Fevkalade zamanlar fevkalade tedbirler gerektirir

Orhan Paşazade / Tarihçi-Yazar
29.04.2017

Karar alamayan, aldığı kararları uygulama imkânı bulamayan, alınan kararların bozulma ihtimaliyle tavizkar bir tutum sergileyen yürütmenin çok ciddi zorluklarla karşılaşacağını uzun yıllar boyunca tecrübe eden Türkiye/Türk Milleti, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile hızlı karar verme ve bu kararları etkin biçimde uygulayabilme kabiliyetine sahip olmuştur.


Fevkalade zamanlar fevkalade tedbirler gerektirir

Küresel Güç Merkezleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki bloklu dünya düzeninin uzun süre devam edemeyeceğini erkenden fark etti. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ve kapitalizmin komünizm karşısında zaferini ilan etmesiyle, ABD medyası tarafından reklamı yapılan “Yeni Dünya Düzeni” için kartlar yeniden karılmaya başlandı. Amerikalı yazar F. Fukuyama, 1992 yılında yayınlanan Tarihin Sonu ve Son İnsan isimli eserinde, “Komünizm tehdidinin bertaraf edilmesi, liberal demokrasi ve serbest pazar ekonomisi ile özdeşleşen Batı medeniyetinin kazandığı büyük bir zaferdir ve artık yeni arayışlara gerek yoktur” diye yazdı. Bir başka Amerikalı yazar S. Huntington ise 1993 yılında yayınlanan Medeniyetler Çatışması isimli eserinde katı ideolojilerin dünya siyasetini artık terk ettiğini, uluslararası ilişkilere bundan böyle medeniyetlerin yön vereceğini iddia etti.  S. Hunting-ton, “Yeni Dünya, ideolojik ve ekonomik kaynaklı mücadelelere değil, kültürel mücadelelere sahne olacak. Milli devletler yine hadiselerin kaynağın-da yer alacak ama asıl küresel mücadele, farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında yaşanacak. Medeniyetlerin sınırlarını belirleyen kanlı fay hatları, geleceğin esas muharebe hatlarını teşkil edecek” diyordu.  Huntington ayrıca; siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda tek belirleyici ko-numda gördüğü Batı medeniyetine karşı meydana gelebilecek başkaldırılar için stratejiler geliştirilmesi tavsiyesinde de bulunuyordu.

Haksız politika-haklı tepki

İlerleyen yıllar içerisinde; Batı medeniyetinin dünyanın tamamı üzerinde siyasi, ekonomik ve kültürel hegemonyasını pekiştirmesi ve bu süreçte diğer kültürleri tüketiyor olması çeşitli tepkilerin doğmasına sebep oldu. Küresel güç merkezlerini en çok tedirgin eden tepkiler ise iktisaden daha hazır durumda bulunan Çin veya Hindistan’dan değil; birbirinden bağımsız da olsa İslam Dünyası’ndan gelmeye başladı. İslam Dünyası, Batı’nın ekseriyetle karmaşık usuller kullanarak yapmaya çalıştığı kültür emperyalizmini kendisine karşı yeni bir işgal teşebbüsü olarak algıladı ve İslam’ı merkeze alan siyasi, ekonomik ve kültürel projeler geliştirmeye başladı. ABD, seviyesini düşük bulsa da, İslam ülkelerindeki bu hareketliliği İslam medeniyetinin yeniden tarih sahnesine çıkışı olarak dikkate aldı ve küresel hegemonyasının sarsılabileceği hesabıyla bu yeni oluşumu başlamadan bitirmek üzere bir takım sert tedbirler uygulamaya başladı.

SSCB’nin dağılması ve Varşova Paktı’nın yıkılmasının ardından tek süper güç olarak dünyanın her bölgesine müdahale etme hakkını kendinde gören ABD, Soğuk Savaş döneminde komünizmin yayılmasına karşı en etkili güvenlik kuşağı olarak değerlendirdiği Müslüman ülkelerin, artık komünizmden daha tehlikeli olduğu fikriyle siyasetini şekillendiriyordu. ABD medyasında yer bulan İslam karşıtı düşünceler, bu politikalara önemli ölçüde entelektüel ve editoryal destek sağlayarak yön veriyordu. Ancak paganizmle kuşatılmış bir Hıristiyanlığın insanları manevi açıdan tatmin etmediği kanaati Batılılar arasında yaygınlaştıkça, İslam’a karşı alaka dikkat çekici seviyelere ulaşıyordu.  11 Eylül saldırılarıyla ortaya çıkan / çıkartılan hassasiyeti iyi değerlendiren “küresel baronlar”, Batılıların İslâm’a karşı alakasını önemli ölçüde tedirginliğe ve ardından nefrete dönüştürmeyi başardı.

Bu süreçte “İslami terör” kavramını zihinlere nakşetmeyi başaran küresel güç merkezleri, bir yandan da FETÖ gibi kullanışlı yapılanmalar eliyle “ılımlı İslâm” projesini hayata geçirmeye çalıştı. Fetullah Gülen ve örgütüne ait yayınların yıllardır verdiği “dinler arası diyalog ve hoşgörü” mesajları kendisi ve örgütü hakkında yeterli akreditasyonu sağlamıştı. “İslami görünümlü” bu ve buna benzer yapılar, Müslümanların “Müslümanca yaşamak” yerine seküler hayat tarzını benimsemelerine ve İslam’ın evrensel iddialarından vazgeçmelerine hizmet (!) edecekti. Bu hizmetler İslam’ın yükselişini durdurma yolunda atılacak en önemli adım olacaktı. S. Huntington’un makalesi ile zihinlerde uyanmaya başlayan “çatışma” fikri, D. Morley ve K. Robins tarafından 1997 yılında yayınlanan Kimlik Mekânları, Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar adlı eserle daha bir berraklaştı. Bu ikili, çatışmayı derinleştirmek için tarihî Şark Meselesi’ni yeniden diriltti. Bu denklemde, hedef ülke olarak Türkiye, muharebe meydanı olarak Suriye tespit edilmişti. Nitekim Suriye, 2010 yılında başlayan ve günümüze kadar dünya siyasetini etkilemeye devam eden Arap Baharı’nın kışa döndüğü ülke oldu. Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen gibi ülkelerde “diktatörleri” deviren halklar, “bahar”dan beklenenin aksine demokrasi, özgürlük ve insan haklarına dair hayallerini hemen hiç gerçekleştirememişti. Gerçekleşen sadece Huntington’un öngörüsü ya da deşifre ettiği stratejik plandı. İslam Dünyası’nda Türkiye’nin model ülke olarak benimsenmesi gerektiği tartışmaları henüz çok tazeyken ve demokrasi, özgürlük, insan haklarına dair talepler karşılanmamışken mezkur ülkelerde duruma müdahil olan gizli servisler, sosyal hareketlere yeni istikametler belirledi. Hedefteki diktatörlerin en tecrübesizi olan Beşşar Esad’ın en büyük direnci gösterebilmesi ve hala yıkılamamış olmasını sadece Rusya’nın duruma müdahil olmasıyla izah etmek mümkün değildir. Rusya’nın Tartus Deniz Üssü’ndeki askerî varlığını devam ettirebilmesi ve Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyabilmesi ABD, AB, Rusya arasında varılacak bir mutabakatla pekâlâ sağlanabilirdi ama sağlanmadı. Çünkü küresel güç merkezleri, İhvan-ı Müslimin’in iktidarıyla tamamlanacak bir Arap Baharı yerine, Suriye için kan ve gözyaşını, Libya için kaos ve kargaşayı, Mısır başta olmak üzere diğer ülkelerin halkları için de Türkiye’ye reva görülen 28 Şubat akıbetini hazırlamıştı. Türkiye, 28 Şubat sürecini AK Parti iktidarıyla aşmış, ulaşımdan sağlığa, savunma sanayiinden ekonomiye onlarca gurur verici gelişmenin konuşulduğu bir ülke haline gelmiş ve cumhuriyet tarihi boyunca hiç olmadığı kadar özgürlükler ülkesi olmuştu. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın en güçlü 10 devletinden biri olması için mücadele ediyordu.

Ancak, G. Friedman ve D. Passig gibi dünya siyasetine yön veren teorisyenler mealen, “Rusya iç kargaşa ile çöktüğünde, Çin büyük bir krize yakalandığında, Almanya–Fransa ortaklığı dağıldığında, hazırlıklarını tamamlamış olan Türkiye, hem Türk hem de Arap devletlerini etrafında toplayıp birlik kuracak. Türkler tarih sahnesine süper güç olarak dönecek” içerikli yazı ve konferanslarıyla bir yandan gerçeğe temas ediyor olsalar da diğer yandan Batı ülkelerine uyarı mesajları gönderiyordu.

Mesajı alan küresel güç merkezleri, Türkiye’de yeni bir “Fetret Dönemi” için darbe planları, suikast teşebbüsleri, internet muhtırası, Cumhuriyet Mitingleri, 367 kepazeliği, AK Parti’yi kapatma davası gibi girişimlerde bulundular fakat bir türlü istedikleri başarıyı elde edemediler. Bu müteselsil başarısızlıkların ardından gayrı nizami harp usulleriyle muharebe edecek piyonları (PKK, DHKP-C, FETÖ, DEAŞ) harekete geçirdiler. Gezi Parkı eylemlerinde sahaya sürdükleri DHKP-C öncülüğündeki kadrolar eliyle “Taksim Meydanı’nı Tahrir Meydanı’na dönüştürme” girişimleri de başarısızlıkla neticelendi. Devletin bütün kritik noktalarında paralel bir yapılanma sağlayarak sinsi bir senaryonun aktörlüğünü üstlenen FETÖ, MİT Krizi, 17-25 Aralık yargıya darbe girişimi, ayakkabı kutuları, montaj ses kasetleri ve dinleme skandalları ile AK Parti iktidarını devirmeye teşebbüs ettiyse de o da bir başarı elde edemedi. Son kozunu 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle oynayan FETÖ, yaşadığı tarihi hezimet neticesinde hızlı bir tasfiye sürecine mahkûm oldu.   

Vaat edilmiş topraklar

Küresel güç merkezlerinin sahaya sürdükleri son piyon DEAŞ ise Suriye ve Irak topraklarında estirdiği terör rüzgârlarıyla Batılı zihinlerdeki “Barbar Müslüman” imajını pekiştirmekte ve adeta, G. Fullerin “İslâm’a Karşı İslâm Savaşı” öngörüsünün tahakkuku için Arap, Kürt, Türk, Fars unsurlar arasında kanlı bir savaşın zeminini hazırlamakta. Böyle bir savaşın gerçekleşmesi durumunda gücü iyice tükenmiş İslam Dünyası, çok belli ki, büyük bir yara alacaktır. DEAŞ bütün bunları gerçekleştirmeye çalışırken unutulmaması gereken bir “detay” ise adı geçen operasyonların, Nil ile Fırat arasındaki bölgenin tamamen işgal edilebilir hale gelmesine yol açabileceği ihtimalidir. Böyle bir gelişme, hem tarihi külliyatta, hem de komplo teorilerinde bolca zikredilen “Arz-ı Mev’ûd / Büyük İsrail Devleti” ütopyasına 2000’li yılların ilk çeyreğinde çok önemli bir katkı sunmuş olacaktır.  Reyhanlı saldırısı, Musul konsolosluğu baskını, Süleyman Şah Türbesi kuşatması, Sultanahmet patlaması gibi eylemlerle siyasi gündemi bir hayli meşgul eden DEAŞ; Türkiye’nin bir taraftan Suriye bataklığına çekilmesini; bir taraftan da siyasi–ekonomik krizler ve iç savaşlarla parçalanmasını hedeflemektedir. Türkiye ise son yıllardaki proaktif ve zaman zaman agresif dış politika anlayışını burada da realize etmiş, önce diplomatik yolları denemiş, olumlu bir netice alamayınca da oyunu kendi kurallarıyla oynamaya karar vermiştir. Bir yandan, DEAŞ eliyle kurulan savaş tuzaklarından uzak durmayı başarmış olan Türkiye; diğer yandan da zamanını ve şartlarını kendisinin belirleyeceği bir Suriye harekâtından çekinmeyeceğini Fırat Kalkanı Operasyonu ile bütün dünyaya ilan etmiştir.

Türk Milleti, Suriye üzerinden kendisine yönelen bütün tehditlerin farkındadır. Türk devlet aklı istiklaline ve istikbaline şah çeken DHKP-C, FETÖ, PKK ve DEAŞ piyonlarının tamamını bertaraf ettikten sonra karşısına fillerin, atların ve kalelerin çıkacağını görebilmektedir. İşte bu sebeple bütün aktörlerin vekâlet savaşı yürüttüğü Suriye cephesine resmi ordusuyla girmekten çekinmemektedir. Bütün bu gelişmeler karşısında, Türkiye’nin hem üniter devlet yapısını hem de milli birlik ve kardeşliğini muhafaza edebileceği sağlam bir anayasal yapıya kavuşması gerekliliği artık bir mütearifedir. Yeni bir anayasa ihtiyacı siyasiler, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşları nezdinde hiç görülmediği kadar aciliyet kesbetmiştir. Karar alamayan, aldığı kararları uygulama imkânı bulamayan, alınan kararların bozulma ihtimaliyle tavizkar bir tutum sergileyen bir yürütmenin çok ciddi zorluklarla karşılaşacağını uzun yıllar boyunca tecrübe eden Türkiye / Türk Milleti, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile hızlı karar verme ve bu kararları etkin bir biçimde uygulayabilme kabiliyetine sahip olmuştur.

[email protected]