Etik ve politik olanı kendisinde taşıyan bir mucize: 15 Temmuz

Murat Güzel
27.12.2019

15 Temmuz’u planaryal öznenin görünür hale geldiği bir uğrak olarak değerlendiren Ahmet Çiğdem, bu öznenin sessiz ve utangaç bir şekilde tarih sahnesine çıktığını ve ardından da yine sessizce sahneyi terk ettiğini vurgular. Ona göre bu özne başkalarından bir şey beklemediği gibi kendisinden de bir şey talep edilmesine izin vermez. Ve her mucizeyi anlama onun istisnai olduğunu kavramaktan geçer.


Etik ve politik olanı kendisinde taşıyan bir mucize: 15 Temmuz

15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan meş’um darbe girişiminden sonra Türkiye’nin artık eskisi gibi olamayacağı, Türkiye’de yaşanan meselelerin eskiden ele alındığı gibi ele alınamayacağı, Türk halkının darbe girişimine karşı gösterdiği büyük ve çetin direnişin gelecek için umutlu olmayı tavsiye ettiği bugüne dek birçok kez söylendi. Ancak 15 Temmuz’un tam olarak neye tekabül ettiği, 2002’den beri süregelen AK Parti iktidarı açısından, Türkiye’deki dini hareketlilikler, siyasal anlayışlar, kültürel çalkantılar bakımından anlamının ne olduğu pek tartışılmadı. 15 Temmuz gecesinin bütün bu açılardan anlamlı olduğu açıktı elbette, ama bu anlamların ne olduğu ya da neye tekabül ettirilmesi gerektiği hususlarında da herhangi bir tartışmaya rastlanmadı.

Çağdaş Türk düşüncesi içinde sıradışı bir yere ve öneme sahip olduğunu bildiğimiz Ahmet Çiğdem’in 15 Temmuz sonrası Türkiye ve dünyanın gerçekliğini din, siyaset, toplum ve kültür uğraklarını ihmal etmeksizin değerlendiren yeni kitabı Mucizenin Etik Uğrağı, hem muhafazakar siyasal algıları hem de sol yönelimli muhalif bakışları 15 Temmuz’un yorumlama bakımından güdük anlayışlar olarak konumlamayı öneriyor.

Çiğdem’e göre “15 Temmuz, önce tarihsel olarak sert ve tanımlanmış, daha sonra giderek gevşekleşip belirsiz hâle gelse de varlığını koruyan yumuşak bir vesayete evet diyen bir topluluğun bile kendisini kötürüm bırakan şartları ilelebet kabul etmeye gönüllü olmadığını gösterdi. Muhafazakârlar, 15 Temmuz’da somutlaşan reddin sınırlanabileceğini düşünmekte ısrar ediyorlar. Halkın mükâfat utancı, onları her istediklerinde halkı denklemden çıkarabilecekleri kanısına yönlendiriyor. Solda ise 15 Temmuz’un bu toplumun (bile) kendini aşmak için sandıklarından ibaret olmadığını gösteren bir işâret olduğunu görmek bakımından hâlâ bir gönülsüzlük var.”

Özne, başkalarından beklemez

15 Temmuz’u “etik ve politik olanı kendisinde taşıyan bir mucize” olarak kavrayan Çiğdem, 15 Temmuz’u ayrıcalıklı kılanın o gün darbeye hayır diyen insanların ertesi gün yaşadıklarını bir festivale çevirmeden hayatlarını sürdürme isteğinde yattığını düşünür. 15 Temmuz’un planaryal öznenin görünür hale geldiği bir uğrak olarak değerlendiren Çiğdem, bu öznenin sessiz ve utangaç bir şekilde tarih sahnesine çıktığını ve ardından da yine sessizce sahneyi terk ettiğini vurgular. Ona göre bu özne başkalarından bir şey beklemediği gibi kendisinden de bir şey talep edilmesine izin vermez. Her mucizeyi anlamanın onun istisnai olduğunu kavramaktan geçtiğini savlayan Çiğdem, 15 Temmuz’un hem siyasal iktidarı rehin olmaktan kurtardığını hem de Türk toplumu içinde yaşanan “dinsel açmaz”ın sonuçlarının çözülebileceği yerle ilgili düşünümlere fırsat oluşturduğunu ileri sürüyor.

Kitabında 1990’lardan bu yana yaptığı çalışmalara da sık sık referans veren Çiğdem, Taşra Epiği, D’nin Halleri, Geleceği Eskitmek kitaplarındaki çözümlemelerine de değinme fırsatı bularak, 15 Temmuz’u destansılaştırmaya ya da şeyleştirmeye yarayan iğvalara da direniyor. Bunu yaparken 15 Temmuz’un gerçekleştiği Türkiye ve dünyayı anlamaya ve tarihsel ve sosyolojik bir arkaplana göre yorumlamaya elverişli bir bakış açısı geliştiriyor. Yer yer AK Parti (“AKP” olarak yazıyor Çiğdem) karşıtı olarak görülebilecek savlarına rağmen, içerdiği analizlerle Türk toplumu ve bu toplumdaki farklı dini, siyasi, ideolojik algılamalara ilişkin hakkaniyete dayalı değerlendirmelerin yanısıra kitap son bölümünde Çiğdem’in farklı konulardaki fragmanter yazıları içeriyor.

@uzakkoku

Mucizenin Etik Uğrağı

Ahmet Çiğdem

Felix, 2019

 

 

Araplar ve Türkler koparken

Arap yarımadası 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı devletinin hakimiyetinin sürdüğü bölgelerden biriydi. Bu bölgenin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devletinden kopması ve Osmanlı devletinin de savaş sonrası Türkiye Cumhuriyeti olarak devam etmesiyle birlikte ortaya çıkan siyasal değişimin barındırdığı sorunların etkisi geride kalan yüz yıllık süreçte Türk-Arap ilişkilerine de bir şekilde sirayet etti. Çok azı nihai bir çözüme ulaşan bu sorunların doğuş şartlarını irdeleyen bir kitap Ü. Gülsüm Polat’ın özenli çalışması. Türkiye-Suriye, Türkiye-Irak arasındaki ilişkilerin doğuş şartlarından Lozan Konferansı ve onun sonucundaki kararlar Türk-Arap ilişkilerine nasıl yansıdığına kadar bir dizi konuyu ele alan kitap günümüz Ortadoğu’sundaki sorunları anlamada rehberlik edebilecek bir muhtevaya sahip. Türk-Arap İlişkileri, Ü. Gülsüm Polat, Kronik, 2019

 

Korsanlara karşı tüccarlar

Osmanlı devletinin hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayan Rumlar hakkında çeşitli çalışmaları bulunan Molly Green’in Malta’daki mahkeme kayıtları üzerinden hem Hıristiyan hem de Osmanlı tebaası olan Rum tüccarların ticaret yaptıkları Akdeniz’deki politik pozisyonlarını irdelediği kitap, Osmanlı İmparatorluğu ve Venediklilerin 16. yüzyılda birlikte inşa ettikleri denizcilik düzeninin kritik bir evresini okurlara sunuyor. Korsanlığın bütün dünyada altın çağı olan 17. yüzyılda Fransa ve Katolik Karşı Reformu’nun Malta Şövalyeleri aracılığıyla Akdeniz’de yeniden etkin olmak istediğini vurgulayan Green, Osmanlı tebası ile Malta şövalyelerinin karşılaşmalarına ve ticari ilişkilerine mahkeme kayıtları aracılığıyla odaklanıyor. Katolik Korsanlar ve Rum Tüccarlar: Bir Akdeniz Tarihi, Molly Greene, çev. Ayşe Betül Sayın, Dergah, 2019