‘Eşzamansız’lar için bir kılavuz

Ahmet Demirhan - Yazar
30.11.2013

Ahlakileşmiş tavrın şimdiki “eşzamanlılık krizi”, artık karşımıza ideolojik bir tavır olarak çıkabilir. Bunun anlamı, kırılmanın daha farklı alanlara da yansıyacağı ve eğer siyasal bir zeminde varlığını sürdürmek isterse, kendisine eşlik edecek siyasal aktörü ya da aktörleri de domine etmek isteyecek bir veche kazanacağı.


‘Eşzamansız’lar  için bir kılavuz

Gündemdeki tartışmalar arasında üzerinde en çok durulması gereken hususlardan birisi, “neden eskiden, mesela 12 Eylül’de ya da 28 Şubat’ta değil de şimdi?” ya da “neden başka otoritelere değil de bu otoriteye?” sorusu. Bunun nedeni,  bu tür soruların içerdiği denklemin hayli yanlış kurulmaya ve yanlış bir hedef seçilerek bu hedef doğrultusunda cevap aranmaya müsait olması. Kısaca belirtmek gerekirse, o zaman olamazdı, mümkün değildi, eşzamanlılık sorunu ya da krizi vardı; ama şimdi mümkün. Dolayısıyla bir yanıyla “neden şimdi?” sorunu, kendi başına, anlamsız; çünkü aşılmış bir “eşzamanlılık krizi” var artık. Diğer yanıyla ise, şimdi, bugün, gündemdeki tartışmalar üzerine kafa yormak ve hem ders çıkarmak hem de bir istikamet belirlenmek isteniyorsa, “neden şimdi?” sorusuna “başka ne zaman?” cevabını zaten vermiş olarak başlanmalı. Bu ne demek?

“Eşzamanlılık krizi”, kurulmakta olan veya kurulu bir siyasal alanın zamanından kopuşu ifade eder. Ancak bu kopuş, sadece zamansal bir uyum sorunu doğurmaz, yedeğinde taşıdığı farklı toplumsal veya siyasal talepler ve dil de üretir. Özellikle önemli toplumsal ve siyasal dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde, bazı siyasal veya toplumsal aktörlerin dönüşümün niteliğini ve yönünü kavrayamadıkları için onların zamanına da erişemediklerinden anakronik bir pozisyon almaları “eşzamanlılık krizi”nin bir yönüdür. Diğer ve önemli bir yönü ise, kurulu veya kurulmakta olan siyasal alanın normalleşmesine ve meşruiyetine karşı, yedeğinde taşıdığı dilin ve bu dilde saklı olan toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik taleplerin farklı bir siyasal alanı (o alanın zamanını da içerecek şekilde) gizilleştirmesi, hatta mi(s)tikleştirmesidir. 

Eğer “eşzamanlılık”, tesadüf ya da rastlantı gibi görünen bir planlama ya da düzenleme anlamına gelmiyorsa, “ eşzamanlılık krizi” de toplumsal ya da siyasal aktörlerin toplumsal değişimin ya da dönüşümün zamanını yakalamamaktan doğan ve dolayısıyla aldıkları pozisyonları anakronik kılan bir durumsa, “neden şimdi?” sorusuna verilen “başka ne zaman?” cevabını nasıl kavramamız gerekiyor? Elbette geçmişte var olan “eşzamanlılık krizi”, öncesi olmayan, henüz toplumsal alanda herhangi bir pozisyona denk düşmeyen, (sosyal bilimler literatüründe haklı olarak kötü bir şöhrete sahip bir ifadeyi, geçici bir şekilde, ihtiyaten kullanırsak) “siyaset öncesi” bir krizdi. Tasavvur edilen bir toplumsallık vardı elbette, belki daha başlangıcından beri vardı; ancak bunun aktüel olmasına, bilfiil kendisini göstermesine yönelik her bir hamlenin karşılığı, “eşzamanlılık krizi”ni daha da derinleştiren bir işlev görüyordu. Bu durumda “elinden gelen şey” ile “olması gereken şey” arasındaki normatif boşluk, “siyaset öncesi” pozisyonun da getirdiği muğlaklıkla, siyasal ve toplumsal taleplerin ahlakileştirilmesini doğurdu. 

Kazanımlar kendi hanesine...

(“Samimiyet, saffet, ihlâs, fedakârlık, din ve ona hizmette dünya adına beklentisizlik” gibi bir dilde ifade bulan) bu ahlakileşmenin bir topluma bakan yüzü vardı, bir de iktidara ve bunlar etkileşim halinde, “elinden gelen şey”in çizdiği sınırların boyutları oranında, şekillendi. Topluma bakan yüz kendisiyle neredeyse aynı taleplerde bulunan toplumsal kesimlerin ortada olanı kabullenmeyerek daha siyasal bir tavır takınmasının (Mannheimci bir dille ve yine ihtiyatla kullandığımız) “ideolojik” addedilebilecek bir konumla tanımlanmalarından da güç alarak gelişti.

Meselenin topluma bakan yüzünde yaşanan bu ayrışmanın birkaç boyutu var. Öncelikle toplumun kendisine dair tasavvurunda bir kırılmayı barındırıyor içinde. Siyasal alana dahil olamamanın ideolojik tavra yansımalarıyla ahlakileşmiş tavra yansımaları arasındaki kırılmada, ideolojik tavır kendisini genişlettikçe kendi içindeki çeşitliliklerde mevcut “eşzamanlılık krizi”ne yol açan meseleleri siyasal bir ortak tasavvur diliyle taşıyabilecek hale geldi; ahlakileşmiş tavır ise, ideolojik tavra koyduğu mesafe nedeniyle, kendisini iyiden iyiye mi(s)tikleştirdi. Aynı toplumsal alanda, aynı saiklerle ve aynı gayelerle yapılan işlerde, ideolojik tavır siyasal bir pragmatizm içinde toplumun tasavvur dünyasında olağanlaşmış vasıtaları doğal olarak tercih ederken, ahlakileşmiş tavır kendisine özgü bir tarih oluşturacak bir dile mecbur kaldı. Dolayısıyla ideolojik tavır toplumsal değişmeyi toplumla birlikte yaşarken toplumun rıza gösterebileceği bir “muhafazakar” tutumun ötesinde ısrarcı olmadı; ısrarcı olmaya başladığında ise bunu muhafazakarlığın toplumsal tabanını tahkim etme vasıtası olarak değerlendirdi. Ahlakileşmiş tavır ise her kazanımını kendi “şahsi manevi”sine hamlederken topluma da toplum zamanla değiştikçe netleşemeyen “muhafazakar” algının handikaplarını gidermek maksadıyla bir “bünye” öneriyordu. 

“Eğitimle kalpleri kazanmak” şeklinde özetlenebilecek bu hamle, “siyaset öncesi” algıları nedeniyle, ancak “ahlakçı” bir dilin sürekli kendisini yenilemesi ve ortama göre ayarlaması vasıtasıyla ayakta durabildiğinden, meşguliyetleri ile araya herhangi bir mesafenin girmesine müsade etmeden, kendiliğinden meşru addedilmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu tutum, ciddi kırılma anlarında hayli sorunlu olsa da ve otonomluk iddialarıyla karşılaşsa da, kendisini eğitimle sınırlı kılan alanlarda fazla problemle karşılaşmadı. Ahlakileşmiş tutumun, hem “eşzamanlılık krizi”ni ve hem de ideolojik tavırla arasındaki problemleri, bu noktadan hareketle (aşmaya değil) eşgüdümlemeye çalışmasının önemi de bu noktada yatıyor.

Eşzamanlılık krizi aşılacakken...

Ancak sorunun kökeninde, sadece, ideolojik tavrın siyasal dönüşümüyle birlikte, ahlakileşmiş tavrın “siyaset öncesi” algısının bir “eşzamanlılık krizi”ne girmiş olmasının yattığı sanılmamalı. Bu vardı elbette; ancak asıl sorun, ahlakileşmiş tavır benzeri bir çok yapıyı zaten kendi içinde taşıdığından ve her birisinin “eşzamanlılık krizi”ni kendi mücadelesi içinde gidermeye çalıştığından ideolojik tavrın siyasal olarak normalleştirme çabaları ile ahlaki tavrın güdümleme çabaları arasındaki farkta oraya çıktı. Tam da normal şartlarda kendisini “eşzamanlılık krizi”nden çıkaracak bir ortamda kendisini güdümlemenin araçları bu normalleşmeye engel olduğu gibi otonomlaşma eğilimlerini de tetikledi.

Sorunun bu şekilde tezahüründe, ahlakileşmiş tavrın iktidarlara bakan yüzünde, “elinden gelen şey”in ancak kendisini taşıyabilecek kendi dışında “siyasal” bir araca ihtiyaç duyması ile kendi “şahsi manevi”sini bir bünye olarak birarada tutabilmesini birlikte sağlamasında; başka bir ifadeyle, “siyaset öncesi” tavrının doğurduğu nevzuhur, sekteryan ve otonom bünyenin, bu unsurlarla mündemiç olarak, başka toplum kesimleriyle birlikte olamamasında yatıyor. (Burada gelebilecek olası bir itiraza, “başkalarıyla birlikte hareket etmek”ten değil” birlikte olmak”tan bahsedildiği hatırlatılarak cevap verilebilir.) 

İdeolojikleşmeye doğru

Peki bu ne demek? Öncelikle ideolojik tavrın toplumun siyasal taleplerini siyasal alana taşıyıp normalleştirmeye başlamasıyla aşılmaya başlayan “eşzamanlılık krizi”nin, ahlakileşmiş tavır açısından yeniden nüksetmesi anlamına geliyor. Bunun arkasında ise ahlakileşmiş tavrın toplumla ve iktidarlarla ilişkisinin hep “siyaset öncesi” bir zeminde gelişmiş unsurlarla belirlenmiş olmasının, onu, siyaseten normalleştirmeye rıza gösteremeyeceği yüklerle yüklemesi yatıyor. İktidarlarla ilişkisini de kendine özgü bir “şahsi manevi” etrafında ören bu ahlakileşmiş tavır, iktidarla ilişkisine de kendisine özgü bir dille idealleştirerek diğer toplumsal kesimlerden her zaman kendisini ayrıştırdı. “Sivil”, “ılımlı”, “hoşgörülü” gibi güdümleme söylemleriyle yapılan, ancak “şahsi manevi” söyleminde de gizil olan bu idealleştirme (yine Mannheimci anlamda) “ütopik” olamadı, çünkü zaten en başından itibaren mesiyanikti ve bu özellik (ya da “şahsı manevi”lik) “elinden gelen şey” içine yedirilmişti. 

Ancak geçmişteki “eşzamanlılık krizi” ile şimdi yaşanan “eşzamanlılık krizi” arasında önemli bir fark var. Geçmişteki “siyaset öncesi” tavır şimdi siyasal bir dille yüklü bir “eşzamanlılık krizi”ne  doğru evriliyor. Kendisini bütün mesiyanik hareketlerde ortak olan duygulanımlarla ya da toplumsal alandaki olumsuzlukları harekete geçirmeye çalışan aşkın bir kolektif enerjiyle ifade ederken, giderek bütün mesiyanik hareketlerin can düşmanı olan (“şahsi teşebbüs hakkı”, “ceberrut devlet”, “yasakcı tutum”, “liberal demokrasinin gerekliliği”, “sivil din” gibi güdümleme ifadelerinde vücut bulan) liberal bir dile doğru da dönüştürüyor. Hem de bundan bir kaç yıl önce “hukuk” diline yaslanan bir kırılma anının şiddetinden daha şiddetli bir biçimde. Şimdi, yeni bir “anayasa” talebinin bile artık gerekçeleri farklı. Dolayısıyla tuhaf bir kırılma anı bu, ama öncelikle kendisi için; çünkü tam da bu tür ifadelerle yansıtılmaya çalışılan bir “eşzamanlılık krizi” söz konusu. 

Ancak bu kırılmanın başka bir boyutu ahlakileşmiş tavrı artık sürdürmenin imkansızlığı. Dolayısıyla ahlakileşmiş tavrın şimdiki “eşzamanlılık krizi”, artık karşımıza ideolojik bir tavır olarak çıkabilir. Bunun anlamı, kırılmanın daha farklı alanlara da yansıyacağı ve eğer siyasal bir zeminde varlığını sürdürmek isterse, kendisine eşlik edecek siyasal aktörü ya da aktörleri de domine etmek isteyecek bir veche kazanacağı. Başka bir ifadeyle, “siyaset öncesi” tavır alışın imkansızlaştığı bir ortamda, gireceği her siyasal ilişkiyi eskinin iktidarlarıyla ilişkisi biçiminde sürdüremeyeceği; tersine o ilişkilerde kendisi için razı olduğu tavrı şimdi kendisine eşlik edecek aktör ya da aktörlerden bekleyerek, kendisinden razı olunmasını talep edebileceği. 

Yine de siyaset arenasına bütün varlığını sürmenin de, birbirlerini taşıyamayacağından liberal bir dille güdümlenmiş bir “şahsi manevi”ye (ve elbette bundan mülhem bir otonomluk iddiasına) sahip olmanın da bir maliyeti olacaktır.

[email protected]