Filozofları çıldırtan üç mesele

Asım Öz / Yazar
20.11.2021

Felsefenin mevcut durumu düşünüldüğünde, temel meseleleri tartışmanın etik ve siyasi aciliyeti kendini fena hâlde hissettiriyor. Bu açıdan özgün ve rahatsız edici sorularıyla 'Felsefe Çıldırdı' gittikçe ürkütücü bir hız kazanan sınırları aşındırma sürecinin tekdüze kıldığı gereltili düşünce hayatımıza son derece önemli tartışma düzlemleri döşeyen uyarıcı bir eser niteliğinde.


Filozofları çıldırtan üç mesele

Akışkan toplumsal cinsiyet, çoğul kimlikler, performativite, hayvan hakları, hayvaskerlik, biyoetik... olumlu değerleri günümüz felsefesinin ve sosyal bilimlerinin. Hiç değilse öyle görülmesi, gösterilmesi gereğine inanılan kimi eski kimi yeni kavramlar. Buna yol veren değişmenin büyük ölçüde 1980'lerden sonra yaşandığı inkâr edilemez bir gerçek. Ama daha ziyade 2000'li yıllarda dolaşım oranı hayli arttı bu anlama birimlerinin. Söz konusu kavramların günümüzde inanılmaz boyutlara ulaşan itibarlı konumunu tümüyle kendiliğindenliğe bağlamak ise kolaycı bir yaklaşım olur.

Türkiye'de toplumsal cinsiyet odaklı belli meselelerin ele alınmasını etkileyen figürler arasında eserleri âdeta "çağdaş gnosise" dönüşen California Üniversitesinde retorik ve karşılaştırmalı edebiyat dalında profesör olarak görev yapan Judith Butler'ın anlı şanlı bir yeri vardır. Akademik metinler başta olmak üzere onun cüretkâr "düşünce deneyimlerine" olumlu yaklaşan yüzlerce yazıya karşın, eleştiren bir makale yahut kitaba rastlamak neredeyse imkânsızdır. Metinleri bir dönemin zihniyetinin anlaşılması bakımından önem taşıyan Butler "Homofobi Karşıtı Buluşma" etkinliklerine katılmak için Mayıs 2010'da Türkiye'ye gelmişti ve "Queer Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset" başlıklı bir konuşma yapmıştı. Sonrasında transgendercı modanın peşine takılan Cogito dergisinin 2011'de yayımlanan "Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram" konulu 65-66'ncı sayısı onu yakından takip edenlerin metinlerini bir araya getirmişti. Belki böylece varsayımları, beyanları, genelleştirme yöntemlerini ve ölçütlerini içeren yazılar toplamı dosyayı "özel" olmaktan çıkarıp hacimli bir çift sayıya dönüşmesini sağladı.

Müphem benlik

Burada şuna da işaret etmek tartışmanın merkezinde yer alan Butler'ın etkisinin ana hatlarını kavramak bakımından anlamlı olabilir. Dergide Butler'ın o yıllarda çevrilen fakat henüz yayımlanmayan Bela Bedenler kitabının ilk bölümüne de yer verilmişti. Yapılan tahlillerin hikâyesi bir yana derginin kapak konusu Foucaultcu cinsiyet/cinsellik çiftine eklenen toplumsal cinsiyetten querr kavramına giden evrilme sürecini tümüyle özetlemektedir. Pek çok bakımdan Butler'ın çalışmalarının hem kültürel incelemelerde varsayılan müphem benlik modeline örnek hem de kimlik siyasetinin temel dayanaklarına yöneltilmiş eleştirel bir göz şeklinde algılandığını söylemek mümkün. Türkiye'de ufak tefek eleştirilere rastlansa bile Butler'ın sınırları yok etmeye matuf bol kelime oyunlu çalışmalarında ortaya koyduğu temel varsayımların geneline sadık kalınmasını mümkün kılan vasat üzerinde ayrıca durmak gerekmektedir.

Jean- François Braunstein imzalı Felsefe Çıldırdı (2021) kitabının entelektüel hayatımızda eksikliği hissedilen zorlu bir işe girişmesi ve filozofları çıldırtan üç meselede berrak bir görüşe varmayı sağlaması önemli. Eksikleri, kusurları, yanlışları bir yana kitabın adı bile Sokrates'in o altın sözü "Gnostis afton!"( Kendini bil!) gibi okuyanların kulaklarını çınlatacak çarpıcılıkta. Braunstein eserinde normları aşındırma denemesiyle öne çıkan fakat yeterince tartışılmayan Judith Butler'ın yanı sıra ötanazi tarafgirliğiyle bebek katliamlarını sürekli savunan Peter Singer, siborglar ve post-feminizm konusundaki çalışmalarıyla ünlü ve hayvansevicilik şeklinde nitelenebilecek savları destekleyerek bütün o "insan sonrası" literatürün yolunu açan Donna Haraway'i mercek altına alıyor. Bunlarla da yetinmeyip toplumsal cinsiyet teorisyeni John Money gibi mürekkep yalamışların düşünce iklimini değişik derecede etkileyen felsefecilerin kanaatlerini çok farklı bir yönden bakıp, sorguluyor. İnsanlık tarifimizi bile değiştirecek kadar büyük ölçekli değişimlerden söz ettiğinizin farkına varılması gerektiğini vurgulayan Braunstein, toplumsal cinsiyet, hayvan hakları ve ötanazi kurucularını inceledikten sonra iyi duygulardan ahlaki çöküşe geçişi çerçeveliyor bir bakıma. Anlaşıldığı kadarıyla onun gözünde insanlık "adı geçen felsefecilerin tanımladığı şekliyle yok oluştan başka bir şeye sürüklenmiyor." (s.287). Onun insan meselesini yeniden düşünmeyi teklif eden düşünürlere mesafeli durmasının ana sebeplerinden biri budur. Sanıyorum ki söz konusu görüş, filozofun insanlık meselesine kafa yorduğuna dair bir kanıt olarak yorumlanabilir. Buna mukabil çoğu araştırmada Butler'ın "insan"ın tabiatı üzerine kafa yormuş derin bir düşünür diye görülmekle kalmaz, etik ve siyaset hakkındaki düşüncelerinin, yaşanabilir bir dünyanın mümkün hâle geldiği bir dünyaya duyulan hayalî olmayan bir özlem şeklinde okunması gerekliliği üzerinde durulması şaşırtıcıdır. Oysa kendilerini bozguncu ve asi kabul eden Butler'ın da dâhil olduğu filozoflar sınırları silme ideolojisini savunmaktadırlar: "Toplumsal cinsiyetçileri hayvaskerlerin ve biyoetikçilerin en temel yanılgısı her türlü sınırın ortadan kaldırılması gerektiğine inanmalarıdır." (s. 288).

Her şey akışkan ve karmaşık

Jean- François Braunstein, üzerinde düşünülmesi gereken toplumsal cinsiyetçi teorilerin, hayvanseverliğin ve biyoetik teorilerin yol açtığı tartışmaları politik doğruculuğun ötesinde ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Daha da önemlisi bu konuda en az hevesli olanların konuyu en iyi bilen ve yeniliklerin sonuçlarından en doğrudan etkilenenler olduğunun fark edildiğini şu şekilde özetliyor: "Psikiyatristlerin veya psikanalistlerin geneli, toplumsal cinsiyet teorisinin ateşli taraftarı değiller, hayvan haklarına olumlu bakan hukukçular çok küçük bir azınlık ve ötanazinin yasallaşmasını destekleyen doktorlar çok nadirdir. Herkes, şimdiden, radikal bir değişimin inşa tanımına son derece olumsuz etkilerini görmektedir. Aslında, bazen gülünç ve genellikle şaşırtıcı olan psikanaliz, psikiyatri, tıp ve hukukun ilkelerine açıkça aykırıdır." (s.25). Toplumsal cinsiyet militanlarının biyolojiyi özcü bir öğreti kabul etmesiyle ilgili tartışmalara da değinen Jean- François Braunstein, onların biyolojik cinsiyetin, kültür ve tarihten bağımsız şekilde varoluşunu kabul etmediklerini ortaya koyar. Cinselliği kültürel bir etkinin meydana getirdiği gerçeklikle izah eden düşünce aynı zamanda Butler'ın da hezeyanlarının merkezindedir. "Elbette daha iyi işlenmiş, kötü anlamda da olsa 'felsefi' ve fakat daha radikal" (s.69) tarzda. Aslında bedenin ve cinsiyetin nesnel bir varlığı kabul edildiği takdirde Butler mahreçli söylemin mantrası tümüyle çökecektir. Braunstein, bu bağlamda Camille Paglia'nın Butler'ın biyoloji açısından hiç de iyi bir referans teşkil etmediğini belirten düşüncelerini gündeme taşır. Kendisinden olgusal gerçekliği dikkate alan şu yargıları aktarır: "Felsefe üstüne bir kariyere başladı, bıraktı ve edebiyat eleştirmenleri tarafından bir tür büyük filozof muamelesi gördü. Ama bilimi hiç keşfetti mi? Biyolojiyi reddedilmek ve toplumsal cinsiyetin tamamen toplumsal olarak inşa edildiğini söylemek için- incelemeleri, çalışmaları nerede? Bu sadece bir oyun, kelimelerle oyun ve çalışması tamamen tehlikeli, tam bir çıkmaz." (s.65). Kimliklerin yok edilmesini öneren Butlercı öğretinin en uç savunucusu Donna Haraway ise sınırların karışmasını baş tacı eden 1991 tarihli Siborg Manifestosu'nda biyolojinin de ötesinde her türlü sınırın belirsiz kılınmasını ve silinmesini "akla gelebilecek tüm kimlikleri eritmeyi" (s.196) hedefler. Öte yandan çağımızın tanımları sevmediği düşüncesinden yola çıkarak hiçbir şeyin tarif edilemeyeceğini ileri süren Haraway'e göre her şey akışkan ve karmaşıktır. Yazarın fikirlerini ve kişiliğini daha yakından tanımaya imkân tanıyan seçme yazılarını bir araya getiren Başka Yer (2010) ile söyleşi türündeki Tıpkı Bir Yaprak Gibi (2020) kitapları düşüncelerinin serencamını tartışmak bakımından temel metinler niteliğindedir. Haraway'in akademik teamüllerin ayrıştırdığı disiplinleri birleştirmeye çalışan eserlerinin, belli alanların ötesinde yaygın sayılabilecek etkisi oldu. Nitekim manifesto niteliğindeki metinleri bilim, teknoloji ve toplumsal cinsiyet alanında katı biçimde denetlenen sınırları aşındırmaya matuftur. Ne var ki kendisi retoriği, söylemleri ve anlatı mantığı bakımından kesin cümleler kurmak suretiyle belli sınırlar çizerek içine düştüğü çelişkinin (s.201) farkında değildir.

Sorunlu mukaddime

Sınırları ortadan kaldırma söylemlerini didik didik eden Jean- François Braunstein, antropolojik değişimin şiddetini en iyi sezenlerin, filozoflardan ziyade anlatmaya çalıştıkları dünyayı dinledikleri için yazarlar olduğunu düşündüğü için de Philippe Muray ve Michel Houellebecg'in metinlerine başvurur. Elbette Nietzsche'nin küçük keyifler alıp sağlığa saygı duyan son insanını göz ardı etmez. Özetle söylemek gerekirse Muray sadece eğlence, zevk ve kişisel tatmini hedefleyen homo festivusa dikkat çekmiştir. Houellebecg ise tükenmenin eşiğine gelen Batı insanından yola çıkarak post hümanizmin "yeni bir insanlık, yeni bir üstinsan yaratmak değil, sadece eski insan macerasının üstüne kesin bir çizgi çekme"yi hedeflediğini belirtir. Meselenin temelini dikkate almayı öneren Braunstein, onların yazdıklarından hareketle cinsel farkın ortadan kalkması, insanın hayvanlaşması ve ölümün yol edilmesi idealinin şekillendirdiği kısıtsız, sınırsız ve pespaye dünyada yaşamayı reddettiğini ilan eder. Belki onun yazdıkları sınırlara sadakat gösteren bir Fransız bir filozofun Amerikan akademisyenlerinin gerçeklikten tamamen kopuk taleplerine itirazıdır.

Taylan Kara'nın kitabın çevirisinin başında yer alan "Sınır Silme İdeolojileri" başlıklı tekrarlar içeren sınırlı içerikli metni post feministlerin kadın idolü Judith Butler isminin akademilerde kutsal bir kişilik makamına oturtulmasını sorgulamak açısından faydalı. Kara, Butler'ın düşüncelerini aktarırken baskın tavrın hiç tartışma yapmadan âdeta tabii ve genel bir doğrudan söz ediliyormuşçasına hareket edildiğini belirtiyor. Onun şu cümlelerini dikkatle okumak yerinde olacaktır: "Türkiye'de bugün eli kalem tutan, yazan düşünen, yayın yapan, o felsefe uygun hareket eden yüzlerce Butlercı, 'Butlerist' vardır. Türkiye'de, cinsiyet ya da feminizm araştırmaları alanında açık ara baskın olan birkaç akımdan biri Butler düşüncesi ya da queer teoridir. Türkiye'de Butler düşüncesini merak edenler, Butler'ın kitaplarını, yazdığı makaleleri, onun üzerine yazılmış makaleleri, fikirlerini destekleyici tarzda ele alan sayısız tezi bir çırpıda bulabilir. Ancak on binlerce sayfayı okuduktan sonra mevcut külliyatın yüzde biri oranında bile olsa bu fikirlerin eleştirilerine rastlayamaz." Hakikaten günümüzde kimi akademisyen-aktivistler Butler'le tanışık, bazıları ise onun düşüncelerinin fazlasıyla etkisi altında. Öyle ki bu durum Cogito dergisinde de görüldüğü üzere sosyal bilimlerin bir alanı ile sınırlı kalmayıp, çok farklı alanların temel dayanaklarına dönüşmüş vaziyettedir. Bu bağlamda Türkçeye de çevrilen Kırılgan Hayat (2005) ve devamı niteliğindeki Savaş Tertipleri (2015) kitaplarına bakılması meselenin farklı boyutlarını ortaya çıkarabilir.

Taylan Kara metninde "etkisi dünyayı kötüye doğru dönüştürmeyi başarmış" Judith Butler başta olmak üzere iddiaları çeşitli sanat eserlerinde ve düşüncelerde kural hâline getirilen düşünürlerin tartışmasız kılınması noktasında çok önemli tespitlerde bulunuyor. Gelgelelim söz konusu düşünürlere karşı duran direnç hattından söz ederken sonu karalamaya, yok saymaya ve değer bilmezliğe varan aydınlanmacı bir dünya görüşünden hareket ediyor.

"Postmodern gericilik" kategorisine yerleştirdiği isimlerle belirginlik kazanan düşüncelere karşı geleneksel, muhafazakâr çevrelerin eleştirilerini husumetle karşılayıp "gerici bir anlayış" yahut "premodern gericilik" diye küçümsüyor. Kendisinin de mustarip olduğu "tek kale maç" yapmaya alışkın bir haletiruhiye ile her ikisinin birbirini güçlendirdiği hatta "sınır silici ideolojilerin nesnel çıktısının geleneksel gericiliği pekiştirdiği" gibi mugalatacı eşitlemenin kısır sevincini yaşıyor. (s.15). Siyasi antagonizmin ötesine geçerek neredeyse seküler çevrelerde kitlesellik kazanan bir tutumun dışa vurması şeklinde görülebilir bu olumsuz tepki. Abartılı bulunabilir yahut yazarın tam anlamıyla bunu demek istemediği düşünülebilir, belki eleştirel yaklaştığı kuramcılar gibi kışkırtmak için böylesi cümleler kurduğu söylenebilir. Ancak ne olursa olsun netice değişmez, mukaddime sahibi pusuda beklemenin keyfiyle söz aldığı için ülkemizde daha önceleri de zaman zaman estirilen "gericilik" rüzgârıyla rahatlamayı seçmektedir.

Kıymeti harbiyesi olmayan bu abes pasajları bir tarafa bırakıp tekrar kitaba dönersek şunları söyleyebiliriz: Eleştirinin çetin yolundan giderek farklı bir bakış açısı ortaya koyan Jean- François Braunstein, çağdaş Anglosakson ahlak düşüncesinin ultra klasik konuları arasındaki toplumsal cinsiyet, hayvan hakları ve ötanazi coşkusunun sevgi, evrensel iyilik ve acı ile elemden kaçınma kaynaklarından beslense de büyük sapmalara yol açtığını vurguluyor. Ona göre entelektüel bakımdan etkili figürlerin uzun uzadıya ve hantal bir söylemle inşa ettikleri akıl mantığı, sonuna kadar götürüldüğü takdirde sadece saçmalığa değil, ahlaki çöküntüye varılacaktır. Etkili etik kitaplarındaki fetüsleri, çocukları ve yaşlıları öldürme tartışmalarıyla gün yüzüne çıkanlar üzerinden şu çıkarımı yapıyor Braunstein: "Şimdiye kadar, etiğin geleneksel rolü iyi ve adil bir yaşamın ne olacağını ve yürütüleceğini sorguluyordu, bundan böyle etiğin özü, engellileri, yaşlıları ve çocukları nasıl öldürmek gerektiği sorusu etrafında dönüyor."( s.221)

Görüldüğü gibi işler zorlaşmaktadır, çok da uzak olmayan bir gelecekte kanıksananların yanında çoğu insana ürkütücü gelen diğer kavramları reddetmek yahut eleştirel yaklaşmak ayrıksılık gibi telakki edilmeye başlanacaktır. Zira söz konusu kavramları öne çıkaran düşünürler kamusallığı dönüştüren küresel kültürel iktidar tarafından kollanmakta, onların görüşlerine eleştirel bir dikkatle eğilmekten kaçınılmakta. Felsefenin mevcut durumu düşünüldüğünde, temel meseleleri tartışmanın etik ve siyasi aciliyeti kendini fena hâlde hissettiriyor. Bu açıdan özgün ve rahatsız edici sorularıyla Felsefe Çıldırdı, gittikçe ürkütücü bir hız kazanan sınırları aşındırma sürecinin tekdüze kıldığı gereltili düşünce hayatımıza son derece önemli tartışma düzlemleri döşeyen uyarıcı bir eser niteliğindedir.

[email protected]