Fransa olaylarından çıkarılacak ve çıkarılmayacak dersler

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş/ Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
4.07.2023

İçişleri Bakanlığının sık sık Suriyeli sığınmacıların karıştıkları güvenlik sorunlarının ülke vatandaşlarının genel ortalamasından düşük olduğunu açıklamasına rağmen mültecileri güvenlik sorunu olarak göstermeye meyilli bir kesim var. Fransa'da yaşanan son olayları da iddialarını desteklemek için kullanılıyorlar. Fransa ve Türkiye'ye yönelik göç hareketlerinin dinamiklerinin farklı olduğu bilerek görmezden geliniyor. Doğrudan ucuz işgücü olarak gördüğü insanların geleceğini planlayamayıp yönetemeyen Fransa ile savaştan kaçan sığınmacılara insanî gerekçelerle kapılarını açan Türkiye göç politikaları açısından çok farklı yerlerde duruyor.


Fransa olaylarından çıkarılacak ve çıkarılmayacak dersler

Yaklaşık bir haftadır Fransa'da özellikle göçmenlerin karıştığı yoğun protesto gösterileri yaşanıyor. Rutin trafik kontrolü sırasında 17 yaşındaki Kuzey Afrika kökenli bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesiyle başlayan olaylar, kısa süre ülke geneline yayıldı ve Belçika, İsviçre ve Kanada gibi başka yerlere de sıçradı. Eylemlerin giderek dozu artan şekilde şiddet içermesi, güvenlik güçlerinin müdahalelerini de sertleştiriyor. Bu şekilde, bir şiddet sarmalı oluşuyor. Elbette hak arama amaçlı da olsa şiddet içeren hiçbir eylemi onaylamak mümkün değil. Ancak bu gösterilerin neden yaşandığını doğru anlamak oldukça önemli. Öte yandan Fransa'daki yaşanan hadiseler, Türkiye'deki göçmen karşıtı kesimlerin kullandığı en önemli argümanlardan biri durumuna geldi. Aslında bunu yalnızca sığınmacılara zaten öteden beri karşı olan faşizan yaklaşımlarla sınırlamamak gerekir. Suret-i haktan görünen pek çok muhalif de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarın sığınmacılara yönelik olumlu tutumundan dolayı bu konuda çıkan kısmî sorunları ısrarlı ve abartılı şekilde gündeme getirmekten kaçınmıyorlar. Daha açık bir ifadeyle, belirli kesimlerin sığınmacılar üzerinden yeni bir Gezi Olayları provokasyonu peşinde koştuğu dikkat çekiyor. İçişleri Bakanlığının sık sık Suriyeli sığınmacıların karıştıkları güvenlik sorunlarının ülke vatandaşlarının genel ortalamasından düşük olduğunu açıklamasına rağmen de bu iddiadan vazgeçmiyorlar. Başka bir iddia ise şimdi olmasa bile gelecekte sığınmacılardan kaynaklanan çok sayıda güvenlik sorunuyla karşılaşılacağı yönünde. Fransa'da yaşanan son olaylar da bu iddiaların destekleyicisi olarak kullanılıyor. Ancak burada Fransa ve Türkiye'ye yönelik göç hareketlerinin dinamiklerinin farklı olduğu bilerek görmezden geliniyor. Sırf siyasî iktidarı yıpratmak için Fransa'daki olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilgileri bulunmayan Türkiye'deki sığınmacılar bir kez daha günah keçisi olarak kullanılıyor.

Batı'nın göç yönetimi

Fransa, farklı dönemlerde yaşadığı işgücü ihtiyacını sömürgelerinden getirdiği insanlar aracılığıyla karşılamaya çalıştı. Mağrip bölgesinden ve Afrika'nın Fransız sömürüsü altındaki diğer ülkelerinden getirilen insanlar doğrudan bir üretim aracı olarak görüldü. Aslında göç yönetimi benzer durumdaki pek çok Batı ülkesi açısından benzer bir durum. Ancak Fransa özelinde ülkenin kendi tarihî geçmişinden kaynaklanan özel bir sorunla karşı karşıya olunduğunu söylemek mümkün. Fransız Devriminin ardından ortaya çıkan Jakoben zihniyet, ülke içinde farklılıkların ortadan kaldırılmasına ve toplumun tektipleştirilmesine dayanıyordu. Jakobenler, bu anlayışlarını hâkim kılmak için iktidarda oldukları dönemde terör adı verilen şiddet uygulamalarına başvurmaktan kaçınmadılar. Zaman içinde iktidarlar değişse de bu zihniyet değişmedi. Fransa, ülke içindeki farklı kimlikleri yok saymayı sürdürdü. Bu sürecin en büyük mağduru ise geçmişte de günümüzde de Müslümanlar oldu. Zira Müslümanların kendi inançlarını ve değerlerini koruma yönündeki her çabaları, topluma uyum sağlayamamalarının delili olarak sunuldu.

Eski Fransız sömürgelerinin önemli bir kısmı Müslüman ülkelerden oluşuyor. Dolayısıyla Fransa'ya göç edenler arasında Müslümanların hatırı sayılır bir yekûnu var. Uzun yıllar boyunca bu insanlar en zorlu işlerde ve ağır şartlarda çalıştırıldı. Göçmenlere olumsuz bakış ve Fransız Jakobenizmi birleşince ülkeye sonradan gelen bu insanların toplumsal şartlara uyum sağlamaları için asgarî vasat ortaya konulmadı. Daha doğrusu etnik, dinî ve kültürel etmenler itibariyle toplumun geri kalanından farklılaşan insanlar, sistematik ve bilinçli bir şekilde dışarıda bırakıldı. Bunların adeta belirli gettolara hapsedilmesi ve görünür olmamaları amaçlandı. Zaman içinde göçmenlerin nüfuslarıyla birlikte kamusal görünürlükleri de arttı. Özellikle üçüncü kuşak göçmenler, aile büyüklerinin aksine eşit vatandaşlık başta olmak üzere çeşitli haklarla devletin karşısına çıkmaya başladılar. Elbette göçmenlerin oldukça sınırlı da olsa belirli bir bölümü, sistem içinde belirli pozisyonlar elde etmeyi başardı. Ancak bunların sayılarının oldukça az olmasının yanında kendilerinden kimliklerini geride bırakmaları istendi. Başka bir ifadeyle, hâkim kültürün değerlerine şartsız şekilde itaat edilmesi beklendi. Buna karşılık, özellikle kendi dinî kimliğini koruyarak sistem içinde var olma mücadelesi verenlerin önüne çok sayıda engel çıkarıldı. Şanslı azınlıktan olamayanlar gettolarda zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye devam ettiler.

Tüm krizlerin faturası göçmenlere çıkarıldı

Son dönemde Batı dünyasında yaşanan tüm krizlerin faturası da göçmenlere kesildi. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Batı medeniyetine karşı en büyük tehdit olarak terör gösterildi ve bu sorun doğrudan Müslümanlarla ilişkilendirildi. Aralarında Fransa'nın da bulunduğu pek çok ülkede üçüncü kuşak Müslüman gençlerin radikalleşme açısından büyük tehdit oluşturduğu yönünde bir algı doğdu. Bu durum, söz konusu gençler üzerindeki baskıların artmasını beraberinde getirdi. Aslında bu bakış açısının kendi içinde açık bir kısırdöngü doğurduğu söylenebilir. Zira devletler, "potansiyel terörist veya suçlu" olarak gördükleri bu gençleri sistemin dışına itti. Kendileri için normal hayatlar olamayacağını düşünen veya bu dışlanmışlık duygusundan muzdarip olan bu gençlerin bir kısmı da gerçekten radikalleşti. Güvenlik bürokrasisi de karşısına çıkan bu tablonun, radikalleşme teorisinin haklı olduğunu gösterdiğini düşündü. Böylece olumsuz anlamda birbirini besleyen bir süreç ortaya çıkmaya başladı. Aynı şekilde ekonomik anlamda yaşanan daralma da göçmenler üzerindeki baskıyı artırdı. Toplumsal refahın nispeten düşmesi, bu durumun en büyük sebebinin göçmenler olduğu yönündeki tezlerin daha güçlü dile getirilmesi sonucunu doğurdu.

Avrupa toplumlarının faşizm açısından hiç de iyi bir karnesinin olmadığı açıktır. Göçmenlerle ilişkilendirilen bu sorunlar zaten hep var olan faşist damarın iyice güçlenmesini beraberinde getirdi. Ancak göçmen karşıtı popülist dil bir süre sonra yalnızca aşırı sağ hareketlerle sınırlı kalmadı ve siyasî yelpazenin tüm unsurlarına yayıldı. Böylece göçmenlerin kendilerini ifade edebilecekleri veya siyaseten var olmalarını sağlayacak kanallar iyice daraldı. Radikal ve marjinal gruplar açısından böylesi bir toplumsal iklimin tam da bekledikleri fırsat olduğu gerçektir. Dolayısıyla bu gruplar da, istihbarat birimlerinin desteği ya da en azından göz yummasıyla gençleri kendi amaçları doğrultusunda mobilize etmeye çalıştılar. Temel amaç şiddetin sıradanlaştırılması ve gençlerin normal hayattan koparılmasıydı. Kendisi için bir gelecek görmeyen insanın olağandışı birtakım eylemlere girişmesi beklenebilir bir durum. Daha açık şekilde ifade etmek gerekirse, Fransa'da hâlihazırda yaşanan olaylar çok uzun yıllardır süren ve kangren hâline gelen bir sorunun dışavurumu.

Türkiye, Suriye İç Savaşının ardından hızlı bir göç dalgasına maruz kaldı. Söz konusu dalga, hızlı ve kontrolsüz şekilde gerçekleşti. Bu noktada öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Türkiye'nin aldığı göç, yukarıda anlattığımız Batı ülkeleri örneklerinin aksine belirli bir çıkar algısı doğrultusunda ve yıllara yayılarak gerçekleşmedi. Suriye'de katliamdan kaçan insanlar, insanî kaygılarla kendilerine sınırlarını açan Türkiye'ye sığındılar. Bunların bilinçli şekilde toplum dışında bırakılmasına yönelik bir strateji izlenmedi. Tam tersine sığınmacıların mümkün olduğunca toplumun geneline uyum sağlaması için çaba harcandı. Gelenlerin neredeyse tamamının Müslüman olması kültürel uyum süreçlerinin daha hızlı şekilde ilerlemesini sağladı. Buna karşılık, Suriye'de yaşanan savaşın bu kadar uzun süreceğinin öngörülmediği açık. Ayrıca savaşın ilerlemesiyle birlikte DEAŞ ve PKK/KCK'nın Suriye kanadı PYD/YPG, belirli bölgelerde alan hâkimiyeti sağladı. Böylece sığınmacıların geriye dönüşü zorlaştı. Yine de Suriye'de güvenli bölgelerin inşa edilmesiyle geri dönüşler giderek artıyor. Diğer taraftan, belirli sayıda insanın geri dönmek istemeyecekleri veya buna imkân bulamayacakları kolayca tahmin edilebilir. Etkili ve gerçekçi bir göç yönetimiyle bu insanların topluma uyum sağlamalarını sağlayacak tedbirlerin alınması ileride karşılaşılabilecek sorunların önünü en baştan kesecek.

Kuşkusuz Fransa'daki olaylardan çıkarılacak belirli dersler var. Ancak bu derslerin göçmenlerin neden olduğu güvenlik tehditlerinden başka bir yerden başlaması gerek. İnsanlara kendilerini ait hissetmedikleri bir kimliği dayatmak, onların dinî ve kültürel taleplerini görmezden gelmek, göçmenleri dışlamak ve ötekileştirmek mevcut sorunların büyümesinden başka bir sonuç üretmiyor.

Tek tip insan arzusu

Jakoben bir toplum mühendisliği anlayışıyla tek tip bir insan modeli yaratmaya çalışmak göçmenlerin uyumunu imkânsız hâle getiriyor. Konuya provokatif şekilde yaklaşılması, göçle ilgili sorunların gerçekçi bir değerlendirmesinin yapılmasını da engelliyor. Burada belki de öncelikle ülkenin yüz yüze olduğu her güvenlik tehdidinin sığınmacılarla ilgili ve ilişkili olmadığını anlamak gerekiyor.

Diğer taraftan Fransa'da yaşanan olayları doğrudan örnek göstermek, Türkiye'ye ciddi bir haksızlık. Doğrudan ucuz işgücü olarak gördüğü insanların geleceğini planlayamayıp yönetemeyen Fransa ile savaştan kaçan sığınmacılara insanî gerekçelerle kapılarını açan Türkiye göç politikaları açısından çok farklı yerlerde duruyorlar. Türkiye, göç ve uyum politikaları açısından dünyaya örnek olma potansiyeli taşıyor. Bunun için göç mevzuunu yalnızca güvenlikle ilişkilendirmeyip sorunun ekonomik, toplumsal ve siyasî boyutlarını kapsamlı şekilde değerlendirmek gerekiyor. Göç yönetiminin yalnızca idarî ve hukukî bir mevzu olarak görülmeyip sorunun tüm paydaşlarının işin içine katılması bu nedenle oldukça önemli. Hem toplumun genelinin hem de sığınmacıların bir şekilde üzerinde mutabık kalacakları politikaların uygulanması gelecekte karşılaşılabilecek sorunları en aza indirecek. Fransa ve diğer Batı ülkeleri geçmişteki planlamalarında meselenin insanî yönünü ıskaladılar. Son dönemde yaşanan hadiselerden çıkarılacak bir diğer ve son ders de göç yönetiminde Batı ülkelerinin geçmişte düştükleri bu yanlışları tekrarlamamak.

@heberis