Esaretten hürriyete Osmanlıca’nın yürüyüşü

Refik Tuzcuoğlu / Yazar
24.01.2015

Osmanlı Türkçesi’nin ideolojik yaklaşımlarla hayatımızdan çıkartılması, medeniyet tarihimizdeki en büyük kırılmalardan biri olmuştur. Yeni nesli Osmanlı Türkçesi ile buluşturma gayretleri, tarihi bir hatanın telafisi adına değerlidir.


Esaretten hürriyete Osmanlıca’nın yürüyüşü
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Osmanlı Türkçesi’ni (Osmanlıca) şimdilik sınırlı olsa da eğitim-öğretim müfredatına almayı öngören kararı, Türkiye gündeminde önemli bir yer tuttu. Medyanın ilgisi ve muhalefetin alınan kararlara tepkisi yanında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın konuya dair yapmış oldukları açıklamalarla tartışmalar geniş toplum kesimlerine kadar yansıdı. Yakın dönem tarihimiz ve Cumhuriyet dönemi dil politikaları, bir kez daha masaya yatırıldı. En üst düzeyde eleştiriler dile getirildi.
 
Haddi zatında dilde usül ve üslup konusu, Tanzimat’tan itibaren ülke gündeminden hiç düşmedi. Cumhuriyet’in başlarında “Harf İnkılâbı” ve Türk dilinin sözde sadeleştirilmesi çalışmaları ile dil ve kültür alanına tarihimizde yapılan en kritik müdahale gerçekleşmiş oldu. ‘Milletten ulus yaratma’ projesinin bir parçası olarak ‘dil hokkabazlığı’ ile yeni bir Öz-Türkçe icat etme hülyasına, medeniyetimizin kuleleri bir bir yıkılmak istendi. Nerede son bulacağı belli olmayan bir maceraya, böylece sürüklenmiş olduk. 
 
‘Kamus namustur’
 
Binlerce yılın birikimi ile oluşan dilimize, Batı’nın da teşviki ile pervasızca müdahale etmekten çekinmedik. Oysa aynı Batı sahip olduğu dili koruma hususunda son derece özenli davranıyordu. “Fransız dilini bin yıl içinde Fransız toprağı yarattı” sözü dil konusunda Fransızların hassasiyetini gösteren meşhur bir ifadedir. Cemil Meriç: “Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kâmusa” diye tespitte bulunur. Konuştukları ve yazdıkları dilin, vatan toprağı kadar kutsal bir değer olduğunu net bir şekilde vurgulamışlardır. Meşhur İngiliz edebiyatçısı George Orwell, milletlerin dillerini değiştirerek onları sürüler halinde sömürgeleştirilebileceğini ‘1984’ isimli romanında kaleme almıştır.
Bir milletin sahip olduğu dili; onların tarih ve tecrübelerinden ayırmak, mazilerinden bağımsız bir şekilde geliştiğini varsaymak mümkün değildir. Zira tarihin ibret tarlasında yetişen eşsiz tecrübeler, meyvelerini milli bir kanaat olarak verir ve gerektiğinde başvurulmak üzere milli hafızada saklı tutulur. Varılan neticeler, ifadesini kelimelerde bulur. Kelimelerin ahenkli terkibi, edebiyat adıyla biçime bürünür. Edebiyat ise, millet ruhunun aynasıdır. O ruh, bir millet iklimi oluşturur. Milletin evlatları, bu iklimde dünyaya gözlerini açar. Nefes aldığı, hayat bulduğu, geliştiği bir iklimdir o. Yine her dilin seslerinde kendine has bir musiki vardır. Hayata, insana, mahlûkata, eşyaya ve kâinata karşı bir vaziyet alır, bir tasavvur sunar. Bütün dillerin haz ve hüzün, keyif ve keder, doğum ve ölüm, barış ve savaş gibi insan için mümkün olan hadiseler karşısında bir tutum sergilediği görülür. İşte bir milletin diline müdahale etmeye kalkışmak; milletin nefes aldığı, tefekkür ettiği iklimi yok etmek gibidir. Milleti var eden anlam ve kültür kodlarını değiştirmektir. Dil, yatağında akan nehir gibidir. Kendi yolunu ve yatağını açarak akmaya devam eder. Suyun yönünü zorlama usüllerle değiştirmeye kalkışmak, elim sonuçlar doğurur. O nedenle bir milletin kendinden sonraki nesillere bırakacağı en büyük mirasın başında dil gelir. Bunun evrensel bir kabul olduğu bilinmelidir.
 
Osmanlı Türkçesi; üslubu, kelimeleri ve alfabesi ile binlerce yıllık yolu zaferler kat ederek ilerlemiş, azametini tüm dünyanın kabul ettiği bir ihtişama ulaşmıştır. Türkçe, tarih sahnesinde ortaya çıktığı bozkırın sert koşullarında gösterdiği dinamizm ve hayatta kalma azmini ilkin kelimelerin telaffuzundaki seslerle duyurdu. İslam ile müşerref olduktan sonra yüreği vahdetle buluştu, bileğine ulvi bir istikamet tayin etti. Kur’an dili ve terimleri, gönlünde ve dilinde mak’es buldu. Farsça’nın şiirselliğinden ve ifade gücünden beslendi. Dile ahenk katan kafiyeyi bulmuş olan Türkçe, daha sonra dâhiyane bir keşif ile içinde yer aldığı medeniyet havzasının zengin ifadelerini kendi cümle yapısı içinde söyleme başarısını da gösterdi. Sadece Arapça ve Farsça’dan değil, Boşnakça’dan Sanskritçe’ye kadar her medeniyetin nadide mahsullerini devşirmekten çekinmedi. Ülkeler yanında kelimeler de fethedilgi. İrtibat kurduğu milletlerin en güzel kelimelerini Türkçe’nin musikisi ile terbiye edip kendi hizmetine ram etti. Böylece, bir ırka ait dil olmaktan çıktı. Bir dünya dili olarak İslam dünyasının birliğinin ve gücünün sembolü oldu.
 
Kelimeleri devşirmek
 
Merhum Yahya Kemal dil konusundaki hissiyatını “Her millet, kendi ikliminin lisânını söyler” cümlesiyle ifade etmiştir. Türkçe, gönül ikliminin lisânı olmuştur. Tarih boyunca aşk ve sevgi dili olmuştur. Mevlânâ’nın: “Biz bu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmedik” ifadesi yanında, Yunus’un “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” sözü gönül dünyamızdaki zenginliğin farklı üsluplarla ifadesi değil midir? Bu sebepledir ki ‘dil’ kelimesi Türkçe’de aynı zamanda gönül anlamında kullanılmıştır.
Muhammed Esad Erbili, Peygamber Efendimize (as) tahassürünü anlattığı meşhur kasidede şöyle seslenmiştir:
Şua’ı âfitâbındır yakan bi’l cümle uşşâkı
Dil âteş sîne âteş hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş /Cümle âşıkları Sen’in (as) güzel yüzünün ışığı yakar/Gönül (dil) ateş, sine ateş, ağlayan iki göz ateş
 
Türk dil kırımı
 
Osmanlı Medeniyeti’ne şayet bir isim konulacaksa ancak “sevgi medeniyeti” olarak adlandırılabilir denilir. İşte bu sevgi medeniyetinin ‘gönül lisânı’ ile yeni nesillerin arasına duvarlar örüldü. Öncelikle Harf İnkılâbı ile ecdadın miras bıraktığı kütüphaneler dolusu eserleri okuyamaz hale geldik. Ardından,  kelimelerimiz ve ifadelerimiz elimizden alındı. Peki, buna neden ihtiyaç duyuldu? Bu sorunun cevabını İsmet İnönü şöyle açıklamıştır: “Harf Devrimi’nin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Devrimin temel gayelerinden biri; yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
 
İşte bu maksat uğruna dünyanın en zengin dili ile her türlü irtibatımız kesildi. Zira Osmanlı tarih sahnesinde artık yer almasa da itibarı ve misyonu ile halen toplum için önemli bir referans merkeziydi. Osmanlı referansı tamamen yok olmalıydı. Seküler sistemin güvencesi buna bağlanıyordu. Netice olarak İngiliz ve Fransız’ın gösterdiği basiret gösterilemedi. Cemil Meriç’in: “Kâmus namustur” diye kükrediği kâmusa el uzatıldı. TDK (Türk Dil Kurumu) adı verilen kelime fabrikası üretime başladı. Uydurulan binlerce kelime TDK sözlüğünde yer aldı. Türkçe olarak adlandırılan; ama hiçbir Türk’ün anlamadığı yeni bir yabancı dil ortaya çıktı. Kuşkusuz, bunlar halk nezdinde kabul görmedi. Vatandaş, irfanı ile Türk Dil Kurumu’na bir de isim buldu: ‘Türk Dil Kırımı.’ Bu çıkmaz yol, etkilerini yurt dışında da gösterdi. Batı’daki birçok seçkin üniversite Türkoloji bölümlerini kapatmak zorunda kaldı. 
 
Osmanlı Türkçesi’nin yeni nesillere öğretilmesi maksadıyla eğitim müfredatına sınırlı da olsa konulması tarihi bir hatanın telafisi adına umut verici. Osmanlı Türkçesi konusunu, AK Parti iktidarlarınca devlet-millet meşruiyetinin inşa edildiği siyasi restorasyon döneminin bir boyutu olarak değerlendirmek yerinde olur. İçerden ve dışarıdan rahatsız olanlara gelince... Osmanlı’nın anlaşılması, mahkûm edildiğimiz fikir ve düşünce sığlığını anlamak adına bir kıyas imkânı verecek. Ayrıca, Osmanlı’nın evrensel vizyonu ve tarihi misyonunun genç nesillerde ciddi bir motivasyon oluşturacağı kuşkusuz. Osmanlı kültür ve düşünce mirasının yeniden idrak düzeyinde kavranması Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın yeniden yorumlanması anlamını taşıyacak. ‘Yeni Türkiye’ vizyonunda, Osmanlı Türkçesi’nden duyulan rahatsızlığın temelinde yatan sebep budur.