Floyd ve soluksuz kalan dedeleri

Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
4.07.2020

ABD'li Polis memuru Chauvin'in tavrı, net olarak diyebiliriz ki Kolomb ve ardından gelenlerin tavrıdır. Siyahî Floyd'un nefes alamıyorum çığlığı da geçmişin kanlı koridorlarında isimsiz bir hayalet gibi dolaşan, Batı tarafından köleleştirilmiş ve her türlü insanlık dışı muameleye tabi tutulmuş yüzbinlerce siyahî insanın çığlığıdır.


Floyd ve soluksuz kalan dedeleri

Bir gün biri çıkıp da günlük hayatta yaşanan bir hadisenin aslında büyük tarihi gelişmelerin yaşayan özetlerinden biri olduğunu söylese pek çoğumuz buna anlam veremez. Fakat 2020 yılında ABD’nin Minneapolis kentinde yaşananların 15. yüzyılın sonlarında başlayan bir süreci çok net bir biçimde özetlediğine tüm dünya tanık olunca bu iddianın da altı doldurulmuş oldu.

Olay basit bir polisiye vakası olarak başladı. Olayın aktörleri Marketten alışveriş yapan bir siyahî, kuşkucu bir market çalışanı ve beyaz bir polisti. Market çalışanının ihbarı üzerine gelen polis ekibi siyahî Floyd’u göz altına almaya çalıştı. Floyd direndi. Bunun üzerine beyaz polis memuru Chauvin zor kullanarak şüpheliyi yere yıktı ve dizini Floyd’un kafası ve boynu arasına sıkıştırıp uzun bir süre o pozisyonda kaldı. Savcıların raporuna göre Chauvin, tam 8 dakika 46 saniye boyunca dizini Floyd’un boynuna bastırdı. Bu sırada siyahi Floyd defalarca “Nefes alamıyorum” , “Anne” ve “Lütfen, lütfen, lütfen” diye bağırıyordu.

İşte tan burda basit bir polisiye vakanın aktörleri tarihi modellere dönüştüler. Sanki polis memuru Chauvin Kristof Kolomb ve Batı âlemini, siyahî Floyd ise koca bir Afrika kıtasını temsil eder oldu.

Başlayan gösterilerdeki tutum bunun kanıtı gibiydi. Polis memuru Chauvin’e öfkelenen kalabalığın Virginia eyaletine bağlı Richmond kentinde Kolomb’un bir heykelini kaidesinden indirildikten sonra yakarak göle atmasının izahının kökleri işte tam da bu tarihte yatmaktaydı.

Polis Chauvin ve Kolomb

1492 yılında deniz yolu ile Hindistan’ı keşfetme iddiasıyla İspanya’dan ayrılan Pinta, Nina ve Santa Maria adlı üç geminin baş kaptanı olan İtalyan denizci Kristof Kolomb yüzyıllar boyunca kendisinden bahsedileceğini tahmin etmiş midir bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir şey varsa bu açık göz bir tüccarlık macerasının insanlığı toptan dönüştürecek bir hamle olduğudur.

Gerçi Kolomb bu hamlenin sonuçlarını görmeden dünyadan çekip gitmişti ama Avrupa alemine öyle bir kapı açtı ki etkileri günümüzü bile sarsmakta.

Kolomb’un Avrupa kıtasından sonradan Amerika adı verilecek bu topraklara açtığı kanlı ve kinli koridor Batılılar için bir türlü doymak bilmeyen nefislerini kamçılamıştı. Gelgelelim bu kamçının tadını yağmaya koyulan Batılılar çıkarırken, acısını da en derinden hissedenler Amerika kıtasının yerlileri ve Afrika’nın siyahileri oldu.

Bu süreçte elbette ilk ağır darbeyi Kızılderili adını verdiğimiz topluluklar yedi.

Yerlilere bakış

1492’de Amerika kıtasına ayak basan ama bunun farkında olmayan Kristof Kolomb, buradaki yerli halkla karşılaşınca o güne kadar kafasını dolduran Batılı şartlanmaları onu hayrete sürükledi. Çünkü kendisi ve içinden çıktığı sosyal zeminin kafa yapısı ne kadar tahakküm etmeyi buyuruyorsa karşısına çıkan bu insanlar da bir o kadar yumuşak başlı ve insancıldılar. Ama Kolomb duruma bu kadar romantik bakmadı. Yerli halkı şöyle betimlemişti: “Son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istendiğinde hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri kendilerine olandan daha fazla.”

Tabii Kolomb’un bu sözleri elbette antropolojik bir gözlem değildi. Daha sonra yaptığı değerlendirmede başka bir ırkın insanları üstten bakan buram buram Avrupalı bakışın kokusu yükselecekti. Dahası Kolomb’un sözleri kendisinden sonrakilerin başlatacağı kanlı bir sürecin yol haritası niteliğindeydi. Şöyle diyordu Kolomb: “Bunlardan çok iyi hizmetkar olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Böylece Kolomb’un açtığı yolda yürüyen İspanyolların tarihçilerinden Fernandez Oviedo da bu yerlileri soykırıma uğratan kendi evlatlarının vicdanının rahatlatmak için şöyle diyecekti: “Putperestlere karşı kullanılan barut, Tanrı için yakılan tütsü sayılır.”

Kolomb zihninin inşası

Süreç Kolomb’un zorba kurnazlığıyla kalmadı. Batılı düşünürler açılan bu kanlı koridora bilimsel (!) bir kılıf uydurmak için işe koyuldular. Gobineau’dan Locke’a Nietzsche’den Montesquieu ve Schopenhaur’a kadar hemen hemen Batılı düşünürlerin tümü ırkı esas alan çözümlemelerde bulunmuşlardır. Zira temel paradigma John Locke’un “insan beyazdır” önermesi çizgisinde olduğundan, zaman ve zemin farklılaşsa da Batılı düşünürlerin ana yaklaşımı değişmeden kalmıştır.

Gobineau’ya göre ırkların kalıtımla getirdiği sosyal özellikler vardı. Örneğin Batılı-beyaz ırk bir çekim gücüne sahipken sarı ve siyah ırklar itme gücünü bünyelerinde barındırıyordu. Bu nedenle tarih boyunca uygarlığın kurucuları ve taşıyıcıları beyaz-Batılı ırkın olmuştu. Biz Türklerin de içine kattığı sarı ırkın ve insan değil de insansı saydığı siyah ırkın tıpkı hayvanlar gibi uygarlaşmaya yönelik doğal bir isteksizliğe sahip olduğunu iddia etti.

Gobineau’nun sözde bilimsellik diye piyasaya sürdüğü bu çarpık ve sığ görüş, dünyayı yağmalayacak olan Avrupalı sömürgecilere tam da aradıkları gerekçeyi verdi. Bu fikirden cesaret alan Avrupalı kolonizatörler, uygarlaşmış beyazlar olarak gelişmemiş sarı ve siyah ırklara ne pahasına olursa olsun “uygarlık” götürme misyonunu üstlendiler. Böylece dünya ülkelerini gasp ve yağma hareketlerini yaldızlı bir kılıfa büründürmeyi başardılar.

Utanç vesikası

Bugün siyahî Floyd’un boğazına basılarak öldürüldüğü coğrafyada yüzyıllar öncesi kan dondurucu soykırımlar yaşanmıştı. İspanyol ve Portekiz sömürgecileri milyonlarca Aztek ve İnka halklarını korkunç katliamlarla yok etmişlerdi. Bu iki devletin açtığı kapıdan giren diğer Batılı devletler de İspanyol ve Portekizlilerden geri kalmamışlardı. Bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasından sonra dilimizde “Kızılderili” olarak bildiğimiz konar-göçer Kuzey Amerika kabileleri kelimenin tam anlamıyla yok edilmişlerdi.

Kızılderilileri parmakla sayılacak kadar bitiren Batılı efendiler bu kez de ucuz iş gücü için Afrika’ya yöneldiler. Böylece ikinci sıradaki kurbanlar bugünkü ABD’de Afro-Amerikalılar diye bilinen kitlenin büyükanneleri ve büyükbabaları olan Afrika’nın siyahî insanları oldu.

Uzun ama sistemli bir süreçti bu. Avrupa, bu sürecin alt yapısını hazırlamak için çok kurnazca adımlar attı. Yani organize bir aklın eseriydi tüm yapılanlar.

Örneğin İngiltere’nin liman kentleri Afrika’dan Amerika’ya köle taşıyan gemilerinin çıkış noktası haline getirildi. 17. Yüzyıla gelindiğinde İngiltere’nin ünlü liman kenti Liverpool’dan yola çıkan her dört gemiden biri köle ticareti yapıyordu. Batılı düşünürlerin ırkçı fikirleriyle beslenen köle tüccarları için köle ticareti yapmak tahıl ticareti kadar doğal bir iş olmuştu. Zira bunu bilimsel(!) ve doğal (!) bir hak olarak görüyorlardı.

Afrika’dan tıpkı bir hayvan gibi avlanan ve gemilere doldurulan siyahî insanların pek çoğu kötü yolculuk şartlarında hayatlarını kaybediyorlardı. Çoğu zaman köle olarak gemilere doldurulan bu mazlumların yolculuk sonunda yarısının öldüğü bile oluyordu.

Öyleki 16. yüzyıldan 19. yüzyıla dek Afrika’dan yaklaşık on beş milyon siyahî insanın köleleştirilerek Amerika Kıtası’na götürüldüğü tahmin edilir. Daha sonra ihtida edecek olan ve Batı dünyasının düşünce haysiyeti taşıyan fikir adamlarından olan Garaudy bu konuda şöyle der: “Batılılar yüz milyonu aşkın Amerika yerlisini öldürerek dünyada daha önce benzeri görülmemiş bir soykırım yaptılar. Bunun ardından üç yüz yıl süren köle ticareti sırasında en az yüz milyon Afrikalıyı öldürerek bir başka akıl almaz soykırımı gerçekleştirdiler.”

Garaudy’nin açtığı bu kapıdan tespiti somutlaştırırsak, dünya tarihinin utanç vesikası olan soykırımların en önemli besleyici unsurunun Batı bünyesinin ürettiği ırkçılık düşüncesinin olduğunu söyleyebiliriz.

Tüm bu anlatılanlardan sonra çok sorulan bir sorunun yanıtı da göz kırpar gibi durmakta. Bu soru “Tarih tekerrür eder mi?” diye dile dolanmış bir bilmece gibidir. Fazla uzatmadan denilebilir ki birey birey insanlar, devletler, isimler geçicidir. Durmaksızın akan bir nehir gibi her daim yenilenir. Fakat her bireyi biçimlendiren, devletlere tarihsel vazifesini yükleyen sosyal ruh sabittir. Bu nedenle ABD’li Polis memuru Chauvin’in tavrı net olarak diyebiliriz ki Kolomb ve ardından gelenlerin tavrıdır. Siyahî Floyd’un nefes alamıyorum çığlığı da geçmişin kanlı koridorlarında isimsiz bir hayalet gibi dolaşan, Batı tarafında köleleştirilmiş ve her türlü insanlık dışı muameleye tabi tutulmuş yüzbinlerce siyahî insanın çığlığından başka nedir ki?

[email protected]