Ey Müslüman nedamet getir!

Ayda Erbal / New York Üniv. Siyaset Böl.
24.01.2015

Müslümanları topluca tahtaya kaldırmada, çeşitli kimlik, yaşantı ve düşünce pratiklerinden mülhem bireyin izni olmadan bireyselliğini daraltıp, onu o kimliklerden sadece bir tanesine indirgemek gibi esasen insanın biricikliği, bütünlüğü, özerkliği ve haysiyetine aykırı bir durum da söz konusu.


Ey Müslüman nedamet getir!

Müslümanları topluca tahtaya kaldırmada, çeşitli kimlik, yaşantı ve düşünce pratiklerinden mülhem bireyin izni olmadan bireyselliğini daraltıp, onu o kimliklerden sadece bir tanesine indirgemek gibi esasen insanın biricikliği, bütünlüğü, özerkliği ve haysiyetine aykırı bir durum da söz konusu.

Ayda Erbal, New York Üniversitesi, Siyaset Bölümü

7 Ocak tarihinde Charlie Hebdo (CH) çalışanları ve polis memurlarının öldürüldüğü eylemin hemen sonrasında Kıta Avrupası ve Amerika’da temel olarak iki yaklaşım öne çıktı. Her iki yaklaşım da yazar çizerlerin yazıp çizdiklerinden dolayı öldürülmüş olmalarını, olması gerektiği gibi, amasız, eğersiz kınadılar. Ancak yolları bundan sonra ayrıldı: Takip edebildiğim kadarıyla birinci grup, ezici çoğunlukta sade vatandaşın da katkısıyla, CH’nin mesajını da misyonunu da sahiplenerek, kimisi sadece destek olmak amacıyla #jesuischarlie #benCharlieyim hashtag’i altında gerek sosyal medyada gerekse sokaklarda cinayeti protesto ettiler. Bu birinci grubun ideologları diyebileceğimiz çoğunluk gazeteci, yazar ve çizerlerin yine ağırlıklı bir kısmı işi daha da ileri götürüp CH’nin misyonuna/ mesajına destek olmak için CH karikatürlerinin ve kapaklarının tıpkı basımını yapmaları gerektiğini savundular. İkinci grupsa yapılanı kınamalarına rağmen tam da ifade özgürlüğünü daha da radikal bir noktadan savundukları için CH’nin mesajının dün olduğu gibi yer yer bugün de kınanması ve/ya tartışılması gerektiğini ifade ettiler. Hatta bazıları daha da ileri gidip bir hak olarak CH’nin ifade özgürlüğünü savunmakla birlikte CH’yi ırkçı buldukları için ben Charlie’yim diyemeyeceklerini ve zaten birisinin ifade özgürlüğü hakkını savunmak için ifadenin kendisini savunmak gerekmediğinin altını bir kez daha çizdiler. Bunun yanı sıra ifade özgürlüğünün sınırları, Batı’nın ifade özgürlüğü dahil kendi değerlerine sadakat konusunda bazen ikircimli bazen ikiyüzlü tutumu, Batı’nın kolonyal tarihi ve düşünce özgürlüğünün sınırları da konuşuldu.

Türkiye sosyal medyası ve yazan çizeni arasındaysa özellikle IŞİD’in çıkışından bu yana daha da belirginleşen tartış(a)mama halinin yeni bir bölümüne şahit olduk. Türkiye’de böyle durumlarda neredeyse adet olduğu üzere olaylardan sonra bir grup yazar çizer “iyi” Müslüman arayışına girdiler. Bu düşünceye göre “iyi” Müslümanlar öne çıkıp “kötü” Müslümanlardan kendilerini ayrıştırmalı, hatta onları kınamalı ve bu sayede olası bir radikalleşmeye karşı sağduyunun sesi olmalıydılar. Dünyada ise Rupert Murdoch bu düşünce biçimini en uç noktaya taşıyarak aralarındaki mücahitleri temizlemedikleri sürece bütün Müslümanların sorumlu tutulması gerektiğini iddia etti (https://twitter.com/rupertmurdoch/status/553734788881076225) ancak ertesi gün Amerikalı komedyen Aziz Ansari kendisiyle uzun uzun dalga geçti http://www.buzzfeed.com/rossalynwarren/murdoch-probably-doesnt-even-know-who-ginuwine-is#.jbLPvnn96.

Tek tek ‘iyi’, ‘sağduyulu’ Müslümanlar arama çabasının bir başka versiyonundaysa bu misyonu üstlenecek bir Müslüman ülke arayan akademisyenler ve onlara hiç eleştirisiz söz platformu veren gazeteciler vardı. Önce birkaç cümlede biraz karikatürize ederek özetlediğim bu düşünce kazalarının vahametini anlatmaya çalışacağım, ikinci bölümdeyse bu tartışmalardan yola çıkarak ifade özgürlüğünün halihazırdaki sınırlarına dair kimi argümanları tartışacağım.

‘İyi’ Müslümanların ‘kötü’ Müslümanlar adına müsamereye çıkıp, gereken şeyleri söylemelerinin istenmesi yeni değil. Özellikle Amerika’da 9/11’den sonra gerek Cumhuriyetçiler gerek bir kısım liberaller de dahil olmak üzere dile getirilmiş bir istek bu: geçtiğimiz Eylül ayında Başkan Obama da IŞİD videoları sonrasında Müslüman din adamlarından kendilerini bu Müslümanlardan ayrıştırmalarını istemişti. Ancak hatırlamakta fayda var, 9/11’de de kimi radikal liberaller, Müslüman Amerikalıların nedamet getirmek zorunda bırakılarak işaretlenmelerine karşı çıkmışlardı.

Bu argümanların bireyciliğin kalelerinden Amerika’nın siyasi yelpazesinden çıkması bir hayli garip. Garip çünkü argüman suçun, cezanın ve sorumluluğun bireysel olması gerektiği fikrinden bir hayli uzak. Öte yandan bu fikrin temsiliyet/ delegasyon/ sorumluluk düşüncelerinin asırlardır tartışıldığı yerlerden bu kadar teklifsizce, hem de temsili demokrasi dersi vermeye kalktıkları Müslümanların üstüne boca edilmesi de anlaşılır şey değil. Her kriz akabinde Müslümanların diğer vatandaşlardan ayrı tutulup din üzerinden hesap sorulması belki de bu kapsayıcı (inclusive) olduğu iddia edilen demokrasilerin sınırlarını gösteriyor.

Evangelik demokrasi

Zira yakın dönem Amerikan tarihinde sadece kürtaj karşıtı terör eylemlerine baktığımızda bile farklı dinlerin radikallerine yaklaşımlar arası bir tutarlılık göremiyoruz. Örneğin bir kısım Hıristiyan köktendinci özellikle 90larda (ama 2000lerde de) çok sayıda kürtaj kliniği bombalama, doktor, sağlık personeli ve aktivist yaralama ve öldürmeyle sonuçlanan pek çok eylem düzenlediler. 1977-2013 yılları arasında 8 cinayet, 17 cinayete teşebbüs, 42 bombalama, 181 kundaklama, 99 kundaklama / bombalama teşebbüsü, 400’e yakın klinik basma, asit ve anthrax saldırıları ve ölüm tehditleri de dahil olmak üzere toplamda 190bine yakın eylem ağırlıklı olarak Army of God (Allah’ın Ordusu) tarafından üstlenilmişti. Bu eylemler sonrasında bütün Hıristiyan alemi tahtaya kaldırılıp nedamet getirmeye çağrılmadı zira çoğunluğun terörist olmadığı aşikardı. Keza 77 kişiyi Norveç ve Avrupa’yı Müslümanlardan kurtarmak ve bu uğurda İşçi Partisine gözdağı vermek amacıyla öldürmüş, aşırı sağ-Siyonist görüşlere sahip Anders Breivik’in katliamı sonrasında Siyonistler ya da Hıristiyan Siyonistler için “örnek” “iyi” Siyonistler aranmamıştı. İçinde bulunduğumuz durumda ise çoğunluk Müslümanlara işte bu masumiyet bahşedil(e)memektedir. Diyelim ki bu çifte standardın nedeni Müslümanlar “adına” örgütlendikleri iddiasındaki El Kaide, IŞİD gibi örgütlerin göreceli eylem kapasitesi olsun, o zaman da 2001den bu yana neredeyse Evanjelik bir “demokratikleştirme” iddiasıyla yola çıkmış Batı’nın, eylem kapasitesi ve halihazırdaki bilançosu nedeniyle söz konusu ülkelerin vatandaşlarının gündelik hayatlarının çok önemli bir bölümünü nedametle geçirmeleri gerekecekti –ki içinde bulunduğumuz durum bundan çok uzaktır. Nedamet getirmek şöyle dursun, Clint Eastwood’un yeni filmi American Sniper’da biyografisinde ırkçı olduğu ayan beyan belli Chris Kyle kahramanlaştırılmıştır. Afganistan, Irak, Libya, Suriye’de rejim değişikliği, demokrasi ihracı ve/ya terörle mücadele olarak adlandırılan süreçte ikincil zarar (collateral damage) kategorisinde yüz binlerle öldürülmüş sivillerin değil adlarını, sayılarını dahi bilmiyoruz. Üstüne üstlük demokratik devletlerin vatandaşları liderlerini ve dolayısıyla o liderlerin siyasetlerini seçtikleri için, temsili sistemlerde yaşamayan, ya da ad hoc (amaca özel) temsiliyet iddialarıyla zan altında bırakılan bireylere göre vatandaşlıktan dolayı çok daha sorumludurlar.

Keza Müslümanları topluca tahtaya kaldırmada, çeşitli kimlik, yaşantı ve düşünce pratiklerinden mülhem bireyin izni olmadan bireyselliğini daraltıp, onu o kimliklerden sadece bir tanesine indirgemek gibi esasen insanın biricikliği, bütünlüğü, özerkliği (autonomy) ve insan haysiyetine (human dignity) aykırı bir durum da söz konusu –bu ne yazık ki Türkiye’nin oldukça hoyrat siyasi ikliminde de sıklıkla gördüğümüz bir insan haysiyetine duyarlı olmama sorunu.

Tersinden düşünürsek, bu düşünme biçimi felsefi olarak cinayeti işleyenlerinkinden daha da indirgemeci bir nüveden besleniyor –bir yanda, elde ideologları öldüren silahlar, öbür tarafta ise ideolog olsun olmasın tüm Müslümanları tahtaya kaldırma erki var, ki buna hegemonik bir erk diyebiliriz. Şöyle ki: CH çizerleri, ifade ettikleri düşüncelerin temsilciliğini alenen üstlenmişlerdi; cinayeti işleyenler, mutlaka ki birbiriyle çelişen tarafları, huyları ve yaşantıları da olan bu çok boyutlu insanları, sadece bir düşüncenin mutlak temsilcisi, simgesi ve taşıyıcısı olarak gördükleri için, yani o yönlerini diğer bütün yönlerinin üstünde gördükleri ve bu tek temsili kimliğe indirgedikleri için de hedef haline getirip öldürdüler. Müslümanlardan nedamet bekleyenlerse, çoğu Müslüman ideolog olmadığı halde, onları ideolojik bir savunma noktasına itip, daha da çok kutuplaşmaya neden oluyorlar. İlişkilendirme yoluyla suçlamayla (guilt by association) birleşmiş bir ‘kötü’ özcülük, ‘mutlak iyi’ bir dini özün hem arayışına, hem de savunusuna neden oluyor. Oysa böyle bir mutlak iyi ya da mutlak kötü pratik ya da yorumun olmadığı aşikardır.

İyi Müslüman-kötü Müslüman

Burada asıl sorun hiçbir zaman ‘gerçek Müslümanlığın’ ne olduğu değil, zira çok açık ki oradan kurulmuş her savunma refleksi ister istemez tarih dışı ve donmuş oluyor. Asıl sorun -eğer ilişkiyi şiddet ekseninde ele alıyorsak- ağırlıklı olarak, Müslüman coğrafyaların Batı’dan şiddet gören tarafta olmaları. Bu, Müslümanların güçlü oldukları durumlarda -örnekse Müslümanlık içi çatışmalarda veya egemenlikleri altındaki azınlıklar üzerinde- şiddet uygulamadıkları anlamına gelmiyor –bu da tartışılmalı, ama gerek Avrupa’da gerekse eski / yeni kolonilerde hakim durumun ne olduğu besbelli. Elbette bütün bunlara Müslüman coğrafyalardaki yerel elitin basiretsizlikleri ve yanlışlarını da dahil etmek mümkün ama bu farklı bir tartışmadır.

Tam da yukarıda anlatmaya çalıştığım düşünsel benzerlikten kaçınmak gerektiği için kimsenin, herhangi bir Müslüman’ı, takke, başörtüsü ya da çarşaf gibi kimliğinin bir kısmının simgeleri dışarıdan görünür olsun olmasın, Müslümanlığından ötürü tahtaya kaldırma hakkı yok. Bireyin kendisinin, kendisini, kimliğinin bileşenlerinden biri ya da asli kimliği olarak Müslüman olarak tanımlamasıyla, kamusal alanda böylece bulunmasıyla, bir başkasının onu sadece Müslüman olarak görmekte ısrar etmesi ya da ona indirgemesi arasında oldukça derin bir fark var –bu farkın bir ucu ne yazık ki devletlerin çok da hüsnüniyetle tutmadıkları din / mezhep listelerine kadar gidiyor.

Keza bu dünya üzerindeki herhangi bir Müslüman, başka bir Müslüman’ın yaptığı eylemden (eylemi yapan ikincisi, ilk Müslüman’ın reşit olmayan çocuğu değilse) sorumlu değil. Dünyada Hıristiyanlar bir sektin üyesi gibi hareket etmedikleri gibi Müslümanlar da kabile olarak hareket etmiyorlar, aynı şekilde inanıp, dini tıpatıp aynı şekillerde yaşamıyorlar  –bunun böyle olduğunu idrak edemeyen önyargılı milyonlarla baş etmenin yolu “barbar Müslüman” stereotipini “sağduyulu Müslüman” stereotipi ile değiştirmek değil. Bu yollar genelde istisnasız ayrımcılığa çıkar, çünkü burada iyinin ve kötünün ne olduğu çoğu zaman egemen olanın normu belirleme erkine (bunu siyasi çıkar olarak da okuyabiliriz) bağlıdır.

Zaman zaman da bu ‘kötü’ öze karşı ‘iyi’ özü ortaya sürmeye çalışmak sadece dışarıdan dayatılan bir talep olmakla kalmaz, içerden de kendisinin o kötülerden olmadığını söylemek zorunda hisseden, yahut bu çeşit bir siyasi çıkıştan çıkarı olduğu için bu yola kendiliğinden giren Müslümanlar da olabilir. Ama her halükarda burada bir güç asimetrisinin varlığından söz etmek mümkündür: birilerinin iyi Müslümanlığı icra etmesini bekleyen ve bu performansı beğenip beğenmeme erkini elinde tutan başka birileri var tribünde. Aynı cenah kime ne zaman “barbar” sıfatını yakıştırıp, kime ne zaman ‘kendinizi barbarlardan arındırın’ emrini vereceğini de biliyor; haliyle kendisinin de barbar olmadığından emin: Müslümanlar Batılıların kendi barbarlıklarını hatırlattıklarında ancak alay konusu olurken, Batının bu ahlaki göreceliğini hala ciddiye almamız gerekiyor. Ne yazık ki bu etik normatif çöküntü o kadar büyük ki, görünür kılmaya çalışırken aynı görecelik argümana da bulaşıyor.

Entelektüel şiddet

Kamusal alanda (pozitif ayrımcılık olmadığı durumlarda) körlüğü -yani devletin kurumlarının ve kamusal alanda aktörlerin eşit mesafeliliğini- savunan eşitlikçilerin, söz konusu Müslümanlar olunca kendi normlarını bir çırpıda unutmaları gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Müslümanlara değişik zamanlar ve biçimlerde asimilasyon çağrısı yapanların, Müslüman bireyleri bu biçimde tek tipleştirmeye çalışmaları, Raşit Rida’nın hayallerinde kalmış ümmetin tek tek ideologları yahut Asr-ı Saadet’ten kalma anakronik bir parçasıymışlar gibi davranmaları, daha önce kısaca değindiğim gibi ilişkilendirme yoluyla suçlama (guilt by association) safsatasından da muzdarip –ki tehlikeli bir safsatadır, çoğu toplu kıyımın temelinde bu çeşit suçu kimlik üzerinden genele yayma ya da bunun alametleri yatar. Türkiye’nin ana akım siyasetine bu düşünce biçimi sandığımızdan daha da hakim aslında. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’nin bir kısım sağı İsrail devletinin Filistin siyasetinden dolayı günümüzde Türkiye Yahudilerini, 70-80’lerde Asala, 90-2000’lerde ise diaspora Ermenilerinin bulundukları ülkelerdeki siyasetlerinden dolayı da Türkiye Ermenilerini mütemadiyen tahtaya kaldırırlar(dı). Kürtler’in ise “rüşt”lerini ispatlamak için PKK’yi kınamaları gerekirdi. Gerek IŞİD, gerek CH vasıtasıyla gördük ki bu “ilişkilendirme yoluyla suçlama” siyaseti sadece bir kısım sağın tekelinde değilmiş. Son günlerdeki tartışmaların bize gösterdiği bu argümantasyon biçimiyle de ciddi bir şekilde uğraşmamız gerektiği.

Ayrıca Müslümanları kamusal alanda işaretleyen bu düşünme biçimi bir başka yönüyle, biat ettiklerini iddia ettikleri liberal demokratik kamusal alan ve bu alanın özel alandan ayrımı düşünceleriyle de çelişiyor. Her ne kadar Yahudilik gibi Müslümanlık da kamusal alana ‘kanuni’ nitelikte düzenleme ve şartlar getiren bir din olsa da yaşadığımız melez durumda bunun pek çok inanan tarafından böyle yaşanmadığı, dünyanın çeşitli bölge ve kültürlerinde yaşayan ve onlarla harmanlanmış Müslümanların da bu minvalde farklı sekülerleşme/ bireyselleşme biçimleri deneyimledikleri aşikardır. Yani özel alanında Müslüman olan birisi kamusal alanda Müslüman kimliğiyle var olmamayı (görülmemeyi) seçebilir /elbette tersini de seçebilir. Burada görülmemekten kasıt basitçe dışarıdan görülen sembollere indirgenmeme özgürlüğüdür. Tam da bu nedenlerle Müslümanlar eylemi diyelim ki kınadıkları noktada bunu ille Müslümanlık içinden ve bir temsiliyet varsayıp yapmak zorunda da değiller. Diğer bütün inananlar ve inanmayanlar gibi Müslümanlar da çeşitli ve bazen çelişik, zaman zaman da birbiriyle çatışan öznellikler içinden geliyorlar.

Yukarıda değişik bağlamlarda anlatmaya çalıştığım, insanı kendisini oluşturan parçalardan sadece birisine indirgemecilikteki entelektüel şiddeti Newsroom dizisinin şu bölümü oldukça iyi gösteriyor (Bu örneği dizinin bütününü olumlamaksızın vermekteyim). https://www.youtube.com/watch?v=EBnk2aKsIQA.

Not: Yazının bir sonraki bölümünde Avrupa ve Amerika’da ifade özgürlüğünün sınırları ve istisnaları ve son yıllarda dikkat çeken tartışmalar ışığında Türkiye’de ifade özgürlüğü sınırlarına değineceğim.

[email protected]