “gerici” olarak nitelendirilen İslamcılarla demokrasi paydasında buluşmanın mümkün olduğunu da ilk defa bu arkadaşlar dile getirmişti. Şimdi bu uzlaşma, insan hakları ve özgürlükçü demokrasi paydasında mümkün hale geliyordu. AK Parti mazlum İslamcıların partisiydi, Müslümanlar bu ülkenin bütün “ötekileri” gibi horlanmışlar, itilmişlerdi. Şimdi iktidara geliyor, statükoya karşı savaşıyor, vesayete başkaldırıyor, Kürtlerle barışmak için ufak ufak girişimlerde bulunuyordu. O halde Ak Parti, bütün toplumu kuşatmış olan Kemalist ideolojiyle savaşmak için iyi bir alan açabilir ve bu alanda biz de gücümüzü onlarınkiyle birleştirebiliriz.

Kabaca özetlediğim bu fikir bana hiç fena gelmedi. Zaten öteden beri aşağı yukarı buna benzer şeyler düşünüyordum. İş şimdi, bütün gençlik yıllarımı “gerici” yaftasıyla yaftalandırdığım, hakkında hiçbir bilgim olmayan, pek ciddiye almadığım, tanımak için özel bir çaba harcamadığım ve hep gizliden gizliye bir siyasi “rekabet” içinde bulunduğum İslamcıları “hazmetmeye” gelmişti.

Bu “hazım” süreci biraz zamana yayıldı ama sancısız oldu. 2003 yılından itibaren ülke siyasetine egemen olmaya başlayan yeni bir “dil”, yeni bir “üslup” memlekette hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı işaretlerini vermeye başladı. İktidara gelen Müslüman muhafazakarlar, biz “laiklerin”  inandığı ve korktuğu gibi işe meyhaneleri kapatmakla başlamadılar. Bütün meyhaneler açık kaldığı gibi, kerhane de yerinde, Karaköy’de kaldı. Başı açıkların başını örtmeye, otobüsleri haremlik selamlık diye ayırmaya kalkışmadılar. Bırakın bunu yapmayı, başı kapalı olanların üniversitelere alınmasına bile güçleri yetmiyordu henüz. Ama sezgilerim her şeyin daha da güzel olacağını söylüyordu bana. 

Ben aslında bütün bunlarla ilgiliydim ama beni asıl ilgilendiren içinden geldiğim coğrafyanın, doğduğum yerdeki akrabalarımın yıllardır kan deryası içinde debelenmelerine dair hükümetin ne yapacağıydı. Anadilim yasaktı, Kürt varlığı inkar ediliyordu, asimilasyon bir devlet politikasıydı. Kürtçe, televizyonlarda konuşulan, şarkı söylenen bir dil değildi. Üniversiteler Kürtçeye uzaktı, din adamları Cuma hutbelerinde Kürtçe kelam edemiyorlardı. Ve cebimde taşıdığım Türkiye Cumhuriyeti kimliğine rağmen, kendimi bu ülkenin gerçek bir yurttaşı olarak hissetmiyordum ne yazık ki.

Savaş 2005’ten itibaren tekrar başlamış, kan dökülüyor, analar ağlıyor; ülke yangın yeriydi. Ama kulağıma gelen bazı sesler, bütün bu vahşete, bütün bu inkar politikasına son vermeyle ilgili hükümetin bir tavır koyacağını söylüyordu bana; sezgilerime güvenmeliydim. Yazının girişinde sözünü ettiğim arkadaşlarımın yayınlarında da bu yönde umudu yükselten, diri tutan yazılar çıkıyor, hatta o arkadaşlar, kendi mahallelerinde bile “demokratlıklarından” dolayı topa tutuluyorlardı.

2007 yılında Ergenekon operasyonu başladı. Aynı yıl işlenen Hırant Dink cinayeti, neredeyse o günden bugüne işlenen son siyasal cinayet oldu. 2009 yılında hükümet “Kürt açılımını” başlattı. Bütün paradigma alt üst oldu. PKK militanları gerilla kıyafetleriyle bir otobüsün üzerinde Habur’dan Diyarbakır’a kadar geldi. Türkiye alışmadığı, o zamana kadar hazır olmadığı bir yeni fotoğrafla karşılaştı. Barışın geleceğine dair umutlar büyüdü. Ama gelin görün ki barış savaş kadar kolay bir şey değildi. Savaş için iki irade, barış için binlerce irade gerekiyordu. Ve en önemlisi barış, savaşa göre katlanılması daha güç bir işti. 

Oslo’yu kim devirdi?

Oslo’da kurulan görüşme masası, Silvan’da devrildi. Kanlı bir iki yıl bizi bekliyordu. Bu iki yıl içinde bin 500’e yakın genç canından oldu. Ardından KCK operasyonları başlatıldı. Arkasından Apo’nun avukatları tutuklandı, hemen ardından da, kafileye bazı sosyalist Türk aydınlarının da eklenmesiyle PKK medyasında çalışan onlarca gazeteci tutuklandı. Şimdi şimdi öğrendiğimiz, emniyete ve yargıya egemen olmuş bir anlayış, yaptığı operasyonlarla hükümeti ve dolayısıyla devleti “PKK’siz bir çözüme” inandırmaya çalışıyor, hükümet de buna inanmış görünüyordu. Apo tecrit edilecek, avukatları tutuklanacak, destekçileri hapse atılacak, legal partisi güçsüz kılınacak, böylece örgütün altındaki halı çekilip yalnızlaştırılacaktı. 

Ama bu yanlış bir hesaptı. Yanlış olduğu, ucunun nereye varacağı 7 Şubat’ta ortaya çıktı. “PKK’siz çözüm” diyenler, hızını alamamış, MİT müsteşarını da kodese tıkmaya kalkışmıştı. Bu oyunun ne kadar büyük olduğunu İmralı’da yatan Öcalan gördü, Başbakan Erdoğan’a bir mektupla başvurdu. “Devlet içinde paralel bir yapı sizi, örgüt içinde de bir grup beni tasfiye etmek istiyor. Fırsat verin, barışı sağlayayım” diyen mektup ciddiye alındı ve bir yıldan beri ölümleri durduran barış süreci böyle başlamış oldu.

Erdoğan büyük bir “suç” işlemişti. Kendisine kadar hiçbir Başbakan’ın, çözmeye niyeti olsa bile, kökten çözmeye cesaret edemediği Kürt sorununu, Öcalan’ı da katarak çözmeye niyet etmişti. Fincancı katırları böyle ürktü. Başkalarına hizmet götürmeyi o alandaki bütün parsayı toplamak olarak gören bir anlayış -ki emniyet ve yargının önemli bir bölümü onların kontrolündeydi- harekete geçti. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği önemli bir zırh kuşanarak, yolsuzluk operasyonu adı altında 17 Aralık’ta düğmeye bastı. Operasyon başarılı olsaydı eğer, Erdoğan hükümeti gidecek, İmralı tecrit mekanına dönüşecek, görüşmeler kesilecek, yeni KCK operasyonları yapılacak, tekrar sil baştan Kürt meselesinde “pkk’siz çözüme” dönülecek, bunun için gerekirse herkesle işbirliği yapılacaktı.

Bu arada AK Parti 10 yıllık iktidar süresi içinde Türkiye’de bütün Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan reformların birkaç katı kadar reform yapmış, devletin elini ayağını birçok alandan çekmiş, özel girişimcilerin önünü açmış, devlet eliyle palazlanmış olan İstanbul burjuvazisine karşı, yüksek karları uzak pazarlarda arayıp bulan yeni bir girişimci bireyin ortaya çıkmasını teşvik etmiş, kısa süre içinde ekonomi şaha kalkmış, siyasal alanda bir yığın değişiklik yapılmış, MGK Genel sekreterliği sivilleştirilmiş, Kürtçe serbest bırakılmış, 24 saat Kürtçe yayın yapan bir devlet kanalı açılmış, Kürtçe okullarda seçmeli ders haline getirilmiş, asimilasyon ve inkar politikaları terk edilmiş, dindarların kimlikleriyle var olmalarının önü açılmış, Alevilere yurttaş muamelesi yapılmıştı.

Barış süreci bütün bu muazzam değişikliklerin üzerinde yürüyecekti. Bu amaçla oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti Anadolu’yu karış karış dolaşmış, raporlar hazırlamış, büyük bir halkla ilişkiler faaliyeti sonuç vermiş, hükümet ardı ardına demokratikleşme paketleri açmış, Kürtçe alfabe serbest kalmış, özel okullarda Kürtçe eğitimin önü açılmış, andımız kaldırılmış, değiştirilen yer isimleri tekrar iade edilmiş, kamuda başörtüsü yasağı kaldırılmış, BDP heyetleri bir İmralı’ya bir Kandil’e gidip gelmiş, özetle muhalefetin “ihanet” suçlamasına rağmen Cumhuriyet tarihi boyunca atılmamış bir yığın demokratik adım bir sene içinde atılmıştı. Tabi bu arada barış süreciyle direkt ilgili olduğunu düşündüğüm “Gezi kalkışması” vuku bulmuş, bu önemli toplumsal hadise bile barış sürecine istendiği oranda zarar verememişti.

Bir de yanı başımızda yıllardan beri herkesin “Kuzey Irak” dediği bir yer vardı ve devletin çözmeye kalkıştığı sorunun önemli merkezlerinden biriydi. Onun bir anayasal bölge başkanı vardı ve onun adı Mesut Barzani’ydi. Bir de sürgünde bir Kürt sanatçısı vardı; Şivan Perwer. İşte bu Barzani, yanına Şivan’ı da alarak Diyarbakır’a geldi. Barzani Kürtçe konuştu, Şivan kendi dilinden şarkı söyledi ve Başbakan Erdoğan orasının adının “Kürdistan” olduğunu bütün Türkiye’ye ilan etti. Orada büyük enerji kaynakları vardı ve o kaynağı Türklerle Kürtler beraber kullanabilirlerdi. Yeter ki aralarındaki bu kanlı hesaplaşma son bulsun, yeter ki bu kanla yıkanmış bahtsız coğrafyaya özlenen barış gelsin. İşte Başbakan Erdoğan’ın işlediği büyük “günah” bu! İşte Erdoğan’ın “suçu”! 

Yıllardır biriktirilen, günü gelince kullanırız diyerek su yüzüne çıkartılmamış olan bazı yolsuzluklar bu büyük “günaha” kılıfı yapıldı ve Öcalan’ın da “darbe” olarak nitelendirildiği 17 Aralık operasyonu başlatıldı.

Barış mı devrim mi?

Şimdi, Hakkari’de doğmuş, anadili başına bela olmuş, o belayı kutsal bir hamaylı gibi göğsünde taşımış, tek derdi kan dökülmesin, Kürtler de rahat bir yastık yüzü görsün, çocukları ölmesin, herkes türkülerini yüksek sesle söylesin, eksiksiz bir demokrasi olsun, herkes herkesin hakkına riayet etsin, kimse bu ülkede öteki olarak yaşamasın, dilini kullanmak isteyen dilini, dinini kullanmak isteyen dinini, inancını savunmak isteyen inancını özgürce savunsun, bunun için kimse kimseyi vurmasın, herkes için özgürlükçü bir demokrasi kökleşerek bu ülkeye yerleşsin diye hayatının hemen hemen tümünü bu uğurda geçirmiş ve ilk defa 2009 yılında başlatılan “Kürt açılımıyla” birlikte kendisini bu ülkenin gerçek bir yurttaşı olarak hissetmeye başlamış bir okur yazar olarak, böyle bir darbe karşısında televizyona çıktığımda nasıl bas bas “yetişin, çalıyorlar” diye bağırabilirim. Çalanın yakasına yapışırsın, (nitekim yapışıldı, 3 bakan oğlu içerde, 4 bakan görevden alındı) o çok kolay. Ama eğer birileri bizden geleceğimizi, çocuklarımızın istikbalini, kapımızın eşiğine kadar gelmiş yüzyıllık barışı çalmaya yelteniyorsa, kusura bakmayın o gün ben Başbakan Erdoğan’ın yanındayım. Hem de bütün samimiyetimle.

Yolculuk sırasında karşılaştığım eski arkadaşıma bütün bunları böyle anlatamadım. Çünkü o başka bir pencereden bakıyordu meseleye. Benim derdim barış, onun derdi devrimdi.

Oysa bu ülkenin ihtiyacı olan tek bir devrim var; o da barış devrimidir.

[email protected]