Eyvah barış geliyor!

Prof. Dr. Vahap Coşkun - Dicle Üniversitesi
7.03.2015

Türkiye, otuz yıl boyunca kanlı ve karanlık bir tünelden geçti. Uzunca bir süre adı konulmayan bir iç savaş yaşadı.


Eyvah barış geliyor!

Türkiye, otuz yıl boyunca kanlı ve karanlık bir tünelden geçti. Uzunca bir süre adı konulmayan bir iç savaş yaşadı. Kırk binden fazla insan hayatını kaybetti. Birçok ocağa ateş düştü. Evlatlar, eşler, sevgililer toprağa verildi. Binlerce köy yakıldı, yıkıldı, boşaltıldı. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Sokak başlarında yargısız infazlar yapıldı. Beyaz Toros arabalarla insan avına çıkıldı.  Tüm bir coğrafya kanla yıkandı, acı ve keder her yere kök saldı, yürekler köz oldu.  

Dağa, taşa bomba yağdırıldı bu savaşta. Silaha milyar dolarlar harcandı. Ekonomin beli kırıldı. Demokrasiye biraz olsun nefes aldıracak her hamle, savaş gerekçe gösterilerek boşa çıkarıldı. Birbiri ardına partiler kapatıldı, gazeteler havaya uçuruldu. Hukukun hükmü sökmedi. Savaş sebebiyle, silahı elinde tutan askerin belirleyiciliği arttı, vesayet tahkim edildi. Sosyal doku harap oldu. Bazı kimliklerin mensupları devlet marifetiyle “düşman” ilan edildi. Bu ülkenin her karışında emeği olanlara “sözde vatandaş” denildi. Yıllarca birbirini kardeş, dost bilen insanlar karşıya getirilmeye çalışıldı.   

Ezcümle, nerden bakılırsa bakılsın, savaşın maliyeti çok ağırdı. Bu ülkenin insanları çok yüksek bir bedel ödedi. Canından, malından oldu. Savaş, toplumun sırtında taşınması ve dayanılması imkânsız bir yüke dönüştü. 

Barış yürüyüşü 

Elbette zaman zaman ülkeyi bu dertten kurtarmayı hedefleyen girişimler oldu. Ama hep akim kaldı bunlar. Her seferinde bir engel çıktı, bir provokasyon yapıldı. Tam “bu kez olacak, olmalı” derken işler tersine döndü, memleket tekrar şiddet sarmalına girdi.  

Ama bu kez farklı bir durum var. Çatışmalara ve ölümlere son vermek için iki yılı aşkın bir süredir bir süreç yürütülüyor. Toplumun bilgisi dâhilinde ve siyaset kanalları işletilerek gerçekleşen bu süreçte 28 Şubat günü tarihi bir adım atıldı. Abdullah Öcalan, PKK’ye “silahsızlanma çağrısı” yaptı. Böylelikle binbir umut ve zahmetle mesafe alınmaya çalışılan barış yürüyüşünde çok önemli bir eşik geçildi.

Fikren ölmüş bir savaşın fiilen de bitmesini sağlayacak bu çağrı, toplumun çok büyük bir kesimini memnun etti. Dağda veya askerde olan çocuklarına sağ-salim kavuşmayı anne-babadan, savaşın bitmesi halinde ekonominin, hukukun ve demokrasinin düze çıkacağını düşünenlere kadar herkesi sevindirecek bir gerekçe vardı bu gelişmenin ardında. 

İşin doğrusu, Özcan Tikit’in de dediği gibi, bu barış çağrısına kayıtsız şartsız sevinmek için insanın herhangi bir gerekçeye ihtiyacı da yok. Sadece vicdan sahibi biri olmak yeterli. Zira akan onca kanın ardından bizi aydınlığa çıkartacak bir umut ışığı var ortada. Ve eğer insanın vicdanı körelmemişse, bu ışığı büyütmeye çalışır. 

Ne var ki, sağda solda yazılıp çizilenlere bakıldığında herkesin bu çağrıdan hoşnut olmadığı görülüyor. Bazıları apaçık bir üzüntü içinde. Yapılan çağrı onların hesaplarını bozmuş, onları derin bir kedere sokmuş. Memnuniyetsizliklerini yüzlerinden okunuyor. “Nerden çıktı bu barış?” der gibi bir halleri var. 

Şimdi barışın sırasının olmadığını düşünüyor, bu nedenle de tez elden barış ışığını söndürmeye çalışıyorlar.

Barışa üzülenler

Barışa üzülenleri herkes kendince bir sınıflamaya tabi tutabilir. Kendi adıma onları iki büyük kısma ayırıyorum: Birincisi, baştan beri Kürt meselesinin çözümümde silahtan ve asayişçi politikalardan başka bir yol tanımayanlardır. Onlara göre, Kürt meselesi özünde bir terör sorunudur: Çözümü de tektir; o da teröristlerin imhası ve/veya onlara baş eğdirilmesidir. Teröristlerin inlerine girilmeli, taş üzerinde taş bırakılmamalı, devletin kudreti onlara her şekilde gösterilmelidir. Bunun haricinde bir yöntem düşünülemez. Temas, diyalog ve müzakere kabul edilemez. Bunlar devleti zaafa uğratır, çözüme değil çözümsüzlüğe hizmet eder.

Bu düşüncenin en keskin savunucusu MHP’dir. MHP, ilk günden itibaren çözüm sürecine doğrudan karşı durdu, bunu bir ihanet süreci olarak niteledi. Ülkede meydana gelen bütün olumsuzluğun altında süreci gördü. Her seçimde süreç karşıtlığının bayraktarlığını yaptı. “Vatan elden gidiyor, ülke bölünüyor” diyerek Türkiye’deki kadim korkuları ayaklandırmaya ve bunun üzerinden oy devşirmeye çabaladı. Nitekim son silahsızlanma çağrısını da MHP “Türkiye’nin imha belgesi olan Sevr Anlaşmasıyla 28 Şubat ihanet metni arasında esasta hiçbir fark yoktur” diyerek tepki koydu.    

 MHP’nin kendini bu denli süreç karşıtı bir noktaya konumlamasının siyaseten açıklanabilir bir tarafı var. Şöyle ki, eğer süreç beklendiği gibi başarıya ulaşırsa MHP’nin üzerinde durduğu siyasi zemin yerle yeksan olacak. Çatışmalar ve ölümler nihayetlendiğinde, MHP’yi var eden koşullar tükenecek. Bu da MHP için yolu sonu demek. MHP ya barışa uygun olarak kendini yeniden üretecek ya da siyasi karışacak. Dolayısıyla MHP’nin tutarlı ve radikal bir şekilde çözüme karşı çıkmasının siyasi bir mantığı var.

Barış tedirginliği

Barıştan tedirginlik duyan ikinci grup ise, bir zamanlar silahla hiçbir çözümün olamayacağını savunan ama şimdilerde PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakma ihtimalinden pek de hoşnutluk duymayanlardır. Bu grupta yer alanlar, yıllarca Kürt meselesinin çözümü için demokratik enstrümanların kullanılması gereğini savundular.  Asayişçi tedbirlerin sorunu çözmek bir yana derinleştirdiğini savundular.  Hükümetlere PKK ile görüşmelerini salık verdiler. Bu manada güvenlikçi politikaların ipliğinin pazara çıkmasına, sorunun çözümünde demokratik zihniyetin güç kazanmasına katkıda bulundular. 

Aslında bugün hükümet, bir dönem onların dillendirdiği önerilere uygun davranıyor. PKK ile görüşüyor, siyasetin belirleyici olacağı bir vasatı oluşturmaya çalışıyor. Dolayısıyla bugün en çok memnun olması gerekenler onlar.  Düşüncelerinin hayat geçirildiğini, sözlerinin para ettiğini görüp bundan mutluk duymalılar. Ama böyle olmuyor tersine rahatsızlık duyuyorlar.

Peki, ama neden? Sanrım en büyük sebep, iktidara olan bakışları. Özellikle Gezi Olaylarından sonra iktidara karşı muazzam bir hazımsızlık sergiliyorlar. AKP’den kurtulmak, dünyanın en mühim meselesi onlar için. AKP’yi hükümetten düşürmek, onların neredeyse tek ve en temel dertleri.

Sadece bu hedefe kitlendikleri için, her gelişmeyi AKP’ye vereceği zarar ve sağlayacağı yarar ekseninde okuyorlar. Barışa bakışları da böyle. Eğer da 30 yıllık savaşın bitmesi AKP’ye fayda verecekse, aman şimdi olmasın havasındalar. AKP’ye karşıtlıkları, barış karşıtlığına dönüşmüş durumda.

Kürt Memet nöbete!

Binbir dereden su getirip silahsızlanma çağrısını itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Kimi “siyasi iktidarın Kürt hareketini kandırdığını” söylüyor. Kimi “Bu, zorda olan AKP’yi kurtarma planıdır” diyor. Kimi “Öcalan’ın Öcalan olmaktan çıktığını ve AKP’nin elinde bir joker kartına dönüştüğünü” yazıyor. Kimi “İç güvenlik yasası tartışılırken bu çağrıyı içime sindiremiyorum” diye feveran ediyor.

Kimi daha sofistike konuşuyor, kimi düşüncesini daha doğrudan dile getiriyor. Ama hepsinin de muradı aynı: AKP’ye karşı Kürtleri sahaya sürmek, AKP’yi duruma işini Kürtlerin sırtına yıkmak, yani Kürt Memet’i hep nöbette tutmak. Silah bırakan bir PKK onların siyasi ihtiraslarına uygun düşmüyor, PKK’nin silahı elde tutmasını istiyorlar. Bunun için savaşan PKK’ye son derece mültefit davranıyor, ama barışan PKK’den hazzetmiyorlar.

Aslı Aydıntaşbaş, hükümet ile HDP’nin ortak basın toplantısından sonra birçok kişinin kendisine “Kürtler bizi sattı mı?” diye sorduğunu yazdı. Şahsen böyle bir soruya muhatap olsam cevap olarak ben de üç soru sorardım:

1. Hakikaten, siz kimsiniz? Kendinizi ne sanıyorsunuz? Kürtleri ne olarak görüyorsunuz?

2. Kürtlere böyle bir soruyu soracak cüreti nereden alıyorsunuz? Sesiniz çok yükseklerden geliyor, Olimpos’ta mı ikamet ediyorsunuz?

3. Otuz yıldır kandan ve ateşten günlerden geçen, rahat yüzü görmemiş Kürtleri “satmak” ile itham etmekten utanmıyor musunuz?

Aydıntaşbaş, bu soru hakkında HDP yetkilisinin düşüncelerini almış. Onun cevabı ise, kulaklara küpe olacak cinsten: 

“Peki, ne istiyor bu insanlar bizden? Bu yapılanın anti-tezi savaşmaktır. Onu mu istiyorlar? Yıllardır bu işin müzakereyle çözülmesini isteyen, silahsız çözümü savunanlar şimdi niye karşı çıkıyor? ‘Sattınız’ söylemi, bizim adımıza savaşın demek.”

Meselenin bam teli tam da burası. Bu cevap, kendilerinin siyasi hevesleri ve idealleri için Kürtlerin savaşmasını bekleyen ve isteyenlerin hayallerini yıkabilir. Ve yıksın da zaten. Kürtler onlar adına savaşmayacak. Kimsenin savaşmasını istemem, ama eğer çok meraklıysalar onlar kendi savaşlarını kendileri versinler.

[email protected]