Hakiki anlatı, bireysel hafızayı kolektif hatıraya dönüştürürken bu müşterekliği kimliksiz kalabalıkların gürültüsünde eritmeyi reddeden, her insan tecrübesini ebediyet fikriyle temas edebilecek derinlikte gören bir bakışa yaslanmak zorundadır. Bu bakış diri tutulabildiğinde, kelime yeniden anlamını bulacaktır. Edebiyat ise çağın gürültüsü içinde insanı kendisine döndüren kurucu bir imkân olarak yükselecektir.
Doç. Dr. Kemal Şamlıoğlu/ MEB Bakan Yardımcısı
2025 edebiyat manzarasına dışarıdan bakan biri, türlerin çözülüşünü ve biçimlerin çoğalışını bir özgürleşme hikâyesi gibi algılayabilir. Romanın denemeye, denemenin hatıra anlatısına, kurmacanın tanıklığa karıştığı bu yeni sahnede, eski kalıpların dağılmasıyla birlikte insan bilincinin de zincirlerinden kurtulduğu kanaatine varmak mümkündür. Hâlbuki dikkat derinleştirildiğinde, bu dağınık zenginliğin altında, yüzyıllardır süren bir anlam krizinin gecikerek yüzeye çıkan yankıları duyulur. Kıta Avrupası'nın Aydınlanma Çağı'nda aklı mutlaklaştıran özgüveni, Fransız Devrimi'nin insanı tarihin merkezine yerleştiren coşkusu ve sanayi devriminin üretim ile sürat putu etrafında kurduğu yeni dünya tasarımı, 20. yüzyılın savaş cephelerinde paramparça olmuştur. Bu yıkımın ardından insana harabeler arasında dolaşan bir seyirci rolü kalmış; elinden alınan ilk miras ise ortak hafıza ile gelenek arasında kurulu ontolojik ilişki düzlemi olmuştur.
I. Dünya Savaşı sonrasında T. S. Eliot'ın The Waste Land'de tasvir ettiği ruh çölü, yalın bir estetik kırılma olarak değerlendirilemez; bu metin, Batı'nın kendi manevî damarını kesişinin şiirsel kaydı olarak da okunmalıdır. Eliot'ın, Oswald Spengler'in ve daha sonra Alasdair MacIntyre'ın farklı bağlamlarda vurguladıkları üzere, gelenekle irtibatını yitirmiş ve erdem dilinden kopmuş bir toplum, aklı ve bilimi yüceltirken bile kendi iç düzenini sessizce yıpratmakta, nihayetinde inşa edildiği sanılan dünyevî cennetin yıkıntıları arasında istikamet duygusunu yitiren bilince sürüklenmektedir. Bugün edebiyatta karşılaştığımız türler arası deneysel coşku, çoğu zaman bu çözülmenin estetik görünümleri olarak belirir. Fragmanlarla, kırık zaman çizgileriyle ve sürekli yer değiştiren ben konumlarıyla kurulan anlatılar, insanın parçalanmış benliğine ayna tutmakta, fakat onu yeniden toparlayacak bir varlık ufku sunamamaktadır.
Hafıza tezgâhı
Geleneğin değeri, nostaljik bir geçmiş güzellemesine hapsedilemez; gelenek, MacIntyre'ın vurguladığı gibi sadece tekrarlanan âdetler bütünü olarak kavranmayıp hayatın neye göre iyi sayılacağını tartışmamızı mümkün kılan anlam ufku, bir ahlâk dili ve hafıza tezgâhıdır. Aydınlanma sonrası Avrupa'sında bu ufuk, "ilerleme" miti adına yavaş yavaş geri çekilirken, akıl kendi kendini yeterli gördüğü ölçüde tahakküm aracına dönüşmüş, bilim hakikatin hizmetinde bir arayış olmaktan çıkarak, hayatın tamamını açıklama iddiasında bulunan seküler bir öğretiye benzemeye başlamıştır. Bugün bilimin tanrılaştırılması, aslında 18. yüzyıldan beri süren bu çizginin son kritik dönemeçlerinden biri olarak karşımıza çıkar; insan, kendisini ilahî referansa yaslayan varoluş ufkunu terk ettikçe, anlam boşluğunu başarı, sürat ve verimlilikle telafi etmeye yönelmekte, böylece ruhun daha da ıssız sahaya savrulduğu bir manzara belirmektedir.
Edebiyatın bugünkü hâli, bu ıssızlığın tam ortasında yükselen cılız bir itiraza benzemektedir. Çağdaş roman, deneme ve şiir, bireysel deneyimleri merkeze aldığını söylerken bile, çoğu kez sosyal medyanın sürat takıntısının belirlediği rejime tabi bir benlik gösterisi kalıbına hapsolmakta ve mahremiyetin sırra dönüşerek yoğunlaştığı o eski manevî menzilleri yeniden kurmakta zorlanmaktadır. Oysa Batı tecrübesi içinde Rilke'nin mektuplarında, Dostoyevski'nin romanlarında hatta Czeslaw Milosz'un şiirlerinde izini sürebileceğimiz o varoluşsal seyrüsefer, insanın kendi karanlığıyla yüzleşirken dahi metafizik ufku ıskalamayan bakışı diri tutar. Söz konusu bakış tarzı, ölümün ve kötülüğün gerçekliğini gizlemeksizin hayatı sadece görünen yüzüne hapsetmeyi reddeden kalp ve akıl birlikteliğini inşa eder.
Bir varoluş eşiği
Şiir merkezli edebiyat fikri, modern çağın sürate ve verime kutsallık atfeden düzenine karşı, estetik boyutu aşan ve insanın varlıkla kurduğu ilişkiyi kökten yeniden düşünmeye çağıran ontolojik bir itiraz olarak durur. Zira bu çağda kelime, veriye; cümle, enformasyon taşıyıcısına, anlatı ise tüketilebilir muhtevaya indirgenirken şiir, anlamı geri çağıran son barınak gibi belirir. Anadolu irfanında şiir, sözle oyalanan bir zevk alanı olarak tasarlanmaz; insanı kendisiyle yüzleştiren varoluş eşiği olarak kurulur. Yunus Emre'nin "Çıktım erik dalına / Anda yedim üzümü" dizeleri, bu eşiğin nasıl işlediğini gösteren en berrak örneklerden biridir. Burada mantık bozulur gibi görünür; oysa Yunus, aklın kendisini hedef almak yerine yerleşik alışkanlıkları kırıp anlamı karartmaksızın kalbi uyandıran sarsıcı bir dil üretir. Şair, kelimenin bilindik düzenini sarsarken insanı da kendi kurulu dünyasından sökerek başka bir anlam ufkuna çağırır. Açıklamacı söyleyişleri çoğaltmak yerine insanı sözün derûnî akışına sevk eder ve bu yürüyüş, çağın süreklileştirdiği dağınıklığa karşı sabırla örülmüş ruhanî bir mimariye dönüşür.
Bu mimarinin ardında Yunus'un yanı sıra Niyazî-i Mısrî'nin ateşle yoğrulmuş söyleyişi ve Aziz Mahmud Hüdâyî'nin sükûnetle bilgeleşmiş irfanı da durur. Her üç şairde kelime, insanla dünya arasına mesafe koymak yerine onu hayata daha derin bağlamak için saf bir terkibe yönelir; katman katman genişler ve suskunluğa yaklaşır. Mısrî'de kelam, yangının dili gibi yakar, insanı kendi nefsine çarptırarak varlığın karanlık eşiklerinden geçirirken, Hüdâyî'de aynı kelime teslimiyetin ağırbaşlı yürüyüşüne katılır ve bu yürüyüş, insanın kendi sınırlarını fark ederek genişlemesinin bir yolu hâline gelir. Bugünün edebiyatında süratin ve görünürlüğün baskısı altında kelime zayıfladıkça, Anadolu'dan yükselen sesin daha gür duyulması rastlantı sayılamaz. Bu çağrı, insanı verim çağının yorgunluğundan çekip alır ve hikmetin ağırbaşlı iklimine yöneltirken modern bilincin parçaladığı varlığı yeniden bütünlemeye davet eder.
Bugünün seküler edebiyat anlayışı, ölüm sonrasını dilin ve düşüncenin ufkundan uzaklaştırmaya çalıştıkça, insanın en eski sorularını sessizliğe iter; fakat bu bastırma arzusu, soruların kökünü kazımak yerine onları bilincin daha karanlık katmanlarına sürükler. Charles Taylor'ın Seküler Çağ çözümlemesinde işaret ettiği üzere, modern insan benliğini Yaratıcı fikrinden arındırdıkça "daha fazlası olmalı" sezgisini bütünüyle susturamaz. Sanat, özellikle edebiyat, bu çağrıyı işitmediği her anda sıradan bir kültür nesnesine dönüşür ve ruhun derin yaralarına temas etme kudretini kaybeder.
Kurucu bir imkân olarak edebiyat
Bu zihinsel iklim içinde edebiyat, biçimsel canlılığına rağmen yanmış bir medeniyetin külleri arasında dolaşan bilinç hâlini andırır; kelimeler göğe yükselmek yerine yere çöken duman gibi ağırlaşır ve anlam, geriye kalan son sıcaklığını da sessizce yitirir. 2025'te edebiyatın önünde beliren asıl imkân, Batı'nın tarihî tecrübesinde yaşanmış bu kırılmaları Doğu'nun ve yerli geleneğin henüz tümüyle kaybolmamış irfan sesleriyle karşı karşıya getirebilmektir. Süratin ve tek tipleştirici küresel dilin dayattığı tekdüze insan tasavvuruna karşı, şiiri merkeze alan, geleneği taşıyıcı eksen mertebesine yerleştiren, bilimi put konumuna hapsetmeyip hikmetle irtibatlı bir imkân alanı olarak anlamlandıran metinler, edebî birikimin ötesinde varoluşsal bir direniş ufku da kuracaktır. Hakiki anlatı, bireysel hafızayı kolektif hatıraya dönüştürürken bu müşterekliği kimliksiz kalabalıkların gürültüsünde eritmeyi reddeden, her insan tecrübesini ebediyet fikriyle temas edebilecek derinlikte gören bir bakışa yaslanmak zorundadır. Bu bakış diri tutulabildiğinde, kelime yeniden anlamını bulacaktır. Edebiyat ise çağın gürültüsü içinde insanı kendisine döndüren kurucu bir imkân olarak yükselecektir.