Ezanla müslüman olanlar ve mealler

Cemal Aydın -Yazar
11.04.2015

Nereye gittiniz, ey ruhları arıtan o ezan


Ezanla müslüman  olanlar ve mealler
Ezanların hoparlörlerle okunmadığı eski İstanbul’da ezan sesi sayesinde Müslüman olanlar olurdu. Şimdilerde ise turistler hoparlör yüzünden kulaklarını tıkıyorlar! Camilerde cemaate hoparlörlerle işkence ediliyor! İnsan sesine ve mabet sükûnetine hasret kaldık! Sayın Diyanet İşleri Başkanı, hoparlör zulmünü durdurun! 
 
Star Açık Görüş”te 7 Mart tarihinde çıkan “İyi bir Kur’ân Mealinin Hazırlanması için Goethe’nin Dirilmesi mi Lazım?” başlıklı yazım, o yazıdan hareketle T24 internet sitesinde çıkan söyleşim hayli yankı uyandırdı. Ardından Haber Türk’te Veyis Ateş ile gerçekleştirilen canlı yayın, mealler konusu ile cami hoparlörleri meselesini ülkemizin gündemine taşıdı.
O yazı, söyleşi ve canlı yayından sonra Türkiye’nin her köşesinden çok sayıda arayan oldu.  Meğer herkesin rahatsızlık duyduğu meseleleri dile getirmişim, o yüzden hiç tenkit almadım, hep tebrik edildim. Fakat dikkatimi çeken hayli ilginç bir şey oldu: Arayanların büyük çoğunluğu, meallerden ziyade, gerek minarelerden, gerekse cami içinden dayanılmaz ölçülerde kulağı tırmalayarak yükselen hoparlör seslerinden şikâyetçiydi. 
 
Şikâyet edenlerin tamamı da, beş vakit namaz kıldıklarını söyleyen insanlardı. Bu kardeşlerimiz, camilerdeki mekanik seslerden bîzar olduklarını, hele Cuma günleri “Şu Cuma namazı bitse de gitsek!” dediklerini söylediler. Görülmemiş bir ses bombardımanına maruz kaldıklarından yakındılar.  
 
Nerede o ezanlar?
 
Yarım asırdır İstanbul’dayım. Eskiden, yani hoparlörlerinin olmadığı ve seneden seneye şerefelerdeki hoparlör sayısının ve sesinin gittikçe artarak ortalığı velveleye vermediği dönemlerde, “Falan caminin yakınındaki otelde kalan bir turist ezan sesini işitmiş, gelip camiye Müslüman olmuş!” haberlerini çok duyardık. Hiç de şaşırmazdık. Çünkü ezanlar bizlerin olduğu kadar, Allah’ın o kullarının da ruhlarını cezbeder, kanatlandırır,  gönüllerimizi ilâhî duygularla yıkardı. İnsan sesiyle okunduğu için işgal İstanbul’unda bile yabancı komutanların arabalarını durdurup ezan dinledikleri anlatılır.
 
Yıllar önce, Paris Güzel Sanatlar Akademisinden birkaç hoca ile birlikte bir öğrenci grubu gelmişti. Kendilerine İstanbul camilerini gezdiriyordum. Bir camiye yaklaştığımızda öyle hoş bir ezan başladı ki bayıldılar. Neredeyse huşu ile dinlemeye koyuldular. Bana anlamını sordular. Ben ezanın mânâlarını söylerken talebeler meraklı gözlerle bakıyorlardı, ama bir iki hanım profesörün bakışlarında (koyu Hıristiyan oldukları belliydi) öyle bir kıskançlık şimşeği vardı ki inanamazsınız! Gözlerindeki o kıskanan bakışları hiç unutamam. Şahit olduğum o ifadeler, fazlası var, eksiği yok şu demekti: “Sizin bu bâtıl dininizin, nasıl olur da bu kadar anlamlı bir ibadet çağrısı olabilir!”
Bundan sekiz on sene önce yine Paris’ten gelen koyu Katolik (Hıristiyan) bir turist grubuyla Kapadokya’da da hem farklı, hem de benzeri bir hâle şahit oldum. Orada maalesef Nevşehir’de merkezde okunan ezan Uçhisar’da minarelerin hoparlörlerinden veriliyordu. Otel yanındaki caminin ortalığı yıkan cızırtılı sesinden illallah demişlerdi. Ezanı hiç duymak istemiyorlardı. 
 
Bir akşam benden İslâm konusunda konuşma istediler. Tam ağzımı açıyordum ki yatsı ezanı başladı. Bereket fazla cızırtı yoktu bu sefer. Kendilerine ezanda neler söylendiğini aktarmayı, ezan bittikten sonra da konuşmaya devam etmeyi teklif ettim. Ezanı onların diline çevirirken çok dikkat ettim, papaz efendi dâhil hepsinin de gözlerinde, daha önce İstanbul’da karşılaştığım o kıskançlığın aynısı vardı.
 
Muhteşem çağrı
 
Ezan, dünya dinleri arasında ibadete çağıran en erişilmez, en yüce ve en mübarek sesleniştir. Muhteşemden de öte olağanüstü ve benzersiz bir davettir. Nitekim İskandinav ülkelerinden birinde ezana müsaade edilince, ezanda ne dendiğini öğrenen ateistler çılgına dönmüşler ve onlar da belediyelerden izin alarak hâşâ “Allah yoktur!” diye bağırıyorlarmış. Kilisenin çanına bir şey demeyenler, ezana karşı bu tepkiyi gösterir olmuşlar. Çünkü ezanın bir mesajı var. İslâm dininin iman esasları ezanla insanlara ilân ediliyor. Çan sesinin ayin vakti geldiğini bildirmekten öte ne mesajı var ki!
 
İşte böylesi mübarek ve ulvî bir ezan, günümüzde bakın ne hâle getirildi! Turistleri gördüm, Eminönü’nde kulaklarını tıkıyorlar, ezan sesini duymayacakları bir yere, Mısır Çarşısı’nın içine kaçışıyorlardı! Benim de zaman zaman bir markete dalıp öylesi bir azaptan kulaklarımı kurtarmaya çalıştığım çok oluyor.
 
Son yıllarda oteller yabancı müşteriler ezan sesinden daha az rahatsız olsunlar diye pencerelerine çift cam yerine, üçlü cam yaptırıyormuş! Camiyle burun buruna bazı bina sahipleri de aynısı yaptırıyormuş! Yazıklar olsun bize! İnsanları böyle mi ısındıracağız İslâm’a? Böyle mi kazanacağız kalpleri? Bu gerçekten utanılası bir durum!
 
Değerli Başkan!
 
Diyanet İşleri Başkanlığı’na sesleniyorum: 
 
Hoparlör meselesi gerçekten dayanılmaz ve katlanılamaz hâle geldi. Şahsen ben ezan okunurken tekrarlanması gereken o sözleri artık tekrarlayamıyorum. Bende huşu ve huzur bırakmıyor o hoparlörler. Her minareye ve hatta minarelerin her şerefesine, çalı parçaları veya kaz ya da martı ölüleri gibi çirkin çirkin dizilen o hoparlörler, hem estetik, hem de ses bakımından sizi de rahatsız etmiyor mu? İstanbul’un o kalem misali minarelerine karşı işlenen bu hoyratlık nedir? Küçük, büyük camilere gittiğinizde, cumaları hoparlörle bangırdatılarak okunan o iç ezanlar, kametler, hutbeler sizin kulaklarınızı acıtmıyor mu?
 
Bütün müftüleri toplayıp cemaate ve halka yapılan bu ilkel hoparlör zulmünü durdurmayı düşünmüyor musunuz? 
Sizden Hallâc-ı Mansur’un ruhî duyarlığına sahip imam ve müezzinler yetiştirmenizi bekleyemeyiz. Fakat hiç değilse onun hassasiyetine imrenecek, keşke ben de yapabilsem diye içinden geçirecek görevliler yetiştirin! Hani, Hallâc-ı Mansur idama götürülürken bir ezan sesi yükselir. Hallâc, “Böyle ezan okunmaz!” diye bağırır. Kendisine “Nasıl okunur?” diye sorarlar. “Ezan, insanı ürpertip kendinden geçirmesi lâzım! Bir taşın üzerinde okunsa, taşın bile Allah korkusuyla erimesi lazım!” cevabını verir ve hemen büyükçe bir taşın üzerine çıkar ve okur. Gerçekten de taş önce yavaş yavaş çatlar, sonrasında tuz buz olur.
 
Değerli başkan, ezanlar bize uhrevî bir hava teneffüs ettirsin! Dindarımız bile bu hoparlör zulmünden şikâyetçiyse, gerisini siz düşünün! Caminin içini yankılı hoparlörlerle dolduran hâllerine ağlanacak görevlileriniz var! İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Bu kadar mı medeniyetten nasipsiz ve estetiğe duyarsız kaldık!
 
Mikrofon kullanma, hoparlörden seslenme, sanki namazın olmazsa olmazları arasına girdi! Bir tek safın bile oluşmadığı küçücük mescitlerde dahi, yakasına mikrofon takan imam, eline mikrofon alan müezzinler var!
 
Sabah namazı kıldırırken namazda okuduklarını, dışarıya taktıkları hoparlörlerle bir sokak ötesine duyurmaya çalışan edep ve erkân yoksunları var! 
 
Sultanahmet ve benzeri selâtin camilerinin görevlileri çok daha dikkatli ve hassas olmalılar. Cuma hutbesini, iç ezanını ve kâmetini bir kilometre uzağa duyuracak şekilde dış hoparlör kullanmamalılar! Kulak tırmalayan hoparlörlerle insanlara ayaküstü İslâm’ı sevdirmezsiniz, aksine nefret ettirirsiniz!
 
Hoparlör şartı mı?
 
Mikrofonun, hoparlörün adam gibi kullanıldığında bid’at-i hasene, bağırtıldığında bid’at-i seyyie olduğunu lütfen öğretin artık imam ve müezzinlere! 
 
Dünya çapında bilim ve teknik adamlarına sahibiz, ses düzenlemesinde lütfen onlardan yararlanalım. İnsanlarımız artık ev alırken yanlış hoparlör kullanımı yüzünden camilerden uzakta evler almaya çalışmasınlar! 
 
Muhterem Başkan, lütfen otoritenizi kullanın! Büyük bir vebal altındasınız. Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel ve son dinine çağıran ezanı hoparlör zulmünden ne olur kurtarın! Mikrofon ve hoparlörün nerede, ne zaman, niçin ve nasıl kullanılması gerektiğini lütfen öğretin!
 
Hoparlörle ortalığı yıkmasınlar! Görevlilerinizin maalesef ezan okumaları, bağırma; vaazları, bağırma; kametleri, bağırma; hutbeleri, bağırma; aşırları, bağırma; ilahîleri bağırma... Hep bağırma, hep bağırma... Bu bağırışlar çok bezdirici oluyor. Camilerde insan sesine hasret kaldık! Kendi öz mabetlerimizde ruhumuza sükûn verecek, gönül dünyamızı derinden etkileyecek seslenişlere hasret kaldık!
 
Emir verin, şu güzelim sabah ezanlarını hoparlörden okumasınlar! Bir insan sesi duyalım! Duyalım ve ruhen coşalım! 
Okullara komşu camilerde, ders saatleri sırasında ezanların insan sesiyle okunmasına dikkat edelim. 
 
Bir de Arap ağzını taklide çalışan ve garip sesler çıkaran gâfiller çıktı. Usûl, erkân bilmeyen bu insanların taklitçilikten vazgeçmeleri için gereken uyarı lütfen yapılsın! O güzelim İstanbul ağzı mahvediliyor! Umrelere, haclara çok gidiş gelişten mi, nedendir bilinmez, bir de Vahhâbileri taklit eden “âminciler” çıktı. İmam Fatiha’yı bitirince yüksek sesle âmin çekiyorlar. Bunun yanlış olduğunu da görevlileriniz yoluyla lütfen duyurun! 
 
Sayın Başkan;
 
Bizler medeniyetimizi kaybettik! Kaybettirdiler! Yabancı medeniyetlerin taklitçisi hâline geldik! Kendi kimlik ve kişiliğimizi yitirdik! 
 
Dünyaya altı yüz yıldan fazla insanlık dersi veren atalarımız nerede, biz neredeyiz! Bir zamanlar biz kimdik? İsmail Hâmi Dânişmend’in Garp Membalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı’nı (Batı Kaynaklarına Göre Eski Türk Karakter ve Ahlâkı’nı) lütfen görevlilerinize mecbur edip okutun! Okusunlar da, İslâmî edep ve ahlâk nedir öğrensinler! Şehirleşsinler artık! O kitapta birçok Batılı seyyah, “Çarşıda, pazarda esnafın bağrıştığını duymazsınız! Türkler bizim Batılılar gibi sokaklarda bağırıp çağırmaz! Mabetlerse huzur ve sükûn yeridir!” diye yazar. Övülerek ve imrenilerek daha nice medenî ve insanî davranışlarımız anlatılır o eserde.
 
Biz dünya tarihinde hiçbir ülkede dikilmemiş ve dikilmesi de artık imkânsız görülen “Sadaka Taşlarını” diken bir milletin evlâdı, dünyanın en medenî milletler topluluğunu oluşturan Osmanlıların torunlarıyız! Batılılara “Sizin medeniyetiniz sadaka taşları dikememiştir ve asla dikemeyecektir!” diye hep iftiharla söylemişimdir. O kaybettiğimiz medeniyeti, bizler istersek belli ölçüde geri getirebiliriz! Bundan kesinlikle eminim! Bu işe de en başta din görevlileri ön ayak olmalıdır. İyi bir eğitime, görgüye, edep ve erkâna tâbi tutulduklarında, çok kısa zamanda zarif insanlar hâline geleceklerdir onlar. 
Bu seferberliği lütfen başlatın, ardından da hutbelerin en mükemmel şekilde hazırlanması için talimat verin. Hutbelerin yüzde sekseni kuru bir edebiyattan öte pek bir mesaj içermiyor! İnsanlara son derece ufuk açıcı ve camiye gelene “İşte bunu yapmalıyım veya böyle davranmalıyım!” duygusunu verecek hutbeler, ehil kişilere hazırlattırılabilir. Teşkilâtınızın kadrosu buna müsait.
 
Bu medenîleştirici ilk adımı atan lütfen siz olun! Göreceksiniz, çok kısa zamanda hiç beklenmedik mesafe kat edeceğiz!
 
Aslında ben Mustafa Öztürk’ün 28 Mart’ta bu sayfalarda çıkan yazısına cevap verecektim! Fakat bu mesele çok önemliydi. Gelecek yazıya inşallah!