Filistin Tufanı: Küresel Sumud Filosu

Dr. Muhammed Ersin Toy / Yazar
12.09.2025

Küresel Sumud Filosu, yalnız Gazze ablukasını delmeyi değil, aynı zamanda küresel suskunluk ve körlüğe karşı bir uyanış çağrısı üretmeyi hedefliyor. Bu bağlamda “Filistin Tufanı” metaforu, yalnız Gazze'nin değil, bütün insanlığın imtihanını imler: Adaleti arayanlar için bir Nuh'un Gemisi; zulme rıza gösterenler için yaklaşan bir hesap gününün işareti.


Filistin Tufanı: Küresel Sumud Filosu

Dr. Muhammed Ersin Toy / Yazar

Artık insan olmak, 'Filistin Tufanı'nda 'Filistin Gemisi'ne binmeyi gerektiriyor. İsrail'in uyguladığı soykırım yalnız Filistin'e değil, insanlığın tamamına yöneliktir; insanlığımızı yitirmemek için bu gemiye binmek zorundayız. Bu gemi yalnız Gazze'nin değil, tüm dünyanın imtihanıdır; Küresel Sumud Filosu ise bu imtihanda insanlığın onur ve şerefini taşımaktadır. Siyonist Netanyahu, iki yıldır yaptığı uluslararası basın açıklamalarıyla yalan, çarpıtma ve manipülasyon üzerinden dünya kamuoyunun zihnini bulandırmaktadır. Filistin, Suriye, İran, Lübnan, Yemen, Tunus ve Katar'a uzanan saldırı hattının ardından bugün en çok korktuğu şey, Gazze'ye ulaşmayı hedefleyen Sumud Filosu'dur. Bu nedenle her türlü yalan beyana başvurmaktan çekinmeyecektir. Eğer dünya halkları olarak vicdanımızı ve insanlığımızı korumak istiyorsak, biz de o gemiye binmeli, Filistin'le birlikte saf tutmalıyız.

İnsan hakları felâketi

7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de süregiden yıkım, artık "bölgesel çatışma" etiketiyle açıklanamayacak boyuttadır; küresel ölçekte bir insan hakları felâketi ve uluslararası hukuk düzeninde derin bir kırılmadır. Son bir yıl içinde İsrail'in Filistin'deki uygulamaları soykırım suçlamalarını tetiklemekle kalmamış; Lübnan, İran, Suriye, Yemen, Katar ve Tunus'a uzanan operasyon ve gerilim hattıyla çatışmayı sistematik biçimde tırmandırmıştır. Bu gidişatın yakın gelecekte yalnızca Ortadoğu'yla sınırlı kalmayıp, Avrupa dâhil farklı coğrafyalarda Filistin lehine yükselen protestoları hedef alan saldırılara evrilebileceğine dair uyarılar mevcuttur. Hatta bazı üst düzey siyasetçi ve sanatçıların Filistin lehine açıklamaları nedeniyle hedef alınabileceğine dair öngörüler kamu tartışmalarına girmiştir.

Bu hattın nihai amacı, sıklıkla Arz-ı Mev'ûd anlatısıyla çerçevelenen Siyonist siyasal tasavvuru adım adım ilerletmektir. Bu vizyona itiraz eden her şeyin "hedefe" indirgenmesi, ilk bombanın insan haklarına ve uluslararası hukuka; ikinci bombanın ise insanlığın algısına ve hafızasına atılmasıyla sonuçlanmıştır.

İsrail, uluslararası hukuku ve temel hakları fiilen askıya alarak kendini "fiilî egemen" ve "kural koyucu" olarak konumlandırmaktadır. Bu konumlanma yalnızca kürsüdeki söylemle değil; medya mimarisi ve sahiplik ağları, reklam–piyasa bağları, lobi–diplomasi kanalları ile ticari–siyasi ortaklıkların eşzamanlı işleyişi sayesinde sürdürülmektedir. Ortaya çıkan çok katmanlı düzenek, soykırımın hem anlatısını hem de lojistiğini taşır; hukuku perdeye, kamuoyunu hedefe, hakikati ise tali bir unsura indirger. Netanyahu'nun uluslararası basın kürsüsü bu mekanizmanın merkezinde durur: Kendi iddiaları "hakikat", karşı anlatılar ise "propaganda/dezenformasyon" olarak damgalanır.

Sistematik bir kafa karışıklığı

Bu çerçeve, iç kamuoyunu hizalarken dış kamuoyunda akıldışı ve temelsiz argümanlarla sistematik bir kafa karışıklığı rejimi üretir. Özellikle Avrupa'da bazı siyasal aktörlerin, Netanyahu söylemini referans alarak Filistin lehine eylemleri kriminalize eden beyanlar verdiği görülmektedir. Bu, asıl failleri görünmezleştiren bir hafıza ve algı savaşıdır: "Bilgi ve veriyi değiştirirsen, hakikati de değiştirirsin" varsayımına yaslanır.

Bilinçli ve sistematik bir kötülük mantığı yalnız bedenleri değil, aklı ve muhakemeyi de hedef alıyor. Yapay zekâ, akıllı telefon ve küresel ağların bu denli güçlü olduğu bir çağda iki milyona yakın sivili açlık, kıtlık ve bombardımanla eritmeye kalkışmak; ancak dünyanın gözünü ve kulağını kapatarak mümkün olabilir. Saha erişimi ve iletişim altyapısına yönelik kesintiler, gazetecilerin hedef alınması ve yayın yasakları, doğrulanabilir veri akışını boğarak ilk anlatının kalıcılaşmasına hizmet etmektedir.

Gazze ablukasını kırmaya dönük sivil girişimler –örneğin Küresel Sumud Filosu– bu nedenle hedefe konmuştur. Yakın zamanda filonun ana teknesine Tunus açıklarında düzenlendiği iddia edilen İHA saldırısı, körlüğü sürdürme ve uyanışı engelleme teşebbüsü olarak okunmuştur. 31 Ağustos'ta İspanya'dan çıkan bu sivil girişime denizde verilen gözdağı, anlatının tek kanaldan akması için atılmış bir adım niteliğindedir.

Resmî ve bağımsız kaynaklar arasında sayılar farklılık gösterse de, yüzbinlerce sivilin yaşamını yitirdiği; kadınlar ve çocukların kayıplar içindeki payının yüksek olduğu; yüz bini aşkın yaralı bulunduğu; on binlercesinin uzun süreli tıbbî bakıma muhtaç olduğu; binlercesinin –özellikle çocukların– kalıcı sakatlık riskiyle karşı karşıya kaldığı kabul görmektedir. Demografik ve sağlık göstergeleri çökerken, beyaz fosfor dâhil kimi mühimmatların kullanımına ilişkin iddialar ve bunların uzun dönem etkileri yoğun biçimde tartışılmaktadır.

Bu soykırıma karşı ilk kapsamlı hukuki hamle, Güney Afrika'nın 29 Aralık 2023'te UAD'de açtığı davayla mahkeme katına taşındı. İrlanda'dan Nikaragua'ya, Meksika'dan İspanya'ya uzanan müdahil devletler zinciri, meselenin normatif ağırlığını büyüttü. Ancak ilkelerin sahaya inmediği her durumda, kararlar ve çağrılar bir sonraki basın toplantısının fon müziğine dönüşmektedir.

Küresel Sumud Filosu, yalnız Gazze ablukasını delmeyi değil, aynı zamanda küresel suskunluk ve körlüğe karşı bir uyanış çağrısı üretmeyi hedefliyor. Bu bağlamda "Filistin Tufanı" metaforu, yalnız Gazze'nin değil, bütün insanlığın imtihanını imler: Adaleti arayanlar için bir Nuh'un Gemisi; zulme rıza gösterenler için yaklaşan bir hesap gününün işareti. İnsanlığın yeniden nefes alacağı, yeniden insan olduğunu hatırlayacağı "gemi", bugün Filistin'in kendisi olabilir mi?

Neredeyse iki yıldır Filistinliler, akılla ve insanlıkla ilişkisini koparmış bir siyasî zihniyetin elinde dünyanın gözleri önünde yok ediliyor; açlıkla, yoklukla, bombalarla ve en temel hakları ellerinden alınarak cezalandırılıyorlar. Bu yalnız Filistin'in değil, bütün insanlığın meselesidir. Bugün yapılması gereken ilk şey, dünyanın "Filistin" olmasıdır; başka bir deyişle, adaletin ve insan onurunun yanında saf tutmaktır.

Netanyahu'nun üç brifingi: Yalanların hakikate dönüşme süreci

İsrail'in 7 Ekim sonrasındaki soykırımını meşrulaştırmak ve saldırıları normalleştirmek için Netanyahu'nun uluslararası topluma yönelik söylemleri belirleyici olmuştur. Burada üretilen yalanlar, çarpıtmalar, manipülasyonlar ve dezenformasyonlar; önce İsrail kamuoyunda özellikle İsrail medyasında sürekli tekrarlanmakta, sonrasında Batı basınında, ardından devlet liderlerinin söylemlerinde ve nihayetinde sosyal platformlarda "hakikat" muamelesi görerek karar alma süreçlerini etkilemektedir.

Bu yazıda, 7 Ekim sonrasında Netenyahu'nun gerçekleştirdiği ve resmî kayıtlara geçen üç uluslararası basın toplantısı mercek altına alınmaktadır: 30 Ekim 2023, 4 Eylül 2024 ve 10 Ağustos 2025 tarihli "Uluslararası basına yönelik" açıklamaları.

30 Ekim 2023 Brifingi: "Medeniyet–barbarlık" çerçevesi ve ahlâkî mutlakiyet

Siyonist Netanyahu, 7 Ekim sonrasında yaptığı ilk kapsamlı basın toplantısında "medeniyet–barbarlık" ikiliğini sabitleyerek savaşı "mutlak ahlâkî" bir zeminde tanımlar.Ahlakı ve medeniyeti İsrail üstlenmektedir. İsrail, ahlaki üstünlük içerisindedir. Bu kurguda İsrail Batı'nın geleceği ile özdeşleştirilirken; Filistin barbarlık, terör ve karanlığın karşıt kutbuna yerleştirilir. Amaç, Batı kamuoyunu bu savaşı kendi savaşı gibi benimsemeye ikna etmektir. Dehumanizasyon hattı, Savunma Bakanı Yoav Gallant'ın Filistinlileri "insanî hayvanlar" diye nitelemesiyle resmî düzeyde pekişir. Netanyahu'nun savaşın "medeniler ile barbarlar" arasında sürdüğünü ve Batı adına verildiğini vurgulaması, söylemin oryantalist bilinçaltına bilinçli bir göndermedir. Bunun sonucu olarak Batı medyasında haber dili sıkça faili görünmez kılan çerçevelere kayar: "Filistin'de 1000 çocuk öldü" gibi başlıklarda eylemi gerçekleştiren taraf geri planda bırakılır. Benzer biçimde İsrail basınında da çocuk ölümleri, "potansiyel terörist" kategorisine sokularak meşrulaştırılmaya çalışılır.

Netanyahu, hastane–pazar–okul saldırılarını "Hamasvarlığı" iddiasıyla meşrulaştırır; böylece bebek ölümleri dâhil sivil kayıplar "kaçınılmaz bedel" olarak normalleştirilir. Aynı bağlamda "40 bebek" ve sistematik cinsel saldırı iddialarını öne çıkararak Batı medyası ve siyasette güçlü bir ahlâkî kesinlik etkisi üretmeye çalışır; söylem, İsrail ve Batı medyasında tekrar edilerek pekişir ve karşı tarafın bütünüyle kriminalize edilmesine hizmet eder. Ortaya çıkan algı yönetimi, üç ayak üzerinde yükselir: ahlâkî üstünlük iddiası + güvenlik söylemi + sivil kayıpların rasyonalizasyonu. Böylece Batı kamuoyunun rızası, algı savaşı içinde yalanların "hakikat"e dönüştürüldüğü bir süreç üzerinden devşirilmeye çalışılır. Özellikle Netanyahu'nun bu iddiaları, hem İsrail kamuoyunda hem de Batı medyasında çoğu zaman doğruymuş gibi sunulur.

2) 4 Eylül 2024 Brifingi: Filadelfi Koridoru'nun "olmazsa olmaz" ilanı

Siyonist Netanyahu, bu brifingde Filadelfi Koridorunu İsrail'in güvenliği için vazgeçilmez ilan eder. (Filadelfi Koridoru, Gazze ile Mısır arasındaki yaklaşık 14 km'lik sınır hattıdır; 1979 barış anlaşması sonrası tampon bölge olarak tanımlanmış, 2005'teki çekilmeden sonra sahadaki denetim Mısır ve Filistin tarafına bırakılmıştır.) Netanyahu, 2005 sonrası "geçirgenlik" iddiasını 7 Ekim'e giden sürecin ana nedeni olarak sunar ve rehinelerin bırakılması ile Hamas'ın yeniden silahlanmaması için koridorun kesintisiz İsrail denetiminde kalmasını pazarlık dışı şart olarak dayatır. Böylece içeride "geri dönüş yok" duygusu üretilir; dışarıda tartışma tek eksenli güvenlik söylemine indirgenir. Bu dil, Filistinlileri topyekûn bir güvenlik tehdidi gibi kodlayan bir çerçeveye yaslanır.

Konuşmada, ilk brifingdeki iddialar yeniden dolaşıma sokulur: "yüzyılın en vahşi saldırısı", "baş kesmeler", "tecavüzler", "bebeklerin diri diri yakılması" gibi ifadeler kanıt zinciri sunulmadan yinelenir ve söylem retorik tekrarile güçlendirilir. Böylece soykırım suçlamalarını karşılamak yerine, kalıcı kontrol ve cezalandırma mantığı "zorunlu" gösterilir.

"7 Ekim'de bu yüzyılın en vahşi saldırısını yaşadık... 1.200 sivil... erkeklerin başını kestiler, kadınlara tecavüz edip öldürdüler, bebekleri diri diri yaktılar... 255 insanımız rehin alındı..."

Sonuç olarak, 4 Eylül brifingi, Filadelfi Koridoru üzerinde sürekli İsrail denetimini "barışın önkoşulu" gibi sunarak alan hâkimiyetini kalıcılaştırma çabasını meşrulaştırır; ilk brifingin ahlâkî mutlakiyet ve insandışına itme çizgisini güvenlik söylemiyle birleştirip pekiştirir. Bu söylem aynı zamanda, Filistinlilerin yekpare biçimde "tehdit" olarak görülmesi anlayışını dünyaya ilan eden bir çerçeve kurar.

3) 10 Ağustos 2025 Brifingi: "Yalanları delmek" iddiası ve tersine isnat

Netanyahu, üçüncü brifinginde "yalanları delmek ve gerçeği söylemek" diyerek önceki iki konuşmadaki tezleri yeniden güçlendirir:

"İsrail yardım getirir, Hamas yağmalar", "Gazze silahsızlandırılacak ve İsrail'in güvenlik denetimi sürecek", "insanî krizi biz önlüyoruz."

Bu söylem, sahadaki olgularla —yardım akışındaki tıkanma, toplu tahliyeler, sivil altyapının çöküşü— örtüşmez; ancak Batı ana akımında seçici alıntılar ve sürekli tekrar sayesinde bir "gerçeklik etkisi" üretir.

Brifingin merkezinde bir tersine atıf stratejisi vardır: "Hamasgıdayı çalıyor, halkı aç bırakıyor; soykırımı Hamas yapıyor; Filistinliler İsrail'den kurtuluş bekliyor." Netanyahu, İsrail'in hedefini "işgal değil, Gazze'yi özgürleştirmek" olarak sunar. Böylece fail–mağdur rolleriyer değiştirir; sorumluluk, İsrail'den karşı tarafa kaydırılır.

"Hamas'ın Gazze'de hâlâ binlerce silahlı teröristi var... Gazelilerin yiyeceklerini çalıyor, güvenli bölgelere geçişi engelliyor... Pek çok Gazeli 'Bizi Hamas'tan kurtarın' diyor... Hedefimiz işgal değil; Gazze'yi özgürleştirmek."

Sonuç olarak,

Üç brifingin ortak amacı, İsrail'in iç ve dış kamuoyunda soykırım iddialarını reddetmek ve bunun yerine Hamas'ı faili olarak göstermektir; kendi yalanlarını ise medya, siyasî ve ticarî gücünü kullanarak "hakikat" gibi sunmaktır. İsrail'in ilk söylemi, "medeniyet–barbarlık" ikiliğine dayanır: İsrail medeniyet, Filistin barbarlık olarak kodlanır. Böylece açlık koşullarındaki sivil ölümler ve hastane saldırıları gibi eylemler, "herkes terörist olabilir" varsayımıyla normalleştirilmeye çalışılır; çocuklar dâhil siviller gelecek tehdit olarak damgalanır. Netanyahu, gıda kuyrukları ve hastaneler vurulduğunda bile sorumluluğu Hamas'a atfeden bir anlatı kurar ("yardım kuyruklarını Hamas vurdu", "hastanelerde Hamas vardı"). Bu çerçeve; içeride sansür, yayın yasakları ve medya sahipliği, dışarıda ise kriz anlarının gündem-belirleme etkisiyle hızla yerleşir. Gazetecilerin hedef alınması ve iletişim altyapısının kesilmesi, tanıklığı azaltarak bu yerleşikliği daha da pekiştirir.

Netanyahu, tüm dünyanın gözlerinin içine bakarak işlediği soykırımı bile Hamas'a atfedebilecek bir şuurla hareket etmekte ve insanlığın aklıyla alay edebileceğini sanacak güçte kendini görmektedir. 2 milyon Filistinliyi sadece öldürmek değil, açlıkla ve susuzlukla acı çektirerek gaddarca katletmek aslında tüm insanlığa bir mesajdır: "Benim karşımda olursanız hepinize bunu yaparım." Bundan dolayı insanlık korkuyor. Algılar korku içinde; o yüzden tepki verilemiyor ama bu aslında bir oyundan ibarettir. ABD'nin gücünü, hiçbir gücü olmayan bir insan grubuna karşı kullanmak, savaş değil; soykırımdır.

7 Ekim'den bu yana başlattığı soykırımla birlikte neredeyse tüm Ortadoğu'ya savaş açan İsrail, ABD ile kurduğu yakın ilişkiden aldığı destekle kendisini kadir-i mutlak konumda tahayyül etmektedir. Hava savunma sistemleri ve ekonomik gücüyle insanlığı baskı altına alan Siyonist rejime karşı yapılması gereken ilk şey, onun insanlığın düşmanı olduğunu kavramak; ikincisi ise tarih boyunca gerçek bir "vatan bilinci" geliştirmediğini fark etmektir. İsrail, varlığını korkaklık üzerinden inşa etmiş ve mağduriyet söylemiyle tüm dünyaya sığınan saldırgan bir azınlıktan öteye gidememiştir. Bugün gerçek bir ordu İsrail'e karşı harekete geçse, İsrail'deki Yahudilerin büyük çoğunluğu, tarih boyunca yaptıkları gibi, ülkeyi terk edecektir. İsrail'in asıl gücü, askerî kapasitesinden çok, insanlığın algılardan ve hakikatten koparılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu algıyı Filistin Gemisi bozabilir. Bugün Gazze Sumud Gemisi, tüm insanlığı kurtarma operasyonudur. İsrail'in kâğıttan algılarını yıkabiliriz. Tüm insanlık o gemide Filistin olmalı ve yeniden insanlığına kavuşmalıdır.

Bu bir Filistin Tufanıdır.

İnsanlık, Nuh Tufanı'ndan daha büyük bir tufana doğru sürüklenmektedir.

O gün gemiye binmeyenler suda boğulmuştu; bugün Filistin Gemisine binmeyenler ise hakikatten, adaletten ve insanlıktan mahrum kalacaktır.

Bu tufan, yalnız Gazze'nin değil, tüm insanlığın imtihanıdır.