Ezanı ıslıklamamışlar, yine yanlış anlamışız

M. Taceddin Kutay/ Türk Alman Üniversitesi
12.03.2019

Terbiye ettiği kitlenin karşısına “ben sürtüğüm”, “aileniz batsın” pankartları ile çıkan bir kitleden bahsediyoruz. Böyle şımarık ve sorumsuz, gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmayan bir kitlenin memleketimiz kadınlarının sorunlarına çare olmasını beklemek mümkün mü?


Ezanı ıslıklamamışlar, yine yanlış anlamışız
8 Mart akşamı İstiklal Caddesi’nde yaşanan hadise doğal olarak pek çok kimse tarafından kendince yorumlandı. Kimileri okunan ezan-ı Muhammedi’yi bastırmak isteyen protest bir ses olarak okudu ve buradan eleştirdi. Kimileri ise bunun aslında polise karşı bir reaksiyon olduğunu ve yapılanın ezana karşı bir saygısızlık olmadığını dile getirdi. Elbette müzmin Erdoğan analistlerimiz bunun “Kendisine iyi bir malzeme arayan Erdoğan tarafından suistimal edilen bir durum” olduğunu söylemeden geçmedi. Bu analizler yapılırken, her şeyden evvel hiyerarşik olarak kontrol edilen bir kitle olmadığı unutuldu. Hal böyle olunca caddede toplanan kalabalıktan tek bir reaksiyon, tek bir refleks sadır olacağı düşünüldü. Oysa caddede toplanan kalabalığın bir kontrol edicisinin olmaması, aksine içlerinde pek çok refleks türünün yer alması bizleri niyet okuyuculuğu konusunda sıkıntıya düşürüyor. “Siz böyle yaptınız” dediğimiz demde bir “siz” ile muhatap olmadığımız gibi; “hayır efendim biz aslında şöyle yapmıştık” diyenler de bir “biz” e sahip olmadıkları gerçeğini unutuyorlar. Bu sebeple bu konu hakkında bir şeyler söylerken bir “onlar” dan yola çıkmanın uygun olmadığını düşünüyorum. Ancak söz konusu olan ezansa ve tartışma bir boyuta geldiyse söylenmesi mutlak zaruri olan şeyler olduğu aşikâr. İstiklal Caddesi’ndeki kalabalık içinde bulunanların nasıl niyetler ile mevzubahis gürültüyü çıkardıklarına dair niyet okuması yapmadan bunları söylemeye gayret edelim
 
BU SORULARIN BİR CEVABI YOK
 
Kolektif hafızamıza kazınmış olaylar var. Bu olayları bir şekilde rasyonalize ederek hayatımıza devam ediyor oluşumuz, hadiselerin bizde yarattığı travmaları ortadan kaldırmıyor. O halde soralım: Cadde-i Kebir’de ellerinde “Aile birliği kusmuğa benziyor”, “Allah mısınız aileniz batsın!”,  “Namus mu? Kirletmeden duramam oooh” yazılı pankartlar ile yürüyen ve namussuzlukları ile iftihar eden bir kitleyi gören Türk insanının negatif bir şartlanma içine girmesini gerçekten garipsiyor musunuz? Kendisini “yılın sürtüğü” ilan eden “bayan”ın irtikap ettiği fiile iyi niyetle bakmalarını beklemek Türk insanından çok şey beklemek değil mi? Kendi tanımı ile bu sürtüğün ezan okunurken çaldığı ıslığın, öttürdüğü vuvuzelanın ne olarak okunmasını bekliyordunuz? Bir de üstüne yaşanan bu karmaşayı en negatif yerinden okuyan insanları çırak çıkartarak müfteri ilan etme gayreti içine girişirken hiç mi anlamaya gayret etmiyorsunuz? Sürekli yanlış anlayan tarafı suçlayan, ancak bu insanların hassasiyetlerini hiç önemsemeyen bir insanlar topluluğunun yanlış anlaşılmaktan yana müşteki olmaya hakkı var mıdır? Üstelik kitle arasında “O ezanlar ki şehadetleri dinin temeli ama BENİM yurdumun üstünde ebedi inlemesin artık nolur ya! Resmen ağzıma ağzıma okunuyor her sabah”, “Kapıda oynayan çocuklardan rahatsız olunca kızgın yağ dökem mi üstlerine? Ya da uykumdan uyandıran ezan için camiyi basıp imam mı keseyim?” tivitleri ile müştehir Serra Kadıgil ve kendisine angaje bir grup varken, yaşananı şerre yormak çok mu abes? Önceki tecrübelerimizden yola çıkarak söz konusu kitle içinde ezanı gerçekten ıslıklayacak bir potansiyel olduğunu düşünmek bizi gerçekten kötü niyetli yapar mı? Hakikaten muhafazakar kitlenin hiçbir tarihi tecrübeye dayanmayan bir alınganlıkla, Erdoğan’ın seçim stratejisine hizmet ettiğini, yani alınganlıklarının da yapmacık olduğunu düşünüyor musunuz? 
 
Bu soruları çoğaltmak mümkün ancak hiç birisine sağlıklı cevaplar alamayacağımız bu soruları yanlış anlaşıldıklarını iddia edenlere yöneltmek ancak sağırlar diyaloğunu derinleştirecektir. Bu sebeple sürekli yanlış anlaşılmaktan müştekileri kendi niyetleri ile baş başa bırakalım ve ezan meselesine dönelim
 
NEDEN EZAN? 
 
Teşri, ancak hiyerarşik olmayan bir din olan İslamiyet’i kamusal alanda var kılan şeylerin sayısı Hıristiyanlıkla mukayese edince pek azdır. Zira Hıristiyanlık ruhbanları ve herkese mahsus sembolleri ile kendisini kamusal alanda sürekli görünür kılmaktadır. Buna mukabil İslamiyet kültürel hafızamızın bir parçası olan minareler, şeair nevinden birkaç kıyafet hariç kamusal alanda çok az temsil olanağına sahiptir. Zira İslamiyet hiyerarşik bir din değildir ve ruhbanı yoktur. Ancak Şeriat-i Ahmediye’yi kamusal alanda var kılan en önemli unsur ezandır. Yahya Kemal’e “Ervâh cümleten görür Allahü Ekber'i / Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî” dedirten sır tam olarak budur. Varsın şaşı okuyanlar, sanki yaşayanların ruhu yokmuş gibi, “ervah” ile kastedilenin yalnız ölüler olduğunu düşünsün. Her ruh ezan ile Allahu Ekber sadasına, dolayısıyla davetine muhatap olarak mütemadiyen davet-i ilahiye mazhar olmaktadır. Dileyen bunu pasif bir misyonerlik faaliyeti olarak okur ve hiç de yanlış bir çıkarımda bulunmuş olmaz. Eş zamanlı olarak minarelerden yükselen ve hiçbir şekilde kakafonik olmayan bu gulgule, günde beş vakit şehrin asıl sahiplerinin kimler olduğunu ilan etmenin yanında, İslamiyet’i kamusal alanda var kılmaktadır. Bu sebepledir ki Cumhuriyet devrimlerinin hiç birisi Türkçe ezan kadar büyük bir travma meydana getirmemiştir. Sekülerleştirmek için sekülarize etme ihtiyacı hisseden sekülerleştiriciler ezanı hedef seçtiler ve kendilerince doğru bir şey yaptılar. Zira sekülarize etmek dine ait kamusal varlığı sınırlandırmak demektir. Bu konuda kavramları nasıl kullandığımıza bakmak isteyenlere sevgili İsmail Çağlar ile müşterek yazdığımız “Şeairin Sekülarizasyonu ve Türkçe Ezan” isimli makaleye bakmalarını salık vererek kavramsal tartışmadan tasarruf edelim. 
 
Türk insanının devrimler sırasında yaşadığı travmalar arasında ezan kadar büyüğüne rastlamak mümkün değildir. Zira ezan hariç bütün sekülarize edilen şeylerin yerine bir başka şeyi ikame etmek mümkündür. Caminiz ahıra çevrilirse (Bakmayın “yok öyle bir şey” diyenlere. Onlar kolektif hafızamızla dalga geçiyorlar) namazınızı bir başka mekanda kılarsınız. Kur’an eğitimi veren müesseseler kapatılırsa yer altında bu eğitimi verirsiniz. Siperlikli şapkayı size mecbur ederler ve siz o şapkayı ters çevirerek secdeye getirirsiniz. Bütün bunların bir telafisi mümkündür. Buna mukabil ezan gibi bir ibadetin -ki ezan bir ibadet formudur- yerine ikame edebileceğiniz hiçbir şey yoktur. Dün ezan okunurken Müslüman mahallesi olan semtiniz, bugün ezanın okutulmaması ile artık bir başka hüviyete sahip olmuştur. Tanrı uludur vaveylası hiçbir şekilde ezan olarak adlandırılmayı hak edecek bir sakramental özelliğe sahip değildir. 22 sene özlemi duyulan bu sadanın tekrar memleket semalarında yankılanmasının yarattığı duygusal anaforu dönemi yaşayan büyüklerinden dinlemeyen yaşıtımız yok gibidir. Genç kuşaklara hikaye, biz görgü tanıklarından dinleme şansına sahip olanlara gerçek; ancak hakikat olan şey şudur: Ezan bütün bu yaşananlar sonrası Türk insanının en büyük hassasiyetlerinden birisidir; aynı bayrağımız gibi, namusumuz gibi. Bu kadar haklı ve yoğun bir hassasiyete sahip olunan bir şey karşısında müteenni olmak, haklı bir davası olduğunu iddia eden ve davasından diğer insanları da haberdar etmek isteyen herkesin birinci vazifesidir. Feminist de olsanız vazifenizdir, ateist de olsanız vazifenizdir. Belki ellerinde edepsiz pankartlar taşıyan “yılın sürtükleri”nden kabiliyetlerinin üstünde bir hassasiyet ve nezaket bekliyoruz, ancak hakikat böyledir. 
 
EY FEMİNİSTLER ÇOK İTİCİSİNİZ!
 
Türk insanının ikrah ettiği şeylerden birisi de hiç şüphesiz önüne gelen ideolojinin kendisini terbiye etme çabasıdır. Çocukluğunda “Kadın denmez oğlum ayıptır bayan de” diye fırça yemiş bir kimse olarak 40 yaşında “Bayan diyemezsiniz, kadın diyeceksiniz!” dayatmasına muhatap olmak ne kadar rahatsız edici bir şeydir ifade edemem. Kız da diyemeyecekmişiz kızlarımıza. Onlar kadınmış. Kız diyerek kadınları küçültüyormuşuz. Ayrıştırıcı noktası kadının cinsel organı olan bir kavramsallaştırmayı ne kadar ciddiye alırsınız bilmem, ancak bildiğim bir şey varsa o da kavramların kullanana bağlı olarak anlam kazandığıdır. Kadının ne kadar kıymetli bir yaratık olduğunu, kız çocuklarının bizlere vediatullah olduğunu, bizzat fert olarak her bayanın kıymetli olduğunu kafasının bir köşesine nakşetmeyi beceremediğimiz adamlara “bayan değil kadın diyeceksin” diyerek nereye varacağınızı hesap ettiniz mi? Bir süre sonra kadın demekten de vazgeçmek durumunda kalacaksınız ve toplumu yeniden terbiye etmeye kalkacaksınız. Zira söz konusu görgüsüz herif bu kavramı da kendisine benzetecek. Buna mukabil, kadına namahrem olarak hürmet eden Anadolulu “avrat” demeyi, “karı” demeyi sürdürürken sizin terbiyenizden geçmediği halde –belki de bu sayede- çok daha doğru bir tutum takınmaya devam edecek. Anadolu esnafı için hanım müşterileri “yenge” olacak, “abla” olacak, “bacı” olacak. Belki hanımefendi denmeyecek, ancak her ne denirse densin kapitalist pazarlama stratejilerinin içini boşalttığı “hanımefendi” hitabından çok daha hürmetkar bir şey ifade edilecek. 
 
Bu üsttenci terbiye ediciliğin hiç bir karşılığı olmadığı açık. Dahası bu terbiye edicilik son derece itici bir tutum olarak karşımızda duruyor. İlaveten terbiye ettiği kitlenin karşısına “ben sürtüğüm”, “aileniz batsın” pankartları ile çıkan bir kitleden bahsediyoruz. Böyle şımarık ve sorumsuz, gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmayan bir kitlenin memleketimiz kadınlarının sorunlarına çare olmasını beklemek mümkün mü? Her geçen gün Türk kadınının sırtındaki en büyük kamburlardan birisi haline geliyorsunuz; zira şımarıklığınız sayesinde kadınların sorunlarının herkes tarafından ciddi ciddi konuşulacağı bir zemin tesis edemiyoruz. Üstelik bu vazifemizi, en temel motivasyonu sosyal medyada fenomen olmak olan sorumsuzların eksibisyonizmine feda ediyoruz. Hadi ıslıkladığınız ezan değil polisti diyelim, rahat bırakmadığınız onca değerimizin hepsi bizim ve hepsi namına sizlere öfke duyuyor Türk insanı. Bari bunu anlayın!
 
@Taceddin_Kutay