Filistin için nasıl bir strateji?

HALUK ÖZDALGA / AK Parti Ankara Milletvekili
8.12.2012

Muazzam bir askeri üstünlüğe ve dünyanın en güçlü ülkesinin korumasına sahip İsrail, iki devletli çözüm noktasına nasıl getirilebilir?... En gerçekçi yol, iyi hazırlanmış bir kampanya ile uluslararası baskının organize bir şekilde yükseltilmesi. Bu baskı İsrail’e dönük bazı fiili uygulamalar da içermeli...


Filistin için nasıl bir strateji?

Birleşmiş Milletler (BM) Filistin’e gözlemci devlet statüsü vermesi elbet önemli bir adım. Ancak sorunun temelini oluşturan Arap-İsrail çatışmasının çözümü ve yaşama gücü olan bir Filistin devletinin kurulması için durum daha iyiye gitmiyor. İsrail hükümeti, BM kararını bahane ederek, uzun süredir planladığı üzere Doğu Kudüs’te 1200 hektarlık bir araziyi yerleşmeye açtığını ve ilave genişlemeler için çalışmalara başladığını açıkladı. Böylelikle bir taraftan Filistin toprağının gasp edilmesi devam ederken, diğer taraftan Doğu Kudüs’ün, Filistinlilerin yaşadığı diğer bölgelerle bağlantısı kesilmiş olacak.  

Tarihi süreç ne anlatıyor?

Osmanlının 1. Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu’dan çekilmesiyle, bugün İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin oluşturan topraklar, Filistin Mandası adı altında İngiliz yönetimine bağlandı. İngilizlerin kurduğu Peel Komisyonu 1937’de, Filistin’in yüzde 15’inde Yahudi, kalan kısmında bir Arap devleti kurulmasını önerdi. Araplar bu öneriyi reddetti. Daha sonra 1947’de BM’nin onayladığı taksim planında, Filistin arazisinin yüzde 56’sında Yahudi devleti kurulması öngörüldü. O sırada Filistin nüfusunun yaklaşık yüzde 35’ini Yahudiler oluşturuyordu. Yahudileri memnun eden bu plana Araplar yine karşı çıktı. Ertesi yıl İngilizlerin Filistin’den çekilmesinden hemen sonra Yahudiler, İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. Bunun üzerine beş komşu Arap ülkesi savaş başlattı. Yaklaşık 10 ay süren savaşın başlarında Araplar bir ara üstünlüğü ele geçiriyor gibi göründü ama nihai zafer Yahudilerin oldu. Batı Şeria ve Gazze hariç, Filistin topraklarının yüzde 78’i İsrail’in eline geçti.

1967’de ikinci büyük Arap-İsrail savaşı sadece altı gün sürdü. Bu kez Filistin’in geriye kalan yüzde 22’sine ilaveten Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri de İsrail tarafından işgal edildi. Filistinlilerin şimdi kurmak istediği devlet, işte bu yüzde 22 üzerinde. Mısır 1979’da, Ürdün 1994’de İsrail’le barış anlaşması imzaladı. Arap-İsrail çatışmasının son bulması için şimdi Suriye, Lübnan ve Filistinliler ile barış gerekiyor. Suriye ve Lübnan’la olası anlaşmalar Suriye krizinin bitmesini beklemek zorunda. Ancak işin en karmaşık ve hayati kısmını oluşturan Filistinlilerle barış mümkün.

Filistinlilerin kaderini kendi ellerine alması, ancak 1967 savaşından sonra Filistin Kurtuluş Örgütü içinde örgütlenmeleri ve Yaser Arafat’ın 1968’de liderliğe gelmesiyle başladı. FKÖ 1988’de, Filistin topraklarında İsrail’le bir arada yaşayacak bir Filistin devletinin kurulması anlamına gelen iki devletli çözümü kabul etti. 1993 ve 1995 Oslo anlaşmalarıyla bir Filistin Otoritesi oluşturuldu ve Mayıs 1999’a kadar bağımsız Filistin devletinin kurulması öngörüldü. O günlerde iyimserlik rüzgarları esiyordu. Ancak 1996’da Başbakan seçilen Netanyahu, üç yıllık iktidarı boyunca Oslo anlaşmalarını engellemek için elinden geleni yaptı.

ABD Başkanı Bill Clinton 2000’de, yeni İsrail Başbakanı İşçi Partili Ehud Barak ve Arafat’a Camp David’de bir plan sundu. Clinton parametreleri olarak da bilinen nihai barış planına göre, arazide birbirine bağlanacak Batı Şeria ve Gazze topraklarında, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti kurulacaktı. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşmelerinin sadece az bir kısmı kalacak, buna karşılık başka bölgelerden İsrail toprağı verilecekti. Nihai barış ilk kez bu kadar yakındı. Barak bazı kayıtlarla planı kabul etti, ama Arafat hayır dedi. Clinton daha sonra, Arafat’ın, Filistinli göçmenler sorununa önerilen çözümü yetersiz bulduğu için hayır dediğini açıkladı. 2008’de bu kez Başkan George W Bush, Kadima Partisi’nden İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile FKÖ’nün yeni lideri Mahmud Abbas’ı Annapolis Konferansı’nda bir araya getirdi. Clinton parametrelerine çok benzeyen bir plan müzakere edildi ama yine tam mutabakat sağlanamadı.

2000 ve 2008’deki bu denemeler, farklı partilerden gelen iki ABD başkanının desteği altında, farklı partiye mensup iki İsrail başbakanının ve iki ayrı Filistin liderinin pozisyonlarının çok yakınlaşmış olduğunu ve iki devletli çözüm üzerinde bütün taraflarda güçlü bir isteğin bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca elde, ana unsurları belli, büyük kısmı üzerinde mutabakat sağlanmış ayrıntılı bir barış planı var.

Netanyahu’nun hedefi

Ne var ki 2009’da ikinci kez iktidara gelen Netanyahu, barış arayışlarını yine sabote etmeye başladı. Netanyahu’nun amacı, yüzde 78’e ilaveten, Tevrat’ta geçen adıyla ‘Yahudiye ve Samiriye’ diye adlandırdığı Batı Şeria topraklarının olabildiğince büyük bir kısmını ve Kudüs’ün tamamını İsrail’e katmak. O nedenle yeni yerleşmeler inşa ederek ‘arazide realite’ yaratmaya çalışıyor. Bir taraftan da gerçek niyetini saklamaya, barış istiyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Barış isteyen ve güvenliğin kendisi için çok önemli olduğunu ileri süren bir iktidar, komşusunun toprağını çalar mı? Batı Şeria’da birbiriyle arazi bağlantısı olmayan küçük adacıklarda, sürdürülebilir olmayan, ne anlama geldiği belirsiz bir ‘geçiş devleti’ kurulmasını ve ‘geçici barış’ yapılmasını öneriyor. Hamas’ı muhatap kabul etmiyor. İki devlet çözümünün mutlak önkoşulu Hamas-Fetih uzlaşmasını engellemeye çalışıyor.

Yerleşimci strateji

Netanyahu siyasetinin dayandığı bazı gerçekler var. Bunlardan ilki, İsrail’in komşularına karşı hep sahip olduğu askeri üstünlüğün, bugün müthiş bir farka ulaşmış olması. Arap devletleriyle yaptığı savaşı İsrail 1948’de ancak on ayda, 1967’de altı günde kazanmıştı. 1967’den bu yana konvansiyonel askeri güç makası daha da açıldı. Ayrıca o tarihte nükleer silahı olmayan İsrail’in elinde şimdi 400 civarında nükleer başlık bulunuyor. Tarafların güçlerini sonuna kadar seferber ettiği bir Arap-İsrail savaşı bu kez altı gün dahi sürmeyebilir. Araplar da bu gerçeği görüyor ve İsrail’i yenmeyi hedefleyen bir savaş başlatmaları artık söz konusu değil. Yapabilecekleri sadece 1973’te Mısır’ın yaptığı gibi sınırlı savaş veya Hamas’ın yaptığı ve İntifada gibi yıpratma savaşları (war of attrition). Netanyahu’nun ikinci dayanağı, İsrail’de iç siyasetin ağırlık merkezinin son yıllarda aşırı sağa, yani onun konumuna doğru kayması. Eskiden şahinler ve ılımlılar arasında gidip gelen aşırı dinci Yahudi gruplar artık, yeni yerleşmelerin öncülüğünü yapan fanatikler gibi, işgal edilmiş toprakların İsrail’in hakkı olduğunu düşünüyor. İlaveten, 1990’ların başından itibaren çoğu Doğu Avrupa’dan gelen göçmenler, genellikle laik olmakla beraber, ağırlıklı olarak sağ partilere oy veriyor. İsrail seçmeninin yüzde 20’sini oluşturan bu grup, son yapılan 2009 seçimlerinde iki sol partiye (İşçi ve Meretz) sadece yüzde 5 oy verdi. Bu iki sol parti 1992 seçimlerinde Knesset’te 120 sandalyenin 56’sını almış, Oslo anlaşmalarının önü açılmıştı. Son 2009 seçimlerinde sadece 16 temsilcilik kazanabildiler. Netanyahu siyasetini besleyen üçüncü önemli dayanak, şüphesiz, kendi iç siyasetinden kaynaklanan nedenlerle Amerika’nın son yıllarda giderek artan İsrail yanlısı tutumu.

Son anketlere göre, Ocak ayında yapılacak seçimleri Netanyahu liderliğindeki koalisyon rahat bir şekilde kazanacak. Görünen o ki Netanyahu bir taraftan statükoyu sürdürmeye veya içi boşaltılmış bir ‘geçici barış’ anlaşması dayatmaya çalışırken, diğer taraftan yeni yerleşmeler inşa ederek yayılma siyasetine devam edecek. Buna karşılık en somut barış seçeneği, ayrıntıları üzerinde geniş mutabakat sağlanmış iki devletli çözüm. Muazzam bir askeri üstünlüğe ve dünyanın en güçlü ülkesinin korumasına sahip İsrailli şahinler, böyle bir çözüm noktasına nasıl getirilebilir? Türkiye bu konuda neler yapabilir?

En gerçekçi yol, iyi hazırlanmış bir kampanya ile uluslararası baskının organize bir şekilde yükseltilmesi. Bu baskı sadece sözlü eleştirilerle sınırlı olmamalı ve İsrail’e dönük bazı fiili uygulamalar da içermeli. Yapılabilecek çok şey var. Ortadoğu’da barış bütün dünyayı ilgilendiriyor; çünkü bölgede büyük bir savaş veya nükleer çatışma, herkes için vahim sonuçlar doğuracak. O nedenle, mesela beş kıtanın temsil edildiği küresel bir Temas Grubu kurarak işe başlanabilir. Uygun bir strateji altında, değişik ülkelerin ve farklı grupların Ortadoğu’da barış için gayretlerini olabildiğince birleştirmek veya eşgüdüm sağlamak gerekiyor.

Böyle bir uluslararası kampanyaya biz de katkı yapmalıyız. Ancak öncelikle dikkat edilmesi gereken bazı hususlar var. Cemal Abdülnasır’ın ateşli, duygusal ve fevri üslubunu hatırlatan çıkışlardan kaçınmak gerekiyor. Kitlelerin duygularını okşasa da, 60 yıl önce netice alamamış ve sonu hüsranla bitmiş Nasır üslubunun temsil ettiği siyasetin bugün daha başarılı olması beklenemez. Kendi değerlerimizden ve siyasetimizden vazgeçmeden, diplomasinin daha sonuç alıcı yaklaşımlarını ön plana çıkarmalıyız.

İkinci olarak, böyle bir kampanyanın hedefinin İsrail değil, Filistin’de iki devlete dayalı barış olduğunu görmeliyiz. Çünkü hiç ayırım yapmadan İsrail’i hedef alan sert eleştiriler, sadece Netanyahu gibi aşırıların elini güçlendirmeye yarıyor. Sert eleştiriler Netanyahu hükümeti gibi barışı engelleyenlere yöneltilmeli. Filistin’de iki devlet, İsrail’de bu çözümü isteyen geniş kesimlerin desteği olmadan mümkün değil. Ayrıca, Batılı ülkelerde barış isteyen Yahudi veya diğer grupların katkısı da önemli. Mesela Hamas’ın muhatap kabul edilmesini destekleyen ABD’deki J Street adlı Yahudi kuruluşu gibi. İyi hazırlanmış bir uluslararası kampanya karşısında fanatik Yahudilerin iki devletli çözüme direnmesi veya ABD’nin onlara desteğini sürdürebilmesi zor olacaktır.