Esed neden gitmiyor?

Prof. Dr. İsmail Safa Üstün - Marmara Üniversitesi
28.09.2013

İki yıldır devam eden iç savaşta yüz binden fazla insanın hayatını kaybetmesine, milyonlarcasının göç etmesine, binlercesinin de kimyasal gazla öldürülmesine rağmen “İran İslam Cumhuriyeti” hala Baas yönetimini desteklemeye devam ediyor. Şii hilali stratejisinin köklerini kavramadan bu direnci anlamak imkansız.


Esed neden gitmiyor?

Prof. Dr. İsmail Safa Üstün - Marmara Üniversitesi

Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği koalisyonun 2003 senesinde Irak’a müdahalesi sonrası beliren “Şii Hilali” tabirindeki İran, Irak, Suriye ve Lübnan koridorunun, hem uzak ve hem de yakın tarihte derin kökleri bulunmaktadır. Tarihin akışı içinde şekillenmiş olan, fakat bugün İran’ın kendi stratejik hesapları için kullandığı bu tablonun oluşmasında Hindistan’dan Lübnan’a kadar uzanan medrese ağının ve bu medreselerde görev yapan es-Sadr ailesi gibi nesiller boyu devam eden ulema ailelerinin fevkalade katkısı olmuştur. Bu medreselerin arasında da Cebelu’l Amil (Lübnan) medreselerinin ayrı bir yeri vardır. İsnaaşeri Şii ulema tarihinde “Amili”ler tabir yerinde ise bir markadır ve ekoldürler.

Sünni bir coğrafya olan İran’ın 16. asır başlarından itibaren Şiileştirilmesinde Cebelü’l Amil medrese ve ulemasının fevkalade önemli bir yeri vardır. Mamafih, Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesiyle birlikte Cebelu’l Amil’deki medreseler de gücünü yitirmiştir. Buna rağmen Lübnan’daki Şii İsnaaşeriyye medreseleri, Cezzar Ahmed Paşa’nın (ö.1804) on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki müdahalesine kadar kesintisiz eğitim ve öğretimlerini ve atebat (Kerbela, Necef) ve İran’daki Şii medrese ağlarıyla irtibatlarını sürdürmüşlerdir. 

Lübnan’da Şii uyanışı

Safevilerle birlikte İran coğrafyasındaki medreseler İsnaaşeri çevrelerde daha etkili oldular. Ondukuzuncu ve yirminci yüzyılda ise Irak’ta yer alan Necef ve Kerbela’daki medreseler otorite olarak temayüz ettiler. Özellikle Necef’deki medreseler ve ulema 19. ve 20. yy.da İran coğrafyasının yanı sıra Lübnan’ı da güçlü bir şekilde tesiri altına almıştır. Abdulhuseyin Şerefuddin (1873-1957), Ayetullah Muğniye (1904-1980), Muhammed Mehdi Şemseddin, Muhammed Hüseyin Fadlallah (1935-2010), Subhi Tufeyli, Abbas Musevi (ö.1992) Necef’de eğitimlerini tamamlayıp Lübnan’a geri dönen ve Lübnan’ın güneyinde ve Bekaa vadisinde yaşayan Şiileri şekillendiren isimlerdir. 

Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar Lübnan’da hiçbir etkinliği olmayan, yok sayılan, temsil edilmeyen, ekonomik ve sosyal olarak toplumun en alt tabakasını oluşturan, mütevali olarak anılan, muhtemelen 4.000.000 civarında olan Lübnan nüfusunun 1.500.000’unu oluşturan İsnaaşeri Şiileri toparlayan, Lübnan’da Şii uyanışı sağlayan, kendi sağlığında görmese de onları 1980’li yıllardan itibaren Lübnan’ın en güçlü unsuru haline getiren kişi aslında İran doğumlu Musa es-Sadr (1928-1978)’dır. Aslen Cebelu’l Amil kökenli olan Musa es-Sadr, 1959 yılında, İran ve Irak’taki medreselerde ve Tahran Üniversitesinde eğitimini tamamladıktan sonra Lübnan’a dönmüş ve buraya yerleşmiştir. 

Dedesinin babası Seyyid Sadreddin Musevi Amili İsfehani (1779-1848) Cezzar Ahmed Paşa’nın elinden kurtulup Necef’e gelmiş ve buraya yerleşmiş, buradaki medreselerde ders vermeyi sürdürmüştür. Oğlu Seyyid İsmail es-Sadr (1839-1919) Irak’ın önde gelen ulemasındandı.  İsmail es-Sadr’ın oğullarından Seyyid Haydar es-Sadr (1891-1937) Necef’de kalmış, diğer oğlu Seyyid Sadreddin es-Sadr (1882-1954) ise Kum’a göç ederek buraya yerleşmiştir. Her iki coğrafyada da bu ailenin bireyleri medreselerde ve bulundukları toplumlarda etkin olmuşlardır. 

Es Sadr ailesinin etkisi

Doğma-büyüme “İranlı” olan Sadreddin es-Sadr’ın oğlu Musa es-Sadr bir “Amili” olarak hiçbir zaman Lübnan’da yabancı olarak telakki edilmemiştir. Geldiğinde Şii toprak sahiplerinin (züema) baskısı altında büyük bir yoksulluk ve cehalet içinde olan ve siyasi olarak da Arap milliyetçiliği ve sosyalizminin çeşitli fraksiyonlarının tesirinde bulunan Şii toplumunun liderliğini üstlenmiştir. 

1967 senesinde Meclisu’l İslamî eş-Şiî el-E’la’yı kurmuştu. Böylece Şiiler ilk kez Lübnan’da gerçek anlamda temsil hakkını elde etmişlerdi. Bu meclis vasıtasıyla Şii toplumun siyasi, sosyal, iktisadi, eğitim talepleri ifade edilmeye başlandı. Bu meclis sayesinde hastaneler, okullar açıldı. 1950’lerde yüksek mevkilere atananlar içinde Şiilerin oranı % 4’ü bile bulmazken, es-Sadr’ın kurduğu meclis ile birlikte önemli görevlere atanan Şiilerin oranı hızla yükseldi. Züema olarak bilinen geleneksel Şii liderlerin otoritesi yıkıldı. Şii kitleleri komünist, sosyalist, milliyetçi akımların elinden aldı. Neticede es-Sadr Şii İsnaaşeri kimliği altında cemaatini toparlayabildi. 

Es-Sadr’ın bu sivil çabaları 1970’li yıllarda Lübnan’ın iç savaş (1975-90) girdabına girmesiyle mahiyet değiştirmeye, yavaş yavaş silahlı teşkilatlar kurmaya doğru dönüşü. Es-Sadr 1974 ve 75 senelerinde Hareketu’l Mahrumin ve silahlı direniş örgütü olarak da “umut” anlamına gelen Emel (Efvacu’l Mukavemeti’l Lubnaniyye) örgütünü kurdu.

1978 yılında Kaddafi’nin daveti üzerine Libya’ya düzenlediği bir gezi esnasında ortadan kaybolan, bundan ötürü de İmamu’l muğayyeb olarak anılan Musa es-Sadr, bir iddiaya göre Filistinlilere karşı aldığı tavır nedeniyle öldürülmüştür. 

Es-Sadr’dan sonra Emel’in başına hukukçu kimliği ile Nebih Berri geçmiştir. Fakat, Maruniler ve Dürzilerle iş birliği yapan, Filistinlilerin gücünü kırdığı için İsrail’in müdahalesini destekleyen Nebih Berri’nin iç savaştaki bu tutumlarından memnun olmayan guruplar seküler görünen Emel’den ayrılarak İslami Emel ve Hizbullah’ı kurdular. 

1979 İran devrimini hararetle savunan Hizbullah 1982 senesinde belirmeye başlamıştı. Erken dönemdeki en önemli isimlerinden Subhi Tufeyli, Abbas Musevi Necef’de eğitimlerini sürdürürken Irak tarafından sınır dışı edilmişler ve Lübnan’a geri dönmüşlerdi. Saddam’ın zulmünü tatmışlar, İran’daki devrimin heyecanın yaşamışlardı. 1989 senesinde Subhi Tufeyli Hizbullah’ın ilk Genel Sekreteri seçildi. (Bugün Subhi Tufeyli Lübnan televizyonlarına verdiği demeçlerde, Hizbullah’ın İran dış politikasına çalıştığını, Suriye’de ölen Hizbullah üyelerinin cehenneme gideceğini haykırıyor!) 1991 senesinde ise Abbas Musevi onun yerine seçildi. Musevi’nin 1992 senesinde İsrail tarafından suikastla öldürülmesi üzerine, Musevi’nin Baalbek’deki havzasında talebesi olan Hasan Nasrallah Genel Sekreterliğe seçildi. Hizbullah’ın müçtehidi olarak bilinen ve Muhammed Bakır es-Sadr’ın yakın arkadaşı olan Muhammed Huseyin Fadlallah da Necef’de tedrisini tamamlamıştır.

İran-Lübnan hattı

Beş-altı sene boyunca aralarında devam eden silahlı çatışmalardan sonra 1988 senesinde Emel’i mağlup eden Hizbullah’ın bu başarısındaki önemli bir faktör İran’dır. Ortaya çıkmaya başladığı 1982 senesinden itibaren İran Hizbullah’ı desteklemiştir. Neticede Hizbullah askeri ve mali olarak son derece güçlendi. Hastaneler, okullar, sosyal dayanışma merkezleri açtı. 

İran’ın desteklediği Hizbullah ancak Suriye’nin desteği ile bu başarıyı elde edebilirdi. Suriye, İran ve Hizbullah arasındaki koordineyi İran’ın 1982 yılında Şam’daki elçisi Ali Ekber Muhteşemi sağlıyordu. Hizbullah hem Suriye’nin ve hem de İran’ın menfaatleri açısından iyi bir aletti. İran ihtilalını ihraç ediyor, Suriye de Hizbullah üzerinden Lübnan’da başta Filistinlilere karşı olmak üzere etkinliğini artırıyordu. Neticede Baasçı, Arap milliyetçiliği ve laik kimliği ile Suriye, İslami kimliği ile İran enteresan bir çift oluşturdular. 

Esasında İran ile Suriye arasındaki müşterek menfaat zeminini 1970’li yıllarda hazırlayan da Musa es-Sadr olmuştur. “Kafir”, “müşrik” ve “ğulat” olarak görülen Nusayrilerin 70’li yıllara kadar çözülemeyen bu hayati problemini, Ortadoğu’nun siyasi karmaşasının sağladığı bir zeminle 1973 senesinde Musa es-Sadr halletti. Ne Şiilerin, ne de Sünnilerin Nusayrileri Müslüman olarak ilan etmeye cesaret edemediği bir zamanda, Meclisu’l İslami eş-Şii el-E’la başkanı sıfatıyla Musa es-Sadr İsnaaşeri müftü olarak Lübnanlı bir aleviyi Lübnan’daki Nusayrilerin başına atadı. Bu teşebbüs 1973 senesinde Nusayri kimliği ve anayasadan İslam’ı çıkarması nedeniyle meşruiyet krizi yaşayan, Müslüman olarak görülmeyen, bu nedenlerden ötürü de Hama, Humus ve Halep’de Sünnilerin ayaklanmasına karşı mücadele eden Hafız Esed tarafından desteklendi. Çünkü Musa es-Sadr’ın bu teşebbüsü ile Nusayrilerin Müslümanlığı tescil edilmiş oluyordu. 

Neticede, Lübnan’da Musa es-Sadr’ın toparladığı İsnaaşeri kimlik ve topluluk, bir ileri adım daha atarak Lübnan dışından kendisine bir destek bulmuş oldu. Zamanla, Lübnan’daki Şiilerin Suriye ile ilişkileri gelişti, İran devrimi ile zirveye çıktı. O kadar ki, İran İslam Cumhuriyeti, 1982 yılı Şubatında Suriye’de yaşanan ve onbinlerce insanın öldürüldüğü Hama katliamını kınamak şöyle dursun, tam tersine direniş gösterdikleri için İhvan-ı Müslimin’i eleştirmişti. İran dışişleri yaptığı açıklamada İhvan-ı müslimin “Siyonistlerin ve Haşimi Ürdün Krallığının faal müttefiki” olarak ilan edilmişti.

Musa es-Sadr’ın hazırladığı bu zeminin onlarca yıl öncesinden tasarlanmış olduğunu söylemek istemiyorum. Fakat, İran ve Suriye’nin Irak Baas rejimine karşı düşmanlığı, emperyalizm ile mücadele, Amerika ve İsrail’e karşı nefret ortak paydaları ile 80’li yılların Ortadoğu siyasi şartlarıyla çok örtüştü ve uyuştu ve daha da genişletildi ve derinleştirildi. Her iki ülkenin uluslararası siyasi, askeri ekonomik pozisyonları bu çerçevede kökleşti. İran İslam Cumhuriyeti 79 ihtilalinden bu yana Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah’a her türlü desteği sağladı ve böylece İsrail’e karşı mücadele etti. Basra körfezindeki baskıyı hesaba kattığımızda, abluka altındaki İran İslam Cumhuriyeti için Irak, Suriye ve Lübnan koridoru Akdeniz’e açılan bir pencere oldu. 

İran ve Suriye’nin bu pozisyonu Batı’dan baktığınızda da böyle görüldü. Amerika için Suriye-İran “şer ekseni”dir. Bu nedenle İran, Suriye’ye yapılan müdahaleyi kendisine yapılmış görüyor. Bu nedenle İran, Suriye’den vazgeçmiyor, iki yıldan bu yana devam eden iç savaşta yüz binden fazla insanın hayatını kaybetmesine, iki milyondan fazla kişinin göç etmesine ve aralarında bebeklerin de bulunduğu bin beş yüz kişinin kimyasal gazla öldürülmesine rağmen “İran İslam Cumhuriyeti” hala “Baasçı Ğulat Nusayrilerin yönetimindeki Suriye”‘yi desteklemeye devam ediyor. Bu nedenle Hasan Nasrallah bizzat gidip Suriye’de Beşar’ın yanında savaşacağını ilan etti. Gayet açıktır ki Suriye’nin yıkılmasıyla yıllar içerisinde oluşmuş olan Şii Hilali’nin bu bereketi bitip çökecektir. Ben şahsen Irak’taki şii medrese otoriteleriyle zaten sıkıntılar yaşamış olan İran’ın böyle bir çöküntüden sonra ileride daha da büyük zorluklarla karşı karşıya kalacağı kanaatindeyim. Bu nedenlerle İran, operasyonun Suriye ile sınırlı kalmayacağını, sıranın kendisine geleceğini, bunun kendisi için yıkım olacağını adeta haykırmaktadır.

[email protected]