Ermeni tehciri, etnik unsurlar ve Türk Milleti

İsmail Küçükkılınç - Avukat
3.05.2015

Bu topraklarda, bu milletin müşterek tarihinde ne vuku bulmuşsa günahı-sevabı etnik ayrıma gitmeden herkese aittir. Mücrimleri ferden değil de etnik kökenlerine göre suçlamayı, tehcir esnasında yapılan melanetleri de soykırım olarak tavsif etmeyi patolojik bir vak’a olarak mütalaa ediyorum. Tehcir kararı, beka kaygısının had raddede olduğu bir vasatta alındığı için bilakis milletin varlığını teminat altına almıştır.


Ermeni tehciri, etnik unsurlar ve Türk Milleti

Korkulanın aksine ve görünene göre “100. senede” öne çıkan, “Ermeni Soykırımı” iftirası değil, tehcir hakikati oldu; ancak her şeye rağmen güçlü propaganda faaliyetleriyle psikolojik üstünlüğün “soykırım” tezini müdafaa edenlerde olduğunu söyleyebilir, buna basit bir delil sadedinde de Türk Milletinin alnına böyle bir kara leke sürülmeye çalışılırken meselenin esasına bihakkın vakıf dünyaca meşhur birçok kıymetli akademisyenimizin uluslararası akademyanın ve Ermeni Diasporasının şerrinden emin olabilmek için sükût kılıcına boyun eğişlerini gösterebiliriz.

Kesif propaganda taarruzuna maruz kılmış bir grubun sanki tarihte ve hakikatte bu topraklarda bir soykırım vuku bulmuş gibi bunun mesuliyetini İTC ve İttihadçılara havale ederek işin içinden çıkacaklarına inanmalarını başka bir yazımızda tahlil ve cerh etmeye çalışmıştık. Bu yazıda ise bilgileri kıt, millet nezdinde temsil kabiliyeti ve kıymeti olmayan, üstelik millet algıları da problemli başka bir grubun, sorumluluğu Müslüman gayri Türk etnik unsurlara yükleyerek steril bir Türklük mülahazalarını tenkit ve tahlile gayret edeceğiz.

Osmanlı Devleti’nde cari millet sistemi iktizasınca hangi etnik kökene mensup olursa olsunlar tüm Müslümanların tek bir millet kategorisinde mütalaa edildiği izahtan varestedir. (Bilhassa Rumeli’de Türk lafzınızın Müslümanlıkla müradif kullanılması bahs-i diğerdir). Hem millet prensibi hem de Osmanlı’nın son döneminde toprak kayıplarıyla vuku bulan mütemadi göçler neticesi ağırlık merkezini etnik Türklerin teşkil ettiği bölgelerde gayri Türk etnik Müslüman yoğunlaşması meydana gelmiş, böylelikle “Türk Milleti” tek bir etnik kökene irca edilemeyecek bir hususiyet ve zenginlik kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nde ve Osmanlı İslam Milleti’nde yer alıp da
bugün Türk Milleti ve millet mefhumuna katkı sunmayan hiçbir unsur mevcut değildir.

Tarih, sadece kronoloji, geçmiş hadiselerin nakledildiği malumat yığını, ibret ve ders kaynağı değildir; etkisini bugünle ve yarınla da hissettiren canlı bir “varlık”tır. Tarihimizde yaşadığımız netameli pek çok hadiseye sağlıklı bir şekilde yaklaşmazsak yaşadığımız acıların, mağlubiyetlerin günahını gayri Türk etnik unsurlara havale ederiz. Biz sadece Osmanlı’nın çöküş dönemindeki “günah keçileri”ni merkeze alacak, bunun millet mefhumuyla yakın akalasına dikkat çekeceğiz.

Muhacir iskanları

Evvela Ermeni meselesi mevzu bahis oldukta maalesef hâlâ aşılamamış mühim ve mükemmel bir müracaat kaynağı olan Erat Uras’ın muhalled eserinde mevcut bir anekdotu nakledelim: “1912’de Şark Vilayetleri Islahat teşebbüsleri sıralarında Eçmiyazin’deki Ermeni Katagikosu tarafından devletler nezdinde Ermeni davasını takibe memur edilen Millî Ermeni Heyeti Reisi Bogos Nubar Paşa Balkan Harbi ertesinde büyük devletlere verdiği bir notada şunları yazmaktadır : “[Ermeni] Islahatı[nın] tatbikini ihlal edecek her türlü manileri refetmek ve bu nokta-i nazardan Ermeni vilayetlerine muhacir sevkinden içtinap etmek Bab-ı Âli’nin menfaati iktizasındandır. Filhakika Balkan Harbi sebebiyle Avrupa’dan kovulmuş Rumelili ve Makedonyalı muhacirlerin vilayetlere sevki mevzuu bahistir. Bu Müslüman muhacir kütleleri, ekseriyeti[(!)İ.K.] Hıristiyan olan halk arasına girince çok vahim bir tehlike ihdas edeceklerdir. Bu muhacirler, memleketlerini işgal eden ve kendileri üzerine galip ve muzaffer olan Hıristiyanlar önünde yerlerini, yurtlarını terk ederek kaçmayı tercih etmiş, her şeyden mahrum, sefalete düçar olmuş, mukabele-i bilmisil hissi(y)le meşbu kimselerdir. Bu halet-i ruhiye, iki ırk arasındaki derin fark, mazideki katliamlar hatırası netayici evvelden takdir olunacak ihtilafata meydan
verecektir. Binaenaleyh Ermenilerle meskûn havali hudutlarına muhacir iskân etmemek lazımdır. Heyet-i Murahhasa, devletlerin bu korkunç tehlikeyi bertaraf etmek için Bab-ı Âli nezdinde teşebbüsatta bulunacaklarını ve muhacirlerin âdat ve ahlak ve tabiatlerine tetabuk eden İslam mıntıkalarına sevklerini temin edeceklerini ümit eder.

Her ne zaman Hıristiyanlar arasında muhacir iskân edilmiş ise, bundan bir felaket zuhur ettiğini mazideki tecrübeler bize isbat ediyor. 1874-1875’de Kafkasya’dan hicret eden Çerkes muhacirleri Tuna vilayetlerine iskân edilmişlerdi. Bundan o kadar karışıklıklar çıktı ki, nihayet Rus-Türk muharebesi infilak etti ve bu hareket Türklerin Tuna vilayetlerini kaybetmelerine mal oldu.

1878’de Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı üzerine Bosna muhacirleri Makedonya’da iskân edildiler. Orada dinî ve dâhilî çarpışmaların zuhuru için birkaç ay kâfi geldi. Neticesi şimdiki Türk-Balkan Harbi ve Türkiye’nin bütün Avrupa vilayetlerini kaybetmesi oldu.

Devletler, bu mülahazat baki kaldıkça aynı esbabın, Ermenistan’da da Avrupa siyasetini alt üst edecek ve umumi ihtilâtatı ve yeni tehlikeleri tevlid edebilecek yeni vekayii intaç etmesini istemiyeceklerdir. 5 Mayıs,1913. Millî Ermeni Heyet-i Murahhasası Reisi Bogos Nubar” (Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa, Ankara:1950,s.410-11).

Madem millet mefhumu, gayri Türk Müslüman unsurlar ve hicret yazımız açısından mühim bir mevki ihraz etmekte, her biri hazine kıymetindeki nakillere devam edelim. Çünkü başka bir perspektifle meseleye yaklaştığımızda Osmanlı’nın dağılmasını ve Rumeli topraklarının kaybını gayri Türk Müslüman unsurlara tahmil tehlikesi mevcuttur. Kaldı ki 93 Harbi’nin Çerkes ve Pomak Müslümanlarının Bulgarlara mukabelede ve misillemede aşırıya gittiği için çıktığını ima, hatta iddia eden sadece Bogos Nubar Paşa değildir.

Rumeli’den Türk göçleri

Malum, 93 Harbine tekaddüm eden günlerde Bulgarlar ayaklanmış, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın ihanet derecesindeki Rus korkaklığı ya da muhipliği yüzünden zamanında isyan mevkiine asker sevk edilememiş ve çaresiz kalan sivil Müslüman ahali başının çaresine bakmış, bu arada da biraz ölçüyü kaçırmıştır. Türk Hariciyesinin nadir yetişmiş velud ve gayretli mensuplarından Bilal Şimşir’in Rumeli’den Türk Göçleri unvanlı eserinden Tuna’nın farklı muhitlerinde çıkmış isyanları okuyalım: 

“Ayaklanmanın ilk kurbanı Strelça köyü Türkleri olmuştur. Türk karşı saldırısının da ilk hedefi bu köy oldu. Ayaklanmanın ilk günü yani 2 Mayıs akşamı Strelça köyünün Türk Mahallesi yakıldıktan sonra camiye sığınan Türklerden biri, isyancıların çemberinden kaçıp civar Türk köylerinden imdat istemişti. Bunun üzerine Osmanköy, Alifakıh ve Dermidişli Türk köyleriyle Kruşevo adlı Çerkez köyünden toplanan gönüllü Türk halk kuvvetleri silahlanıp Strelça Türklerinin imdadına koştular. 4 Mayıs günü Türkler köyü zaptetti. Strelça köyü, Avratalan ile Otlukköy’ün ortasında bulunuyordu...

Rodoplar eteğinde Meriç’in sol yakasında üçüncü ve sonuncu ayaklanma merkezi Batak köyü idi. Bilahare en fazla istismar edilen yer de burası olmuştur. Batak Bulgarları 4 Mayıs günü isyana katılmışlardı. Batak Bulgarlarının Müslümanları öldürmeye başlamalarının duyulması üzerine Dospat Balkanı Müslüman köyleri alelacele silahlanmışlar ve durumu öğrenmek üzere Ali Ağa’nın oğlunu da bu köye göndermişlerdi. Ancak gönderilen elçi de yakalanıp hapsedilmiştir. Bu durumda Tatarpazarcık Meclisi, Batak’taki ayaklanmayı bastırmak için Dospatlı Ahmet Ağa’yı görevlendirmiş, Dorkovolu Mehmet Ağa da kendisine yardım etmiştir. Batak’ta isyancıların 1100 silahlı adamı vardı. Dospatlı Ahmet Ağa, topladığı Pomak gönüllüleri ile 11 Mayıs’ta Batak köyü yakınına gelmiş ve isyancılara teslim çağrısı yapmıştır. Red cevabı üzerine 11-14 Mayıs günleri Pomak gönüllüleri ile Bulgar isyancılara arasında kanlı çarpışmalar olmuş, 15 Mayıs günü Pomak gönüllüleri/başıbozuklar köyü zaptederek yakmışlar, silahlı-silahsız bakmadan, Bulgarları kılıçtan geçirmişlerdir. İngiliz tahkik memuru Baring bu köyde 5000 bin Bulgarın öldürüldüğünü ileri sürmüşse de köyün toplam nüfusu ancak 2.800 kadardı. Köyde 1781 kişi kaldığına göre öldürülen Bataklı Bulgar sayısı 1.019’a düşmekteydi...

Meriç’in sağ kıyısında, Rodopların eteklerine doğru gelişmiş ayaklanmaya gelince Pruştenca köyü en iyi tahkim edilen köydü. Bulgar tarihçilerine göre bu köydeki tabyalar 600 kadar silahlı isyancı tarafından tutulmaktaydı. 8 Mayıs’tan itibaren köye, Tımrışlı Ahmet Ağa, Adil Ağa ve İsmail Ağa kumandasında Türk, Pomak ve Çerkez gönüllüleri saldırıya başlamışlar, fakat isyancılar şiddetle karşı koymuşlardır. 11 Mayıs’ta Filibe’de Reşit Paşa kumandasında bir miktar asker gönderilmiş, asiler tüm çağrılara rağmen teslim olmamış, Türkler toplarla köye girmiş, Bulgarlar teslim olmamak için karılarını, çoluk-çocuklarını dahi öldürerek intihar etmişlerdir. Baring’e
nizami kuvvetler zamanında gelseydi Bulgar ölü sayısı 750’den az olacaktı.”

Tenkilindeki başıbozukluk

Çok detaya girmeyelim ama şunu da ilave edelim: Kafkas muhaciri Çerkeslerin yaraları taze olduğu için onlar hamiyet-i milliye ve diniye iktizasınca biraz daha sert davranmışlardır. Bu hadiseler sebebiyle büyük devletler Tuna vilayeti/Bulgaristan için idari özerklik talep etmiş,   2 Ekim 1876’da toplanan mecliste Midhat Paşa’nın idarî muhtariyet teklifinin reddine karşılık yapılacak bazı ıslahatların yabancı elçilere bildirilmesine dair kendisinin kaleme alıp padişaha arz ettiği tezkire okunmuş ve kabul edilmiştir. Tezkerede yazılı olan şeylerden biri de, “ Rumeli’de bozgunculuk yaptıkları hakkında çokça şikâyet olan Çerkeslerin Rume
li’ye haddinden fazla yerleştirilmeyeceği, isyanların tenkilinde başıbozuk kuvvetler kullanılmayacağı” hususudur.

Çerkez ve Pomakları işin içine katıp da Arnavutlara temas etmeden geçmek herhalde Arnavut asabiyesine muvafık olmaz. Arnavutlar daha ziyade Çerkeslerin bölgeye hicret ve iskânlarından evvelki siyasî olmayan Bulgar köylü isyanlarında devreye girmişlerdir. Ne yazık ki burada da Osmanlı Devleti asker gönderememiş, Arnavut başıbozuklara müracaat etmiş, onlar da hem hamiyet-i milliye hem de yağma saikiyle haddinden fazla sert bir tenkil hareketinde bulunmuşlardır. Bu hususta ise Halil İnalcık hocamıza atıfta bulunalım: Bulgarların ilk ciddi isyanı olan 1841’deki Niş, Leskofça ve Şehirköyü’nde meydana gelen isyanda Sırp tahriki ve özerklik talep
edenlerin etkisi varsa da özellikle köylü halkın isyana iştirakinin temel sebebi vergilerin ağırlığıdır. İsyan nedeniyle yollar kesildiğinden yardım gelme imkânının olmaması, Niş Valisi Sabri Paşa yanında o esnada çok az sayıda asker olması nedeniyle Niş’te bulunan Rumeli Müfettişi Arif Hikmet Bey’in de görüşünü alarak Kosova, Yegovista ve Prokuple havalisinden ‘ yağmaya can atan’ 1.500 Arnavut’u, yağmacılık yapmayacaklarına dair besalarını alarak harekete geçer. İsyancı Bulgarların ellerinde genellikle balta ve sopadan başka silah olmadığından isyan kısa zamanda bastırılır. Ancak Arnavutlar besalarına uymadıklarından birçok Bulgar köyünü yakıp yıkıp yağmaladıkları gibi çok sayıda Bulgarı da öldürürler. Arnavutların hareketlerinden dehşete kapılan Sırp hududundaki 28 Bulgar köyü Sırp tarafına geçer. Arnavut başıbozukları kullanarak yolsuzluğa yol açan Niş Valisi Sabri Paşa azlolunur ve yargılanmak üzere İstanbul’a çağrılır. Bulgarların büyük devletlerin müdahalesine yol açan ilk ciddi isyanları budur. (Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, s.30-31vd). Burada Arnavut başıbozuklara muhtaç olan devlettir. Osmanlı Devleti, Mora İsyanı’nda da evvela Arnavutlara müracaat etmiştir.

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu taht-ı işgalinde bulunan Bosna-Hersek’i ilhak, şeklen de olsa bize bağlı Bulgar Prensliği de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bosna-Hersek’te ve Bulgaristan’ın Türk nüfusunun yoğun olduğu yerlerde yer yer protesto eylemleri vuku bulmuş, bazı hamiyetli Müslümanlar takibe uğramışlardır. Muhtemelen “Buraları eskiden şeklen de olsa Osmanlı Devleti’ne, halifeye bağlıydı; şimdi hepten gâvur idaresine geçti, burası Darü’l-Harp oldu” diyen Müslümanlar da hicret etmişlerdir. İttihatçılar da aklın, mantığın, iklimin, coğrafyanın bir gereği olarak bu muhacirleri Makedonya’ya is
kân ettiler. Selanik, Manastır ve Kosova aynen İstanbul gibi vatan ve devlet toprağıydı. Üstelik bu üç vilayet devlette ve vatan sınırlarında kalsın diye meşrutiyet ilan ettirilmişti. Fakat hemen Bulgar örgütleri “İttihatçılar bu Müslümanları Makedonya’ya iskân ederek bölgenin demografik yapısını bozmak, burayı Müslümanlaştırmak, Türkleştirmek istiyorlar; bu 1908 öncesi şartlara dönüş anlamına gelir” diyerek tekrar eylemlere başladılar. İnanılır gibi değil, ama bu esnada iskân edilen toplam Müslüman sayısı büyük ölçekli bir köy, küçük ölçekli bir kasaba nüfusu kadar da değildir. “Bulgar Dışişleri Bakanı’nın Bulgar temsilci
liklerine yolladığı bir yazıda, 1910 yılı Mayıs ayı sonuna kadar toplam 520 ev yani 913 aile Bosna ve Hersek’ten Üsküp’e ve vilayete yerleştirilmişti... Selanik’e ise toplam 2500 kişi gelmişti... Manastır vilayetinde devlet topraklarının ve çiftliklerin olmamasından dolayı muhacir bulunmamaktaydı” (Mehmet Hacısalihoğlu, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu 1890-1918, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008, s.390-391).

Ermeni İttihadı Kongresi

Bu misalden de yola çıkarsak muhacirlerden rahatsızlık duyan bilhassa iki gayrimüslim unsur olduğunu söyleyebiliriz. Tuna ve Vilayât-ı selase (Selanik, Manastır, Kosova) denilen bölgede Bulgarlar, Vilayât-ı sitte (Van, Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Mamuretü’l-Aziz, Sivas) denilen bölgede de Ermeniler. Tuna Bulgarları Tuna’da Çerkes, Makedonya Bulgarları da Makedonya’da Çerkes ve sair gayri Türk Müslüman muhacirleri istememiş, iskânlara mani olmak için her türlü yola tevessül etmişlerdir. Yine Şubat 1919’da Paris’te toplanan Ermeni İttihadı Kongresi’nde sulh konferansına verilmek üzere  iki Ermeni heyeti reisleri olan Bogos Nubar Paşa ve Avedis Aha
ronyan tarafından verilen muhtıranın bir hükmünde de şunların yazılı olduğunu ilave edelim: “ Sultan Hamit ve Jön Türkler idaresi esnasında getirilmiş ve yerleştirilmiş olan İslam muhacirlerinin memleketten çıkarılmaları”...(Uras, a.g.e., s.675).

Dikkat edilirse gayri Türk Müslim unsur, muhacir müradifi gibidir.

Çerkes, Arnavut, Pomak, Boşnak olur da Gürcü olmaz mı? Ermeni Tehciri esnasında vuku bulan bazı elim hadiselerden dolayı ağır ithama maruz kalanlardan biri de Gürcülerdir. Kimi zaman kendi başlarına kimi zaman da Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olarak tehcirde ve tehcir sonrasında da Rumlara karşı bazı saldırılarda bulundukları iddia edilmektedir.

Kürtlerin Anadolu’nun otokton halkı olmasa bile zikrettiğimiz farklı etnik kökene mensup muhacirlerin hepsinden daha evvel buraya yerleştiği izahtan varestedir. Ancak onların muhacirliği ve göç ettikleri iç bölgelerdeki etnik Türklerle kaynaşmışlığına nedense daha az vurgu yapılmaktadır. Oysa Osmanlı- İran, Osmanlı-Mısır  (Mehmed Ali Paşa) ve Osmanlı-Rus harplerinde ciddi manada bir Kürt nüfusu sakin olduğu mahalden daha başka bölgelere hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır. Ermeni meselesi meyanında bilhassa Van muhacirlerinin bir kısmının 1915 savaş şartlarında Adana ve ötesine hicret ettikleri malumdur. 

Kürtlerin Ermenilerle münasebeti için yukarıda söylediklerimizle kıyas kabul etmeyecek kadar çok malumatı haiziz. Bugüne kadar okuduğum Ermeni meselesine, tehcire, bahusus soykırım iftirasına temas eden her eserde Kürtler başat pozisyondadır. 1915 Ermeni Tehciri’ne kadar kendilerinden bahsedilen etnik unsurlar arasında Kürtler yaklaşık olarak yüzde 80, Çerkesler yüzde 15, etnik Türkler ise yüzde 5’lik gibi bir orana sahip görünmektedir. Gürcüler sadece tehcire temas eden hadiselerde zikredilmektedir. Araplar tehcire kadar dikkate bile alınamayacak bir oranda bahse konu olmuşlar, ancak tehcir esnasında bilhassa Suriye hudutlarında bazı fecihadiselerle birlikte anılmışlardır.

İştirak halindeki mülkiyet

Buraya kadar söylediklerimizi millet mefhumu ekseninde bir neticeye bağlarsak birçok yerde tekrar ettiğimiz şu satırları tekrarlamamız icap edecek: Bu topraklarda, bu milletin müşterek tarihinde ne vuku bulmuşsa günahı-sevabı etnik ayrıma gitmeden herkese aittir; sorumluluktaki hisse, hukuki tabirle ifade etmek gerekirse “müşterek mülkiyet”teki gibi değil, “iştirak halinde mülkiyet”teki gibidir; aralarındaki fark şudur: Müşterek mülkiyette herkesin hissesi gibi bu hisseye tekabül eden mülkiyet/malvarlığı bölümü de bellidir; mesela dört dönümlük bir tarlada dört kişinin aynı hisseyle malik olduğunu düşünelim. Her bir malikin payı gibi bu paya isabet eden bölüm/parça da bellidir; oysa iştirak halinde mülkiyette herkesin payı belli olmakla birlikte paya isabet eden parça belli değildir; her bir malik hem kendi payının hem de diğer maliklerin payının ¼’ine sahiptir; her bir paydaki kâr ve zarara herkes hissesi oranında iştirak eder; bu şıkta hissenin miktarının az veya çok olmasının da önemi yoktur; mülkiyet her hisseye şamildir. Bu nedenle bu topraklarda nasıl geçmişte yaşanan hadiselerden dolayı salt bir unsuru veya bir şahsı etnik kökeni itibariyle mes’ul addedemezsek milletten ayrılmamak kaydıyla gelecek için de aynı kaide geçerli olmalıdır; çünkü her Müslüman unsur birbiriyle ayrılamayacak kadar iç içe geçmiştir. Kemal Karpat Hoca iç içe geçmişliğin çerçevesini çok güzel çizmektedir: Osmanlının geniş topraklarındaki Müslüman unsurlar, bu toprakların kaybedilmesiyle katliama uğramış, yok edilmeye çalışılmış, bu Türk, gayri Türk Müslüman unsurlar da Osmanlının elinde kalan topraklara hicret etmeye başlamıştır. Hicret uzun bir zamana yayılmış, nihayet en son toprak parçası olan Trakya ve Anadolu’da, yani Türkiye’de hicret son bulmuştur; elde kalan ve savunulması gereken bu topraklar aynı zamanda yeni bir millet inşaına (mefhum/algı/tanım) da yol açmıştır. Hicretlerle bu topraklarda temekkün ve tavattun eden bu insanlar özellikle İslam Hukuku’nun nikâh müessesesiyle kaynaşmış -İslam Hukuku’nda evlilik için etnik köken değil, Müslüman olmak şarttı-, böylelikle temeli Müslümanlık yeni bir Türk Milleti tekevvün etmiştir. Müslümanlık/İslam, Türk Milleti’nin herhangi bir unsuru değil, “esası” olmuştur.

Soykırım iftirasını profesyonel numaralarla millete yamamaya çalışanların bir kısmının eli kanlı katillerin, Ermeni malını gasbetmek için her türlü melaneti işlemiş canilerin yakınları olduğunu zannediyorum. Onlar fütursuzluklarıyla “açık kapatmak” için çırpınıyorlar. Bölgesindeki tek bir Ermeni’nin burnunu kanatmamış, tek bir kaşığına el atmamış bir aileye, sülaleye mensup Türkmen biri olarak mücrimleri ferden değil de etnik kökenlerine göre suçlamayı, tehcir esnasında yapılan melanetleri de soykırım olarak tavsif etmeyi patolojik bir vak’a olarak mütalaa ediyorum. Tehcir kararı, beka kaygısının had raddede olduğu bir vasatta alındığı için bilakis milletin
varlığını teminat altına almıştır.

[email protected]