Et tüketiminde ikinci Kazaklar, peki birinci kim?

Mustafa İsen / Yazar
4.12.2020

Kazak mutfağından, kımızdan, kımrandan da bahsetmeliydim... Ama Kazak yemek kültürünü sadece etten ibaret olarak tanımlasak yanlış yapmış sayılmayız. Malum fıkra, dünyada Kazaklar et tüketiminde dünyada ikinci sıradalar. Peki birinci kim, cevap kurtlar… Gerisini siz düşünün.


Et tüketiminde ikinci Kazaklar, peki birinci kim?

Düz bir yolda ilerliyor otobüs. Ama nasıl bir düzlük, önünüz arkanız, sağınız solunuzda en küçük bir farklılık olmadan tek düze bir görüntü. Arada hafif yükseltiler var ama bunlar asla bildiğimiz coğrafi şekillerdeki tepeler değil. Nadiren yerleşim yerleri… Arada deve, at ve koyun sürüleri…. Yol boyu cılız ağaçlar… İşte size bu kez coğrafyası genelde böyle özellikler taşıyan bir ülkeden ve onun kadim bir şehrinden söz etmek istiyorum.

Kazakistan geniş coğrafyası, kilometrekareye düşen insan sayısının azlığı, çok çeşitli ve zengin yeraltı ve yer üstü kaynakları ve buna eşlik eden farklı insan yapısıyla ilginç bir ülke. Mesleğim ve görevlerim gereği Türk dünyasındaki ülkelerin hemen hepsine çok çeşitli ziyaretlerim oldu. Ama Kazakistan böyle bir sıralamada açık ara ön sırada yer alan ülkelerden. Elbette sözü edilen bu geziler ülkenin farklı şehirlerine gerçekleşti. Bu farklılık da ülkeyi tanımada bana imkânlar sağladı. Eski başkent ve en büyük şehir olan Almatı bunlardan biri. Kazakistan’ın genelde düz arazisine karşılık Almatı Aladağların eteklerinde kurulmuş. Bu farklı coğrafi yapı şehri daha da cazip kılıyor. Şimdi başkent olmamasına rağmen Almatı hâlen ülkenin kültürel, ekonomik ve ticari merkezi durumunda. Birbirini dik kesen geniş yolları, bol parkları ile klasik Sovyet şehirciliğinin bir yansıması olan Almatı, bağımsızlık sonrası hızlı bir değişime uğradı. Nüfus arttı, ticari alanlar çoğaldı. Bu haliyle şimdilerde Orta Asya’nın en gelişmiş örneklerinden biri.

Legolardan bir şehir gibi

Sonraki yıllarda yeni başkent olması dolayısı ile yolumuz daha çok Astana’ya uğradı, bu ziyaretlerde. Burası yakın yıllara kadar Akmola adıyla küçük bir yerleşim merkezi iken siyasi sebeplerle başkente dönüşen ve yaklaşık yirmi beş yılda nüfusu milyona ulaşan bir yeni şehir. Sonradan adı Nursultan’a dönüşen şehir, bu hızlı gelişimi sırasında modernitenin bütün imkanları kullanılarak ve adeta su gibi para harcanarak sıfırdan inşa edildi. Bilirsiniz, çocukların lego oyuncaklarından kurdukları bina ve şehirler vardır. Bir büyük şehri işte böyle düşünün, Nursultan böyle bir yerleşim. Benim gibi şehir deyince düşündüğü ikinci kelime kimlik ya da tarihîlik olan biri için elbette hiçbir şey ifade etmiyor bu modernite. Kendi içinde bir planlama fikri varsa da ortaya çıkan farklı mimari anlayışların bir yansıma merkezi gibi. Bir yanda Uzakdoğu mimarisi, bir yanda İtalyan tarzı örnekler, öte yanda Roma uygarlığını, Slav mimarisini çağrıştıran binalar ve bunlara Türk kültür unsurlarından katılmaya çalışılan değişik mimari ögeler. Nursultan böyle bir modern mimarlık açık hava müzesi gibi. Elbette bu tarz mimariden hoşlananlar olabilir ama bana bir şey söylemiyor. Buna kışları eksi elli derecelere ulaşan soğuğunu da katarsanız ve bu mevsimin epeyce uzun sürdüğünü düşünürseniz benim kalsın diyeceğim türden bir yerleşim yeri kısacası.

Merak buyurmayın, böyle bir girişe rağmen size bu iki şehir değil anlatmak istediğim. Ben yine kendi tercihim üzerinden yürüyüp size bir kadim şehirden söz edeceğim, Türkistan’dan. Giriş paragrafında anlattığım hikaye Türkistan’a ilk gidişte gördüğüm manzaralar. Aslında Türkistan, tanıma ihtiyaç duyulan bir kelime. İlk akla gelen geniş anlamı, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Rusya, Moğolistan ve Çin topraklarının bir kısmını kapsayan çoğunlukla Türk toplumlarının yaşadığı coğrafi ve tarihi bölgeye verilen ad. Oysa ben bu kapsama giren geniş alandan da söz etmeyeceğim. Benim size anlatacağım, kaynaklara göre dördüncü yüzyılda kurulan ve eski adı “Yesi” olan Türkistan. Bu şehir Türk dünyasının manevi başkenti sayılıyor. Çünkü Hoca Ahmed Yesevi burada doğdu, burada eğitildi ve yaşayıp edindiği tasavvuf tecrübesini burada bağlılarıyla paylaştı. Türkistan’da yakılan bu ateş daha sonra burayı aşıp başta Anadolu ve Rumeli olmak üzere atalarımızın yaşadığı coğrafyalara taşındı, buralarda büyüdü ve aydınlattı, ulaştığı yerleri. Buraya ilk gidişim bağımsızlığı hemen izleyen yıllarda. Sovyetler Birliğinin dağılma aşamasında bu yapının egemen olduğu doğuda ve batıda çeşitli ülkelere ziyaretlerim oldu. Her iki tarafta da gördüğüm tam bir perişanlık. Hani bir sözden bahsedilir, beddua kabilinden, Allah seni geçiş döneminde yaşatsın diye. Bir sistemi terk edip yeni bir sisteme henüz geçememeyi, bu ülkelerde yakinen gördüm. Tablo tam bir şaşkınlık, tam bir felaket. Eski Sovyet sistemi tek bir ülke esası üzerinden yürüdüğünden bütün şebekeler, elektrik gibi, su gibi, doğal gaz gibi merkezi bir planlamaya göre yapılmış. Ama yeni sınırlar çizilince örneğin Türkistan şehrinin bağlı olduğu doğal gaz şebekesi bir başka ülke olan Özbekistan’da kalmış.

Geride kalan kökler

Sonuç dünyanın en zengin doğal gaz kaynaklarına sahip Kazakistan ilk yıllarda kendi şehirlerine gaz veremiyor. Sonuç ne mi olmuş, bozkır ortamında zaten zor yetişen ve bir Sovyet klasiği olan yol boylarına dikilmesi zorunlu ağaçlar, eline baltayı alan ihtiyaç sahibi insanların kurbanı olmuş. Yol boyunca dikkatimi çeken ilk şeylerden biri kesilen ağaçlardan geride kalan kökleri oldu.Yolculuğumuz şöyle planlanmıştı, önce Yesevi’nin doğum yeri olan Sayram ziyaret edilecek, sonra Türkistan’a (Yesi) geçilecekti. Burada daha sonra sıklıkla rastladığım bir törenle karşılanıyoruz. Ellerinde çiçek ve dombıralarıyla yerli kıyafetler giymiş gençlerden müteşekkil bir ekip sizi karşılıyor, önce ellerindeki yöreye özgü ekmeklerle tuzu size ikram ediyorlar. Biraz da yerel melodiler. Ardından yemeğe geçilecek ama öncesinde genç delikanlılar ellerinde leğenler ve ibriklerle sizi karşılıyorlar. Bu manzarayı görünce gözüm gayri ihtiyari olarak gençlerin omuzlarına gidiyor. Evet umduğum şey orada, eller yıkandıktan sonra kurulama işlemi için peşkirler. Çünkü çocukluğumuzda eve gelen misafirler yemekten önce ellerini, evin çocukları olarak bizim getirdiğimiz leğende yıkar, sol elimizde leğen, sağ elimizde de ibrik tuttuğumuz için peşkir omuzumuzda bulunurdu. Binlerce kilometre ötede bu benzerliğe hem şaştım hem de ortak bir medeniyete mensup olmanın böyle bir şey olduğunu hatırlayarak mutlu oldum. Yol bir süre sonra dağınık bir yerleşim yerine ulaşıyor, yani Türkistan’a. Bizi buraya çeken Ahmet Yesevi Türbesi. Doğruca türbeye gidiyoruz. Dümdüz bir mekanın ortasında bir anda karşınıza çıkan dev külte oldukça etkileyici. İlk gidişimizde uzun yılların ihmal edilmişliğiyle epey yıpranan bu abidevi yapı Türkiye’nin yerinde girişimiyle onarılmaya başlanmıştı. Epey uzun süren bu restorasyon zamanla tamamlandı.

Türbe zarf, biz asıl mazrufla yani içindekiyle ilgiliyiz. Yani Pir-i Türkistan, Ahmed Yesevî ile. Yesevi buraya yakın Sayram kasabasında dünyaya gelmiş, dinî tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra, yine o bölgedeki Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) şehrine yerleşmiş, uzun yıllar halkı irşad ettikten sonra, burada vefat etmiş bir büyük mutasavvıf. Yesevî menkıbelerine göre onu asıl eğiten kişi sahabeden Arslan Baba. Rivayete göre dört yüz veya yedi yüz yıl yaşamış Arslan Baba. Sahâbîler bir gazâ sırasında veya Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda acıkırlar. Bu arada Hz. Peygamber’in duasıyla Cibrîl cennetten bir tabak hurma getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibrîl o hurmanın ileride doğacak Ahmed Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber ashabına, “Bu hurmayı Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba talip olur ve Hz. Peygamber hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın Sayram şehrinde henüz yedi yaşındaki Ahmed Yesevî’yi bulup emaneti ona teslim eder. Yesevi, dini ve tasavvufi eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’de bir irfan mektebi kurup insanları dinî ve ahlâkî yönden yetiştirmeye başlar. Karşısında İslamiyeti yeni kabul etmiş, Türkçe’den başka dil bilmeyen çoğu göçebe insanlar bulunmaktadır. Bu yüzden düşüncelerini Türkçe ve sade şiirler ile anlatmış, Hikmet adı verilen bu şiirler zamanla toplanarak Dîvân-ı Hikmet meydana gelmiş. Sohbetlerinde ve şiirlerinde en çok işlediği konular Allah ve peygamber sevgisi, fakir ve yetimleri korumak, dinî kurallara riayet, güzel ahlâk, zikir, nefs ile mücadele, kendini eleştirmek, ölümü düşünmek gibi mevzular. Rivayete göre Ahmed Yesevî altmış üç yaşına, yani Hz. Peygamberin vefat yaşına geldiğinde ona hürmeten dergâhında yerin altına küçük bir oda şeklinde çilehane yaptırmış. Ömrünün kalan kısmını orada ibadet ve tefekkürle geçirmiş. Ahmed Yesevî’nin Türkistan, Mâverâünnehir ve Orta Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü kişi çıkmış. Semerkantlı Şeyh Zekeriyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi bu isimlerden birkaçı. Ama onun düşünceleri bel oğlu sayılacak gerçek neslinden değil, yol oğlu tabir edilen bağlıları vasıtasıyla asırlarca ışımaya devam etmiş.

Ölümü sonrası üzerine yerel imkanlarla küçük bir türbe yapılmış. XIV. yüzyılın sonunda Türkistan bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılınca kendisini rüyasında gören ve zaferleri için dua talep eden Timur, bu dileğine ulaşınca kabrini ziyaret edip üstüne bugünkü türbeyi yaptırmış. Şimdi burası Orta Asya’nın en önemli ziyaret yerlerinden biri. Külliye, kütüphane, aşevi, mescid ve derviş hücrelerinden oluşuyor.


Kazanın eve dönüşü...

Türbede her şeyin bir hikayesi var. Ama ben sadece birini anlatacağım. İki kubbeli dikdörtgen bir yapı olan külliyede merkezî bölümün ortasında bulunan büyük kazanın hikayesini. Yedi metalin karışımından oluşan bu kazanın etrafında bazı dualar ve kazan ustası hakkında bilgiler var. Önceleri bu kazana hafif tatlandırılmış su koyularak Cuma namazlarından sonra ziyaretçilere ikram edildiği ve şifalı olduğuna inanıldığı söylenir. Kazan, 1934’te Stalin’in emriyle götürüldüğü bir sergiden geri getirilmeyerek St. Petersburg’daki Leningrad Hermitage müzesine konmuş, sonraları Kazakistan makamlarının gayreti ile 1989 yılında yeniden türbedeki yerini almış. Gelenlere bu hikaye anlatılıyor ve geriye dönüşü onun kutsallığına atfediliyor. Merkezî bölümün bitişiğinde Orta Asya kültüründe evliya türbelerinin sembolü olan bir tuğ (ucunda at kuyruğu kılları, sancak ve alem olan bir direk) ve bir kapı yer alır. Bu kapı Ahmed Yesevî’nin mezarının bulunduğu odaya (Gûrhâne) açılmaktadır. Yesevî’nin mezar sandukası, açık yeşil renkte bir taştan yapılmıştır. Türbenin dışını çevreleyen üç cephesinde, üst kenarı takip eden kuşak şeklinde çinilerle süslü Kur’ân âyetleri bulunuyor. Külliyenin etrafı ve üzeri çinilerle süslenmişken, giriş kapısının bulunduğu cephesi çinisizdir. Bu durum, Timur’un vefatı üzerine külliye inşaatının bitirilemediği ve çini süslemelerinin kısmen eksik kaldığı şeklinde açıklanmaktadır.

Yesevi öğretisi

Türkistan demek bir anlamda adını aldığı Pir-i Türkistan’ın yani Ahmet Yesevi’nin türbesi demek. Bu yüzden türbe her an Türk dünyasının çeşitli yerlerinden gelen ziyaretçilerle dolu. Özellikle çevrede yeni evlenen çiftler burayı mutlaka ziyaret ediyorlar. Sadece türbe değil bağımsızlık sonrası çevre düzenlemesi de yapılarak ortaya bayındır bir mekân çıkmış. İşte bu türbe yüzünden Türkiye ve Kazakistan bir ortak üniversite kurma kararı alınca bunu Ahmet Yesevi adına ve Türkistan’da gerçekleştirmiş. Günümüzde artık on binlerle ifade edilen öğrencileri ve etkileyici kampüsü ile Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk Kazak Üniversitesi burada Türk dünyasına kadro yetiştiriyor, bir anlamda Yesevi öğretisini modern bir bakış açısıyla dünyaya sunuyor. Bütün bu gelişmeler neticesinde doksanlı yıllarda küçük bir taşra kasabası olarak tanıdığım şehir giderek değişti. Sadece üniversite binaları değil çevredeki bazı inşa faaliyetleri ve üretim merkezleriyle hızlı bir nüfus artışına sahne oldu. Şehrin ulaşımını kolaylaştıracak modern yollar açıldı. Yine bu gelişmelerin bir neticesi olarak 2018 yılında Türkistan şehri, alınan bir kararla eyalet ilan edildi ve bir bölge merkezi haline dönüştü. Ama gerçekleştirilen bu alt ve üst yapı imkanlarının varlık sebebi elbette Ahmet Yesevi. Bazı insanlar bin yıl geriden de bölgeleri idare etmeye devam ediyorlar. İnanıyorum ki artık daha kolay ulaşım imkanlarıyla Türkistan, Semerkant, Buhara gibi bir turizm merkezi olmaya da aday. Turizm deyince elbette, Türkistan’ın hemen yakınındaki kadim başkent Otrar’dan, Farabi’nin doğduğu şehir olan Faryab’dan, düz alanda geniş bir yatak içinde akıp gitmekte olan Siriderya’dan da söz etmeliydim. Belki Kazak mutfağından, kımızdan, kımrandan (deve sütünden yapılan bir nevi ayran) da. Ama Kazak yemek kültürünü sadece etten ibaret olarak tanımlasak yanlış yapmış sayılmayız. Malum fıkra, dünyada Kazaklar et tüketiminde dünyada ikinci sıradalar. Peki birinci kim, cevap kurtlar… Gerisini siz düşünün.

[email protected]