Fransa sana diyorum, Batı sen işit

Bülent Güven / Siyaset Bilimci
16.04.2022

Fransa seçiminin bize gösterdiği sonuçların ilki Fransa'da merkez partilerin sıfır noktasına geldiğidir. François Mitterrand gibi efsaneleşmiş bir Cumhurbaşkanını bünyesinden çıkarmış olan sosyalistlerin bu seçimde aldıkları oy oranı yüzde 1.7 iken, Valery Giscard d'Estaing ve Jacques Chirac gibi güçlü başkanları bünyesinden çıkarmış muhafazakar çizgiden cumhuriyetçilerin aldıkları oy ise yüzde 4.7'dir.


Fransa sana diyorum, Batı sen işit

Rusya'nın Ukrayna'ya açtığı savaşın gölgesinde gerçekleşen seçimlerde Fransa'da başkanlık seçimlerinin ilk turu yapıldı. Bu seçim sonuçları itibariyle kısa, orta ve uzun vadede Avrupa ve dünyada farklı kriz ve kırılmalara yol açabilecek bir durum ortaya çıkmış bulunmasına rağmen uluslararası kamuoyu Ukrayna ile fazla meşgul olduğundan dolayı Fransa'daki başkanlık seçiminin birinci turu hak ettiği ilgiyi görmedi.

Sıfır noktası

Bu seçimin bize gösterdiği sonuçların ilki Fransa'da merkez partilerin sıfır noktasına geldiğidir. François Mitterrand gibi efsaneleşmiş bir Cumhurbaşkanını bünyesinden çıkarmış olan sosyalistlerin bu seçimde aldıkları oy oranı yüzde 1.7 iken, Valery Giscard d'Estaing ve Jacques Chirac gibi güçlü başkanları bünyesinden çıkarmış muhafazakar çizgiden cumhuriyetçilerin aldıkları oy ise yüzde 4.7 şeklindedir. Merkez partilerdeki bu erime Fransız toplumundaki kırılganlığı en bariz şekilde göstermektedir.

Fransa'da merkez partilerin yok olma noktasına doğru erozyona uğramalarına karşılık, aşırı sağ ve aşırı sol partilerin aldıkları oylar bu seçimde olağanüstü artmış durumdadır. NATO, AB ve ABD karşıtı aşırı sağ ve sol partilerin aldıkları oy toplamda yüzde 50'nin üstündedir. Bu partilerden birisi eski bir gazeteci olan Eric Zemmour'un kurduğu Reconquete Partisidir. Burada partinin adındaki reconquista yani ortaçağda İspanya'nın Hristiyanlar tarafından Müslümanların elinden geri alınması anlamında kullanıldığını belirtmek gerekir. Görüldüğü gibi Zemmour, Ortaçağ'da İspanyolların Müslümanlara ve Yahudilere karşı uyguladıkları zulmün adını partisinin ismi olarak kullanabilecek derecede pervasız bir tutum sergileyebilmektedir. Bu seçimde tek vaadi göçmen karşıtlığı olan Zemmour'un yüzde 7.1 oy alabildiğini vurgulayalım.

Cumhurbaşkanı Macron'un ardından yüzde 23.1 oy alarak ikinci turda yarışma hakkı elde eden Rasssemblement National (Milli Birlik) lideri Marie Le Pen'in, ideolojik ve programatik olarak Zemmour'dan farkı yok denilecek derecede azdır. Zira Le Pen geçmiş yıllarda Zemmour ile aynı üslubu kullanmaktaydı. Örneğin Paris'te Müslümanların cuma namazı kılmasını Fransa'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından işgali ile aynı şey olduğunu dile getirmişti. Le Pen bundan bir önceki seçimde, yani 2017 yılındaki başkanlık yarışında, yine ikinci tura kalarak oyların yüzde 34'ünü alabilmişti. Le Pen son yıllarda söylemlerini içerik olarak değil, fakat üslup olarak biraz yumuşatarak oy oranını artırmayı hedeflemiştir. Nitekim bu stratejisinin tuttuğunu ilk tur seçim sonuçlarına göre oyunu artmış görünmektedir. Son anketlere göre Le Pen ikinci turda oyların yüzde 46 ile 49'unu alabileceği öngürlmektedir. Seçimden önceki günlerde iyi bir kampanya yürütüldüğü takdirde, mevcut Cumhurbaşkanı Macron'a karşı seçimi kıl payı ile de olsa olabilme ihtimali bir realite olarak ortada durmaktadır.

Bu seçimin bir başka sürprizi ise, yukarıda da vurgulandığı gibi aşırı solcu Jean-Luc Melenchon partisinin yüzde 22 oranında oy almasıdır. Melenchon, Le Pen ve Zemmour gibi anti-NATO, anti-AB ve anti-ABD'cidir. Fakat Melenchon onlardan farklı olarak, rakipleri Fransa toplumunun sıkıntılarının temelindeki ana sorunun göçmenler olduğuna vurgu yaparken, sorunların temelinde Fransa'da özellikle Macron'un uyguladığı neoliberal politikalar olduğunu düşünmektedir.

Fransa'da başkanlık seçimlerinin ilk turunda ortaya çıkan bu manzara sadece Fransız toplumu ve siyaseti için değil, özellikle dar anlamda Fransa, AB ve Batı ittifakı için tehlike arz ederken, geniş anlamda dünya dengeleri üzerinde etkisi olabilecek bir sürece yol açacaktır. Le Pen gibi birinin Fransa'da başkan olması durumunda, eğer söylemlerini fiiliyata geçirecekse çok ilginç durumlar ortaya çıkarabilir.

Le Pen'in hedefleri

Örneğin, Le Pen Fransa'yı NATO komuta sisteminin dışına çıkarmak istemektedir. Ayrıca Fransa'nın AB üyeliğini İngiltere'de gerçekleşen Brexit gibi, referanduma sunmak istemekte ve Fransa ile Almanya arasındaki özel ilişkiyi bitirmeyi arzulamaktadır. Le Pen'in anti-Batıcılığı bunun ile de bitmemektedir. Le Pen, Ukrayna savaşına kadar, Putin ile sıkı dostluğu olan ve 2017'deki seçim kampanyasını finanse etmek için Rus bankalarından destek almış birisidir.

Avrupa ve ABD'de son on yıldır oluşan siyasi gelişmeler mercek altına alındığı takdirde, bu durumun Fransa'ya özgü bir durum olmadığını tespit etmek zor değildir.

Nitekim 2010'lardan itibaren gerek ABD'de gerekse Avrupa'nın farklı ülkelerinde benzer seçim sonuçlarını gözlemek mümkündür. 2016 yılında İngiltere'nin referandum ile AB üyeliğinden çıkarak Brexit'i gerçekleştirmesi, Johnson gibi popülist birinin İngiltere'de başbakan olması, Trump'ın ABD'de 2016 yılında başkan seçilmesi ve gelecek kasım ayında yapılacak senato ve temsilciler meclisi seçimlerinde Trump çizgisindeki kişilerin seçilme ihtimalinin anketlere göre yüksek olması Fransa'daki gelişmeler ile oldukça paralel süreçlerdir. İki hafta önce Macaristan'da yine sağ popülist biri olan Victor Orban'ın yüzde 53 ile tekrar başbakan seçilmesi, İtalya'da aşırı sağcı ve sağ popülist partilerin oy oranlarının anketlere göre yüzde 40 dolaylarında olması Fransa'da yaşanan sürecin yalnızca Fransa'ya özgü bir durum olmadığını gösteren başka hususlardır.

Bu gerçekler karşısında sorulması gereken soru, kısa, orta ve uzun vadede Batı, hatta Batı-dışı toplumlarda siyasi ve ekonomik krize sürükleme potansiyeli taşıyan bu seçim sonuçlarını nasıl yorumlanacağıdır. Le Pen'in seçimi kazanması durumunda vaatlerini gerçekleştirmesi halinde AB'nin ve NATO'nun çok büyük bir darbe alacağını veya aşırı hareketlerin siyaseten başarılı olduğu ülkelerdeki seçmenler öngöremiyor mu? Geçmişinde Hitler, Mussolini, Franco gibi tecrübeler yaşayarak savaşlar ve felaketler yaşayan Avrupalı seçmen neden yakın tarihlerinden ders almamaktadır?

Toplumlardaki kırılma anları kompleks süreçlerin ürünü olduğu açıktır. Fakat seçmenlerin talepleri ve uçtaki popülist partilerin söylemleri dikkate alındığında, Batı toplumlarının refah düzeyinde, esasında Soğuk Savaş'ın bitmesinden sonra ve özellikle de 2000'lerden itibaren ciddi dengesizlikler yaşandığı gözlemlenmektedir. Başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeler hala dünyanın en zengin ve teknoloji geliştiren ülkeleridir. Fakat bu zenginlik ve refah düzeyi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı'da kurulan ekonomik düzende herkese iş ve refah sağlama özelliğini kaybetmiştir. Önceki yıllarda genç yaşında bir fabrikada çalışmaya başlayıp, emekliliğe kadar iş hayatını aynı fabrikada tamamlayan insanlar elde ettikleri gelir ile orta sınıf bir hayat yaşayabiliyorlardı. Ev sahibi olup, aile kurarak ve yılda bir kez de tatil yapan bu eski orta sınıfa mensup insan sayısı gittikçe erimektedir.

Yeni ekonomik düzen

Bu tür insanların çalışabileceği fabrikalar Çin gibi yeni yükselen güçlere karşı ya rekabet gücünü kaybedip iflas ettiler ya da üretimlerini daha ucuz maliyet sunan dünyanın farklı ülkelerine kaydırdılar. Bu kesimin eğitim düzeyi de fazla yüksek olmadığı için, Batı'da yeni oluşan ekonomik düzene yeni beceriler ve meslekler edinerek uyum sağlayamadılar. Fransa genelinde yüzde 23 oy alan Le Pen'in oyları, sanayinin yok olduğu kuzey Fransa gibi yerlerde yüzde 40 dolaylarına çıkması bu perspektiften bakıldığı zaman tesadüf değildir.

Batı toplumlarındaki sanayileşme sonrası tanımlayabileceğimiz bu durum, herkese iş ve refah sağlayabilecek bir durum değildir. Yüksek nitelikli insanların iş bulmakta zorlanmadıkları Batı toplumlarında vasıfsız veya düşük vasıflı insanların refah içinde hayatlarını sürdürebilecekleri işler bulmaları bir hayli zorlaşmış gözükmektedir. Eskiden fabrikalarda iyi maaşla çalışan bu kesimler, bugün ancak berberlik, garsonluk ve temizlik gibi hizmet sektörlerinde düşük maaşlar ile çalışmak durumunda kalmaktadırlar. Buradan aldıkları düşük maaşlar ile nisbi bir refah içinde yaşamaları zor olan bu insanlar ümitlerini kaybettikleri gibi, yaşadıkları ülkelerdeki sisteme de güvenlerini kaybetmiş durumdalar. Sistem karşıtı partilerin yüzde 50'nin üzerinde oy olmalarının arkasında böyle bir sosyoloji bulunmaktadır.

Göçmeni suçlamak

Aslında karmaşık bir dönüşümün sonucu olan bu durumun açıklaması çok boyutlu olmasına rağmen, aşırı ve popülist partiler bu mevcut duruma hem basit çözümler hem de sıradan sebepler öne sürerek seçmen nezdinde bir karşılık bulabilmektedirler. Genelde aşırı sağ partiler bu durumun sebebinin Batılı ülkelerde bulunan göçmenler olduğunu söylemektedirler. Bu söyleme göre göçmenler, özellikle de Müslüman göçmenler, hem yerli halkın elinden işlerini almakta, hem o ülkenin sosyal devlet imkanlarından karşılıksız yararlanmakta, hem de bulundukları ülkenin kimliğini/kültürünü yok etmektedirler. Aşırı solculara göre ise yaşanan bu sorunların temel nedeni neoliberal ekonomik politikalar ve hükümetleri istedikleri gibi yöneten uluslararası şirketlerdir. Yapılan araştırmalara göre bu tür popülist ve aşırı partilere oy veren insanların ideolojik angajmanları çok düşük seviyededir. Bundan dolayı bu insanlar sisteme olan güvenlerini kaybettiğinden dolayı bir seçimde aşırı sağ partiye oy verirken başka bir seçimde aşırı sol partiye oy verebilmektedirler.

Özetle ABD, İngiltere, Fransa ve başka birçok Batı toplumunda örneklerini gördüğümüz seçmen kitlelerinin çözülmesi söz konusudur. Batı toplumlarında konu ile ilgili yapılan entelektüel ve siyasi tartışmalarda bu soruna cevap teşkil edebilecek bir konsept henüz ortaya çıkmış gibi görünmemektedir. Andreas Reckwitz ve Wolfgang Streeck gibi sosyologlar sorunu iyi tespit etmek ile birlikte sunabilecekleri somut çözümler ortaya koyamamaktadırlar. Reckwitz düzenleyici liberalizm (regulatitive Liberalismus) kavramından bahsetmekte fakat ortaya ete kemiğe bürünmüş bir program sunamamaktadır.

Orta vadede belki Almanya Başbakanı Olaf Scholz'un seçim kampanyasında dillendirdiği ve şu anda adım adım uygulamaya koyduğu söylem ve program diğer ülkeler için bir örnek olabilir. Scholz'un seçim sloganı "saygı" (respekt) idi. Toplumda farklı olana, yoksul olana, yaşlı olana saygı. Bu saygının gereği olarak asgari ücreti artırmak, konut yapımını artırarak kiraları düşürmek, çalışan aileler için çocuk parasını artırmak gibi önlemler bu politikanın somut çözümleriydi. Diğer taraftan 1929 Dünya Ekonomik Krizinden çıkış yolunu da bir teorisyenden ziyade bir pratisyen göstermişti, ABD'de Franklin D. Roosevelt tarafından 1933-38 arasında uygulanan ve devlet müdahalesini öngören yeni düzen (new deal) başlıklı program tüm Batı dünyası için yön gösterici olmuştu. Daha sonra İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes bu politikanın teorisini yapmıştı. Bu anlamda Olaf Scholz'un program başarılı olur ise, birileri bunun teorisini de yapabilir.

Fakat uzun vadede refah karşısında vatandaşlardan devlete sadakati "satın almak" bir çözüm değildir. Gelecekteki ve mevcut krizlere dayanıklı olmak için vatandaş ile devlet arasındaki ilişkide başka değerler de rol oynamalıdır. Bu bağlamda akla ilk gelen manevi değerlerdir. Aşırı sekülerleşmiş, bireyselleşmiş ve elitlerinin içinden geldikleri toplumla bağı zayıflamış bir yapıdan manevi bir hava oluşturmanın mümkün olup olmadığı ise ayrı bir tartışmanın konusudur.

[email protected]