Felsefe okuyan, psikoloji izleyen, yarışma seven biz Türkler

Ercan Yıldırım/ Yazar
5.12.2020

Köken arayışı, ilk toplum kurgusuna yeniden dönme, ilk Türk'ün ortaya çıkışını takip etme; Viking mitolojisinden Aryen efsanelerine, Nuh Peygamber ya da Cengiz'i ilk görme kaygısına, köken merkezli her tür biyolojik, felsefi, tarihi yoruma yönlendirir. İnsanın, Türklerin, Avrupa'nın, toplumların “kısa tarih”lerinin okuması bir anlamda zincirdeki “kopan halka”yı ikame edip ideale yaklaşmayla ilgili.


Felsefe okuyan, psikoloji izleyen, yarışma seven biz Türkler

Son yıllarda felsefe, düşünce tarihi, felsefe tarihi, insan ve doğanın menşeini araştıran bilim, kısmen antropoloji bol miktarda psikoloji kitapları yaygınlık kazanmaya başladı. Kabul etmek gerekir ki felsefe dediğimizde aforizmaya yaslanan, popüler siyasi söylemlere ve kişisel gelişim mantığına uygun kısa yazılardan müteşekkil denemeler, kısa ve özet felsefe tarihleri, menşe, saflık ve köken içeren mitoloji, biyoloji ve antropoloji yaklaşımlarıyla örtüşen felsefe parçaları daha önde… Bunlara postmodern gevşeklikle örülmüş metodoloji ürünlerini de ekleyebiliriz. Zamanın ruhuna uygun bu özet, yüzeysel, farklı disiplinlerle harmanlanmış denemelerin yanında Yunan felsefesinden başlayarak filozofların eserlerinin yeni tercümeleri, ciddi 20. yüzyıl felsefe kitapları, mukayeseli incelemeler de duraksamadan yayımlanıyor.

Felsefe neredeyse yayımcılık manasında altın çağını yaşıyor. Çünkü sadece kitaplar değil felsefe merkezli dergiler, akademik yayınlar, dijital platformlarda felsefe dersleri, konferanslar, süreli yayınlarda felsefe ve filozof dosyaları da son sürat devam ediyor. Popüler felsefe ve psikoloji yayımı kadar akademik ve kaliteli eser de okurla buluşuyor.

Televizyondaki toplum

Felsefe ve psikoloji yayınlarının dışında Türk toplumu son yıllarda psikoloji ağırlıklı diziler ve televizyon programlarına da yöneldi… Buna 90’lardan beri süregelen “reality şov”ları, gerçeğin kaba gösterisini, öldürme-evlenme-kaçırılma yayınlarını, yarışma programlarını da eklemeliyiz… Evet, televizyon eğlencedir; insanlar zihinleri dağılsın diye ellerinde çekirdekle, basit şeylere gülmek, hoşça vakit geçirmek ister, zahmetsiz, kafa konforunu bozmayan, vandal kahkahaları atmaktan hoşlanır.

Bu meselenin bir yüzü, fakat en sığ, izahı en kolay tarafı…

Gündüz kuşağının içinde denklemleri bulunan, ihtiraslı, saldırgan, acı hikayeler, çokça yalan, gizem ve Freudyen ögeler barındıran insan hikayelerinin, hesaplaşmalarla örülü hayatların, psikoloji dizilerinin, yarışmaların “düşünme”yi çok da ertelediği söylenemez; tam tersi özdeşleşme ve empati yapan her izleyici, kendini taraflardan biri haline getirerek “ben olsam ne yapardım” sorusunun peşinden gider. Psikoloji yapımları, yarışmalar benzer saiklerle, Türk toplum yapısının bir gereği biçiminde ortaya çıkarken felsefe yönelimi, mitoloji ve kökene dair tarih yayınları siyasi konjonktürle bağlantılı gelişir. Her halükarda Türkiye’de siyasal alan, millet hayatı, tarihi gelişimle felsefenin, psikolojinin, yarışma programlarının çok yakın ilişkisi var.

Felsefenin eko-politiği

Yürümenin, yeme içmenin, kaçış eksenli doğa yaklaşımlarının anlatıldığı kitapların konformist, neoliberal kültüre eklemlenen yapısı nedeniyle tam manasıyla felsefe sınıfına girmeyeceğini dile getirerek içinde bulunduğumuz küresel kültürün, siyasal alanın, varoluş ekseninin insanları felsefeye, bilime, antropoloji ve mitolojiye yönelttiğini söylemek gerek. Dünyada 2000’lerden itibaren başlayan küresel para bolluğunun yol açtığı konforun 2010’lardan sonra krizlere evrilmesi, kazanımların kaybedileceği endişesi, yeni bir yoksulluk dalgasının geleceği kaygısı, yıkımlar… maddi varoluş düzeyinin getirdiği kültürel kendiliğin, özne bilincinin, çok kültürlü hayat tarzının giderek yerini otorite, güçlü devlet, disiplin, mülteci ve yabancı tehlikesine, ulusçuluğa bırakması anlam kaybını getirdi.

İnsanlar anlamı, anlamlandırmayı, meşruiyet ve mensubiyet ölçülü varoluş düzeyini yitirdi. Siyasi manada daralma, ülkelerin iktisadi krizlerine bağlı söylem sertleşmesine gitmesi insanların varoluşsal ikilemlerde kalmasına neden oldu. İnsan doğası bütünüyle “hayatta kalma”ya ayarlıdır. Kişi önce kendini sonra ailesi ve topluluğunu korumaya alırken, hayatta kalma adına yücelttiği değerleri yok sayabilir. Avrupa’nın, Batı’nın yaşadığı krizin başında emperyalist demokratik söylemin mülteci, yabancı ve İslam tehlikesi nedeniyle zora düşmesi, faşist indirgemeciliğin ciddi bir araç haline dönüşmesi gelir.

Batı’daki hatta küresel sahadaki varoluş krizinin, anlamlandırma sıkıntısının Türkiye’den berî kalacağını düşünmek imkansız elbette. Sol-liberal, seküler-laik kesimler 2000’lerden sonra iktidar kaybı nedeniyle ciddi arayış içine girmiş, varoluş sıkıntısını farklı platformlarda gidermeye, yeni siyasal alan inşasıyla örtmeye geçmişti. Milli ve yerli çevreler ise zaten Türkiye’deki statükonun, Tek Parti ve 28 Şubat zihniyetinin “her an” yeniden başa geçeceği endişesini taşıyordu; üstüne Gezi-15 Temmuz-Hendek olaylarıyla beka kaygısını çok daha ciddi yaşamaya başladı.Bu süreçte klasik komünizm, liberal izahlar, sosyal demokrasi, İslamcılık hatta ulusçu-mitçi milliyeçilik insanlara “bilinç-irade-anlam” dünyası, aktif nihilizmi aşabilecek değer yüklemesi yapamadı. İktisadi kriz, laik-sol kesimdeki sürekli yenilginin, milli ve yerli çevrelerdeki statükonun geri dönüşünün yol vereceği kazanımları kaybetme endişesi, siyasal alanın “beka kaygısı”na, dost-düşman, ben-sen dikotomisine kilitlenmesine neden oldu. Bu sıkışma, alternatif geliştirememe yeni meşruiyet ve anlamlandırma kanalı arayışına götürdü.

Köken arayışı

“Niçin felsefe okuyoruz?” sorusu iktisadi, ideolojik, siyasi yönelimlerle birebir bağlantılı… İdeolojiler, geçmiş deneyimler, bir dönemin hazır kalıp projelerin iflas etmesi, yeni sorunlara çözüm olamaması; tüketim odaklı konforu domine edecek yeni iktisadi modellerin çıkmaması; iktidarın toplumsal ve siyasi dönüşüm getirmemesi, muhalefetin iktidar yapacak yeni söylemler üretememesi; tüketim toplumunun, nesnelere sahip olmanın varoluşa yetmemesi insanları “başa dönme”, köklere müracaat, köken arama, kaynaklara yönelme, en azından 1980 sonrası tecrübelerden arınmış temel referanslardan yeni bir yaklaşım geliştirme çabasına sevk ederken felsefe, mitolojik tarih, psikoloji okumalarını yoğunlaştırdı.

Nostaljiye bağlı geri dönüşler dönem dönem kendini belli eder, geçmiş çoğunca “saflık”la özdeşleştirilir. Kirlenme ve arınma sistem karşısında acziyetin, feda edilen değerlerin yazıklanmasının kefareti olarak zaman zaman nükseder. Günümüzde genel geçer söylemden yeni bir inşa gerçekleştirememe, üstüne üstlük ilkelerin ve değerlerin dünyevi olan karşısında yenilmesi kendini kirlenme kavramında gösterir. Arınma da elbette zamanın suyuyla yıkanarak sağlanmaz; geçmişin arı duru safiyetiyle mümkün olabilir. Bu amaçla biraz da Noval Yoah Hariri’de kendini gösteren ilk tohumun atılmasından, mağara döneminden başlama öne çıkar. Köken arayışı, ilk toplum kurgusuna yeniden dönme, ilk Türk’ün ortaya çıkışını takip etme; Viking mitolojisinden Aryen efsanelerine, Nuh Peygamber ya da Cengiz’i ilk görme kaygısına, köken merkezli her tür biyolojik, felsefi, tarihi yoruma yönlendirir. Mesela Anadolu’da Hristiyan ve Yahudilerin hatıratlarına başvuru da benzer yönelimin sonucu.İnsanın, Türklerin, Avrupa’nın, toplumların “kısa tarih”lerinin okuması bir anlamda zincirdeki “kopan halka”yı ikame edip ideale yaklaşmayla ilgili. Bu halkanın ikamesinde İslami kesim bile dini olanı ön plana çekemedi, deizm güçlenip meselelerin hallinde İslami olanı esas kılma yüzgeri edildiği için, Türk mitolojisindeki figürler bile makbul hale geldi.

2000’lerin ilk on yılında görece refah seviyesine bağlı kariyer hesapları kişisel gelişimi güçlendirmişti. Kendilik bilgisi ve özne arayışı “neoliberal yırtma” ile birleşince kendini geliştirme kariyerizmi felsefeye eklemlendi. 2008 krizinin yansımaları, iktisadi çıkmaz ve alternatifsizlik kanaati, iklim-çevre-yaşanabilir doğanın yok olması, savaş-terör-çatışma-darbe ve istisna durumlarının uzun sürmesi anlam kaybını, aktif nihilizmi koyulttu. Değişim arayışı, dünyanın kodlarını öğrenme, zamanın araçlarını kullanarak zaman dışına çıkma, siyaset yoğun gündemden soğrulma, bel bağlanan şahsiyetlerin-kültlerin-grup ve cemaatlerin yarattığı hayal kırıklıkları “gerçek”ten kaçışı, “hakikat arayışı”nı getirdi. Sıfırdan başlama, yeni bir özne çıkarma, yeni karizma ve kültler inşa etme, kök-köken arayışına, modernize mitlere, yeni tür mesihçiliğe, üstün insan özlemine yöneltti.

Psikolojinin yükselişi

Suçu bir başkasına yüklemeye, kendindekini başka bir tarafa yöneltmeye, yansıtmaya meyyaldir insan. Son yıllardaki psikoloji yayınlarının, programların, dizilerin artışında da yine sorumluluğu kendi üstünden atma saikinin etkisi yüksek. Geçmiş, psikolojinin kökenidir; Freudyen manada çocukluk ve ona etki eden ilk halka yani aile sorunların kökenini oluşturur. Zaten psikoloji dizilerinde ve yayınlarda da özellikle Türk toplumu ve geleneksellik sözkonusu olduğunda öncelikle din, geleneksel yaşam ipe çekilir. Bilinçsiz, hurafelerle dolu aile efradı ve umumiyetle baba ve çaresizliği yüzünden olan bitene göz yuman anne, ataerkil toplum yapısı bireylerin gelecekteki hayatını adeta karartır. Sorunlarla başa çıkamayan günümüz insanı, anlam ve varoluş krizini biraz da bu dizilerdeki sahnelerde, uzman psikologların anlatılarında bulurlar.

Kendini haklılaştırma, meselelerin esbabını kendinden uzaklaştırma saiki sokaktaki insanın, ev hanımlarının bile psikolojiye ilgisini artırıyor; bilinci devre dışı bırakan, iradeyi ortadan kaldıran haliyle sorumluluğu en alta indiren bu yaklaşım tarzı kafa konforunu olabildiğince yükseltiyor. Başkalarını gözetleme, nice kötü hikayeyi izleyerek “haline şükretme”, “beterin beteri”nden sakınma, “iyi ki ben değilim” çıkarımına ulaşma, şükretme ve kabullenme, çoğu karakterde, olayda kendini bulma ruhiyata dair televizyon yayınlarını gözde kıldı. Kendini kolay kolay ifade edemeyen bir milletiz; basit bir sorunu ya vurup kırarak hallediyor ya ağır bir yükü içine atarak geçiştirmeye çalışıyoruz.

Hayatın bütünündeki şefkat-şehvet-şiddet döngüsünde modernizmin gündelik hayat baskısına karşı inançlarımıza, geleneksel düşünme biçimimize yatkınlığımızdan dengeyi bulamıyoruz. Kaçma, geçmişe, mesiyanik bir güce sığınma insan doğasında yer ettiği gibi toplumsal kodlarımızda daha çok görünmeye başlıyor.

Anlam ve varoluş krizine şimdilerde güven sorunu da eklendi… Psikolojinin ağırlık kazandığı yapımlarda hemen herkesin dışarıdan göründüğü gibi çıkmaması, iyi portresinin altında, yaşadığı “öteki hayatı”nda “arıza”ların bulunması gündelik hayatta da güvensizliği artırıyor. İnsanın Heideggeryen manada “ilişkiselliği”yle vardır, karşıtlıklarla insan oluruz. Halbuki son yıllarda bu ilişkisellik yerini tekdüze, dikte edici, tek taraflı söylevlere bırakıyor; kök, köken, saflık, güç istenci arayışı, suçu geçmişe-aileye-başka’sına atma tutumu gittikçe yaygınlaşıyor, temelleniyor.Bu tutumumuz elbette televizyon yapımları kadar yarışmalarda da daha çok kendini gösteriyor. Gelin, yemek, moda, ses, bilgi gibi her tür yarışma programında sataşma, entrika, “stratejik davranma”, beğenisini göstermekten kaçınma, iticilik insanın özündekini daha şedit ortaya dökmesini, zamanın ruhuna uygun biçimde “kazanmak için her şey mubah” anlayışının da sonucu.

Varoluş korkusu

Dizilerde, romanlarda, yarışmalarda olmak istediğimiz kişilere, benimsediğimiz tavırlara, onayladığımız hadiselere karşı mutlak karşıtlık da kuruyor, kutbun bir tarafına yerleşiveriyoruz. Türk toplumu cedelci, tartışmayı, zıtlığı, sebepsiz nefret etmeyi, “gıcık olduğu için” karşı gelmeyi seviyor; çatışmacı, kutuplaşmacı, tarafgir, sivriliği tutan yapımız var. Bu hatayı kabul etmeyen kişiliğimizden ileri geliyor, hep bir başkasını suçlayarak yaşıyoruz. Kendimizde hatayı bulmak neredeyse imkansız, bir büyüğümüz bize yanlışımızı söylediğinde bunu kabullenene kadar etimizden sanki lime lime parça koparıyorlar gibi oluruz. Kabullenmektense geçmişe dönmeyi, suçlamayı, yansıtmayı, resetlenmeyi tercih ederiz. İçinde bulunduğumuz varoluş ve anlam krizinde köklere, kökene, safiyete yönelme biraz da merkez kaybından kaynaklanıyor. Bir yere ait görünse bile toplum ve birey aidiyet bağlarının meşruluğunu artık canı gönülden sahiplenemiyor.

Çıkmaz, çözümsüzlük, daralma, girdap, cendere bizi yeni bir yer, yeni bir düşünce, yeni bir merkez arayışına itiyor ama öne çıkmak, sorumluluk almak, göz önünde bulunmak da istemiyor; açıkçası anlamdan da yeni bir oluştan da korkuyor, kaçıyoruz.

[email protected]