Ferdi Tayfur’un ‘Derbeder’inden Avrupa Birliği’ne

BİLAL MACİT AK Parti İstanbul Milletvekili
9.02.2013

AB’nin Türkiye hikayesi Ferdi Tayfur’un meşhur filmi “Derbeder”deki hikayeye benzer. Bugün birliğe üyelik konusunda Türkiye’nin acelesi varsa, AB’nin çok daha fazla var. Türkiye, imtiyazlı ortaklık basiretsizliğinden, üye ülkelerin ucuz iç politikalarına takılıp kalmaktan, kısacası bu kibirli tavırdan bıktı.


Ferdi Tayfur’un ‘Derbeder’inden Avrupa Birliği’ne

Ferdi Tayfur’un meşhur filmi “Derbeder”i VHS çağını yakalamış olanlardan izlemeyen yoktur. Tarlada ırgat olarak çalışan, fakir ancak onurlu köylü çocuğu Ferdi ile şehirde yaşayan zengin Abbas Ağa’nın kızı İpek’in mutsuz biten aşk hikâyesidir.

Ferdi para kazanıp ırgatlıktan kurtulmak, ailesine de daha iyi bir hayat yaşatmak ve en önemlisi İpek’e yakın olabilmek için şehre gitmeye karar verir. Güvendiği isimse baba dostu gördüğü Abbas Ağa’dır. Ferdi umutları ve aşkı için yollara düşer ve Abbas Ağa’nın Adana’daki çiftliğine varır. Eski ahbaplarının onu bağırlarına basacağını düşünmektedir ancak hiç de beklediği gibi olmaz. Köprünün altından çok sular akmıştır. Zenginlikten başı dönmüş hala, kentli arkadaşlarıyla konken oynarken Ferdi’yi karşısında bulur. Ferdi’yi tanımamazlıktan gelir. ‘Çam sakızı çoban armağanı’ diyerek köyden getirdiği hediyeleriyle birlikte onu köşkten attırır.

Ferdi köyünden gemileri yakarak çıkmıştır. Geri dönemez. Gördüğü bu kötü muameleden yılmaz. Abbas Ağa’nın yolunu bekler ve iş istediğini söyler. Abbas Ağa “Atıma bakacaksın, ahırda yatar kalkarsın tam sana göre bir iş” der. Ferdi, ağanın atının uşağı olmuştur. Derin hayal kırıklığı ve çaresizlik arasında ezilir ancak işi kabul eder. Saman balyalarından ibaret odasını İpek’i görme hayalleri saraya çevirmektedir.

Bir gün Abbas Ağa İpek’in doğum günü olduğunu ve akşam mutlaka Ferdi’nin köşke gelmesi gerektiğini söyler. Ferdi giyinir, elinde çiçek ve bir hediye ile köşke gelir. Ancak Abbas Ağa kutlamaya katılması için değil, evdekilere hizmet etmesi için Ferdi’yi çağırmıştır ve geç kaldığı için de azarlar. Ferdi’nin heyecanı bir anda hüzne dönüşür. İpek de bu manzara karşısında üzülür. Doğum günü pastasının ilk dilimini ahıra, Ferdi’ye götürür. Ferdi İpek’in bu saf sevgisinden ümitlenir. Babasını köyden çağırır ve İpek’i babası Abbas Ağa’dan istemeye razı eder. Köylü parçalarının kızına talip olmalarına hiddetlenen Abbas Ağa “Neyinize güvendiniz, ben koskoca Şahinoğlu’yum” diye kükrer ve aileyi kovar. O zamana kadar her türlü aşağılanmaya katlanan Ferdi, ailesine yapılan bu hakareti kendine yediremez ve daha büyük şehre yani İstanbul’a gitmeye karar verir. En büyük hedefi çok para kazanıp Abbas Ağayı yaptıklarına pişman etmek ve İpek’i telli duvaklı beyaz gelinlikle baba ocağından almaktır.

Abbas Ağa’nın damat adayı Ferdi’nin de arkadaşı olan Tarık’tır. Tarık sorumsuzun, tembelin, bencilin tekidir. Ancak Tarık aynı zamanda zengindir, şehirlidir kısacası onlar gibidir. Abbas Ağa için ideal damat adayıdır. Kızını Tarık ile evlendirir.

Acı sonla biten hikaye

Ferdi İstanbul’da gazinolarda şarkı söylemeye başlamıştır. “İnsan olan insana böyle mi yapar” şarkısıyla plak listelerinde ilk 3’e girer, Almanya ve Belçika’dan konser teklifleri alır. Ferdi bir yandan zenginleşirken bir yandan da listelerde liderliği zorlamaya başlar. Abbas Ağa’nın damadı Tarık ise kötü alışkanlıklarıyla ve ailesini ihmal eden yaşam tarzıyla ve de kumara düşkünlüğüyle bütün serveti tüketerek Abbas Ağa’yı çiftliğini satmak zorunda bırakacağı bir borç batağına sürükler. Sonunda Abbas Ağa’nın çiftliğine evlerini 7 gün içerisinde boşaltmaları gerektiğini bildiren bir uyarı yazısı gelir. Borçlar ödenemediği için çiftlik satılığa çıkartılmıştır.

Ferdi, bir zamanlar at uşağı olduğu, küçük düşürülerek kovulduğu çiftliğe bu sefer çiftliğin yeni sahibi olarak geri döner. “Ben o üstü toprak kokan akrabanızım evet, bu kez kapınıza gelmedim, evime geldim” der. Ferdi öfkeli olsa da hakkaniyetlidir “Acı da olsa ekmeğini yedim bey, izin ver borcumu ödeyeyim” diyerek evin borç senetlerini Abbas Ağa’ya geri verir. Ferdi gider bu diyarlardan, vurur kendini Kilyos sahillerine. İpek’te hayatına son vermek için aynı sahili seçmiştir, Ferdi’nin gözleri önünde kendini uçurumdan atar ve aşk hikâyesi acı sonla biter.

Hikâye çok tanıdık, yalnızca filmi defalarca izlediğiniz için değil, aslında yıllarca bu filmi yaşadığımız, bu filmin birer kahramanı olduğumuz için. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma hikâyesi bir bakıma Ferdi’nin hikâyesidir.

Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959 yılında başvurduğunda tarıma dayalı üretimin başlıca geçim kaynağı olduğu, dolayısıyla toplumun büyük kısmının köylerde yaşadığı bir ülkeydi. Bu dönemde Türkiye’nin ihracatı 321 milyon dolar, GSMH si 15,5 milyar dolar, kişi başına düşen milli gelir ise yalnızca 580 dolardı. Ülke ekonomisinin zayıf olmasının yanı sıra demokrasi de gelişmemiş ve modernleşmenin ancak askeri vesayet altında yakalanabileceği düşünülmüştü. Bu koşullar altında 1960 yılında ilk darbenin gelmesi de gecikmedi.

‘Acı vatan’da ‘hizmetçi’ olmak

Türkiye, topluluğa üye olmadan, 1961 senesinde, yani darbenin hemen ertesinde göç yoluyla Avrupa’ya girmeye başladı. Binlerce vatandaşımız daha konforlu bir hayata sahip olabilmek, ailelerine daha güzel yaşam koşulları sunabilmek kısacası hayallerindeki amaçlara kavuşabilmek için trenlerle başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine gitti. Avrupa’ya göç eden vatandaşlarımızı, gurbet acısı yanı sıra, en temel insani haklardan dahi yoksun kötü şartlar bekliyordu. Böylelikle, Avrupa vatandaşlarının yapmak istemeyeceği işlerde, düşük ücretlerle çalışma hayatına başladılar. Topluluğun üye ülke vatandaşları gibi eşit insanlar olarak değil de, tıpkı Ferdi’nin, İpek’in doğum günü partisine garson olarak çağırılması gibi hizmetçi olarak kabul gördüler. Kastedilen belki de şuydu: Evet, Türkiye’ye haksızlıklar yapılabilirdi, ancak müstakbel damat, pardon aday, rıza göstermeli ve beklemeliydi.

Avrupa toplulukları, zamanla, yeni üyelerin katılımıyla 27 üye ülkeden oluşan bir birlik halini aldı. Türkiye bu 27 üye ülke arasına, çeşitli sebepler öne sürülerek bir türlü giremezken, Yunanistan, Bulgaristan Romanya gibi, onun ile aynı standartlara sahip hatta onun gerisinde kalmış, ancak kültürel olarak birliğe yakın görülen birçok ülke, birliğin üyeleri arasına girmeyi başardı.

Ne oldum deme Avrupa

Ancak bu ülkeler, AB’nin kendilerine verdiği kaynakları, kredileri ve hibeleri hoyratça harcadılar. Yalnızca AB’yi değil tüm dünyayı sahte devlet rakamlarıyla kandırdılar. Bugün ise Avrupa Birliği, tarihinin görmüş olduğu en büyük ekonomik bunalımı yaşıyor. Birliğin 2011 ortalama büyüme oranı yüzde 1,5’lerde kalırken, kamu maliye dengeleri de altüst olmuş durumda. Üye olmak için ekonomi alanında yakalanması gereken Maastrict kriterlerini yakalayan üye ülke sayısı ise sınırlı. Gelinen noktada kimi üye ülkeler batmakla karşı karşıyalar. Seçilmişler, yerlerini atanmışlara, teknokrat hükümetlere bırakmaya başlarken bir yandan da Euro’nun, AB’nin geleceğinin ne olacağı, bu işin sonunun nereye varacağı tartışılmaya başlandı.

Biz yine filmimize geri dönelim: Filmde, Ferdi’nin babası zaman zaman şu sözü tekrarlar: “Bir insan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.” Bu bağlamda, dünya, yeni dönemde daha da hızlanan bir değişim ve dönüşüm süreci içerisine girmiş bulunuyor. Küreselleşme, ekonominin sınır ve imkânlarını genişletti ve demokrasi, evrensel bir doktrin olarak algılanarak, iyice oturmaya başladı.  Avrupa’nın yaşadığı siyasi ve ekonomik krize rağmen, Türkiye ekonomik ve siyasal alanda hızla büyümeye ve gelişmeye devam ediyor. Ülke ekonomisi, 2011 üçüncü çeyreğinde yüzde 8,5 büyüme oranıyla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu, dünya ölçeğinde ise Çin’den sonra ikinci sırayı almayı başardı. Milli gelir kategorisine gelince, Türkiye, milli gelirini 2011 yılında 793 milyar dolara yükselterek, dünyanın 16. büyük ekonomisi olmayı başardı. Bu sonucun elde edilmesinde, bürokratik oligarşinin, askeri vesayetin gücünün kırılmasının, parlamentonun ve seçilmişlerin itibarının arttırılmasının katkısı kuşkusuz büyük oldu.

AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var

Diğer yandan, Avrupa Birliği’nin, bünyesine yeni ülkeleri dâhil etmesi kültürel çeşitliliği arttırdığı anlamına gelmemeli. Birlik, farklı olanları veya olanı, kendi kültür alanına dâhil etmediği sürece medeniyet duruşu değişmez ve birliğin ürettiği politikalar sınırlı bir coğrafyayla sınırlı kalmaya mahkûm olur. Ancak Türkiye üyeliği AB içerisinde kültürel çoğunluğu sağlayabilir ve bundan hareketle farklı bir medeniyet duruşu sergilenebilir. Yine böyle bir katılımla, Türkiye, demokrasinin, özgürlüklerin ve AB değerlerinin çok daha geniş coğrafyalara, dünyaya yayılmasını sağlayabilir. Demokrasisi, özgürlükler ve ekonomi alanındaki büyük atılımları, çevre bölgelerdeki saygınlığı ve de farklı kültürüyle Türkiye; aşırı sağ partilerin, ırkçı hareketlerin yükselişini şaşkınlıkla izleyen, kendisine gelecek ve bir vizyon çizmekte zorlanan Avrupa Birliğine bir çözüm olabilir. Türkiye için ise AB, ihracatının yüzde 50’si, ülkeye giren yabancı sermayenin yüzde 80’i, teknoloji, innovasyon, dünyanın en iyi üniversiteleri, oyuncaktan gıdaya kadar birçok sektörde iyileştirilmiş standartlar demek. Bu yüzden AB üyeliği önemli ve yine bu yüzden AB dağılmamalı. Bunun için de Türkiye’nin üyeliği son derece önemli. Eğer, birliğe üyelik konusunda Türkiye’nin acelesi varsa, AB’nin çok daha fazla var. Türkiye, imtiyazlı ortaklık basiretsizliğinden, demokrasiden nasibini almamış ‘ya benim dediğimi yap ya da sus’ söyleminden, üye ülkelerin ucuz iç politikalarına takılıp kalmaktan, kısacası bu kibirli tavırdan bıktı. Bugün tartışma, artık, Türkiye’nin şartları yerine getirip getirmediği değil, AB’nin buna hazır olup olmadığı üzerinden yapılıyor.

Filmdeki bir sahneyle bitirelim:

 “İcra öncesi son 7 gün.”

[email protected]