Eylül gelince başlayan bunalımlarım

Mustafa Çiftçi / Yazar
18.09.2020

Eylülün derdi bitmez. Saymakla tükenmez. Allah başka dert vermesin tabii. Bizimkisi yarenlik, yoksa yakacağı, yiyeceği olmayanların her daim duacısıyız. Allah yardımcıları olsun.


Eylül gelince başlayan bunalımlarım

Eylül gelince beni bir sıkıntı alıyor. Okul takvimine göre yaşıyorum hala. Derslerin bitip tatilin girmesi beni mutlu ediyor. Öğretmen değilim. Çok uzun zamandır öğrenci değilim. Peki neden böyle oluyor? Bilemiyorum. Belki bu meselelere gönül düşüren bir uzman bulursak sorarız. “Okulların açılış kapanış takviminden kurtulamayan kişiler ne yapmalıdır?” Her meselede uzman var da bu meselede olmaz mı? Uzmanlaşmak modernliğin alametidir. İşte o uzmanlara sormak istediğim bir mesele daha var. Eylül ayında başlayan sıkıntım Ekim ve Kasım’da da devam ediyor. Aralık ayına kendimi zor atıyorum. Gerçi şair demiş ya “Asfalttan yürüsün Aralık / Sevmem netameli aydır” diye ama benim Aralık ile bir problemim yok. Ben sonbahar aylarının mağduruyum. Nerden gelir bu mağdurluk?”

Siyah önlük kasveti

Her şeyden evvel siyah önlükten gelen bir kasvet var idi her zaman. Okula yeni başlamış ve beş yıl dirsek çürütecek yavrulara kara esvaplar giydirmek kimin fikriydi acaba? Efendim çocuklar çabuk kirletir siyah olsun kir götürür, diyen bir işgüzar bakanlık bürokratının kararıyla mı biz yıllarımızı kara önlüklerle geçirdik. Hiç itiraz istemem. Önlüklerin kara olması bir de üstüne akşamın erken bastırması benim gibi sanatçı ruhlu bebelerde hesabı zor yan etkiler bırakıyor. Önlüğümü her zaman temiz tutmuş ve annemin bununla övünmesine vesile olmuş bir çocuğum. Annem konu komşu içinde;” yavrumun önlüğü tertemiz, benim paşam bir tane” diyerek beni övmüştür. Önlükle aram bu kadar iyiydi ama sevmiyordum kendisini. Kara önlüğün iki cebi vardır malum. O ceplere mendillerimiz bulunurdu ve bendeniz temizlik kolu başkanı olduğum için pazartesi sabahları tırnak ve mendil kontrolü yapardım. O ceplerine çekirdek, kırık leblebi, kara üzüm, iğde koyan sıpaların tırnakları da kirden görünmez halde olurlardı. Onları; “öğretmen görmesin kes şunları ya da şu mendilini bir hizaya sok” diye uyarırdım. Ayrıca yakalar vardı malumunuz. Benim yakam her daim temiz ve düzenliydi dememe hacet yoktur sanırım. Yakası düzgün olmayanlara çare olsun diye satılan ve her zaman dik duran naylon yakalara muhtaç olmadım çok şükür. Önlük, yaka, mendil ile aram bu kadar iyiyken neden hoşlanmıyordum acaba? Şimdi bile sebebini bilemiyorum.

Kırtasiye neşesi yok

Eylül ayının bir başka telaşı da kırtasiye alımlarında olurdu. Kırtasiyeler eskiden bu kadar renkli mekanlar değildi. Şimdi kırtasiyeye girmek masal dünyasına girmek gibidir. Çıkabilene aşk olsun. Eskiden çantalar daha az renkliydi. Kalemler mütevazi, defterler resmi evrak gibi, kalem traş ve silgiler Devlet Malzeme Ofisi mallarından hallice olurdu. Yani öğrencinin; “...ille de kırtasiye alışverişini beraber yapalım.” diye diretmesine gerek yoktu. Babaların ferasetine güvenen çocuklar verirdi listeyi babalar alırdı o kadar. Ya da babası meşgul olanların abileri, ablaları hiç biri değilse anneleri hallederdi kırtasiye meselesini. Ama şimdi öyle mi ya? Kırtasiye bildiğin harikalar diyarı. Ben bile bu yaşımda kırtasiye malzemesi karıştırmayı, güzel defterler , kalemler seçmeyi kendime adet edindim. Laf açıldı diye söylüyorum; bendeniz dolma kalem bağımlısı olduğum için kalem dedin mi bende akan sular durur. Neyse mevzumuz bu değil. Eylül ayının kırtasiye ayı olmasını konuşuyoruz. Bu sene hastalık sebebiyle kırtasiyelerin neşesi yok ama geçer Allah’ın izniyle ve Eylül ayı yine kırtasiye bayramı olarak kutlanır merak etmeyiniz. İşte bu kırtasiye alış verişi de bana bir yıl boyunca didinerek satır satır dolduracağımız koca koca defterler ve kalın kitaplar demekti. Belki de o sebepten defterlerimi tek tek taşımayayım diyerek tek defter yaptırmıştım kendime. Ciltçi bir abimiz vardı ve ona giderek on defteri birleştirmiş tek defter yaptırmıştım. Adını da “Baba Defter” koymuştum. “Baba Defter” yanımdaysa mesele yoktu. Kitap nasıl olsa arkadaştan da temin edilirdi. Kırtasiye demek bir yıl boyunca didinerek kalem ucuyla kazınacak kuyuları hatırlatırdı bana. O sebepten okul alış verişi de netamelidir bende.

Travmatik ayvalar

Ayvalar. Kocaman sarı külçeler gibi ayvalar. Bir mevsim meyvesi bu kadar travmatik olur mu? Ayva bende bir derttir. Tadını sevmeme rağmen yapısı bana eziyet olur. Isırarak yemek her babayiğidin harcı değildir. Keserek dilim dilim tüketmek de ustalık ister. Hele benim annem gibi bıçaktan korkan bir anneniz varsa. O zaman ayva kesmek için bıçağa sarılmanız çok sakıncalı görülür evde. Biri kesecek, bize verecek de biz de nefsimiz körleyeceğiz. Bir de şimdilerde hiç görmediğim unutulmuş bir yemek vardı. “Ayva Basması” denilen bu yemeği dedem merhum pek severdi. Eylül ayı “Ayva Basması” yemeğinin de habercisi olarak sabıkalıdır bende .Çünkü bu yemek ayva, tereyağ ve kıyma ile yapılan bir acayip yemektir. Toplasan üç kaşık almışlığım yoktur. Bir meyvenin tereyağ ve kıyma ile aynı tencerede buluşması fikrine hiç sıcak bakamadım. Dedem yedi ben seyrettim. Şimdi artık uzak bir hatıradır “Ayva Basması”. Ayva sadece ilginç bir yemekle değil soba üstünde pişirilmesiyle de gündemimizdeydi. Ayvayı soba üstünde pişirmek zevkliydi ama ayvaların sobaya iz bırakması sebebiyle özellikle anneannem pek izin vermezdi. Ayvayı koyardınız sobanın üstüne ve ayva dakikalar içinde dayak yemiş boksörlere dönerdi. Sağı solu kararan moraran ayva suyunu da salınca yemesi zevkli olurdu. Neyse işte Eylül ayı ayvalara doğru gittiğimizin işaretiydi. Ve ben hem sevdalı hem kavgalı olduğum ayva ile nasıl baş edeceğimi bilemezdim.

Eylül gelir de peşinden sobalar, kömürler, kıyılmış odunlar gelmez mi? Babam duymasın ama kömür almak işinde kendisi pek sıkıntılı bir kariyere sahiptir. Nasıl oluyorsa babamın aldığı kömürleri annem hiç beğenmezdi. Babam o kadar kömürcü içinden böyle kömürleri nasıl bulurdu bilemiyorum. Aldığı kömürler kayaları karaya boyamışsın gibi olurdu. Bu konuda çok eleştirdiğimiz için bize kızıp tamamen toz olmuş, kum gibi küreğe dolan kömür alıp gelmişti. Dedim ya babam duymasın. Ona göre aldığı kömürler yanıyorsa mesele yoktu. Anneme göre o sobaya adam atsan o bile yanardı. “Mesele sadece kömürün yanması değil kapının önüne getirdiğin kömürle konu komşuya rezil olmamak.” derdi.

Eylülün derdi bitmez. Saymakla tükenmez. Allah başka dert vermesin tabii. Bizimkisi yarenlik, yoksa yakacağı, yiyeceği olmayanların her daim duacıyız. Allah yardımcıları olsun . Bu haftalık da bu kadar olsun. Kalın sağlıcakla...

[email protected]