Daha önce Norveç, İspanya ve İrlanda gibi ülkeler Filistin'i tanıma kararını almıştı. Ancak Fransa'nın bu sürece katılması, kıtanın siyasal merkezinde ciddi bir paradigma değişikliğinin yaşandığını gösteriyor. Paris'in bu adımı, Berlin, Roma ve hatta Brüksel gibi diğer başkentler üzerinde diplomatik baskı oluşturabilir.
Doç. Dr. Cihad İslam Yılmaz/ GÜVENSAM Koordinatörü
Devletlerin tanınması, uluslararası ilişkiler tarihinde yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sembolik, ahlaki ve stratejik boyutlarıyla da ele alınan bir süreçtir. Bu tanıma eylemi, çoğu zaman yalnızca bir diplomatik jestten ibaret değildir; aynı zamanda mevcut dünya düzeni içindeki güç ilişkilerinin, normatif değerlerin ve uluslararası vicdanın yeniden şekillendiği kırılma anlarını temsil eder. Fransa'nın Filistin'i devlet olarak tanıma kararı da bu tarihsel bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Fransa, tarihsel olarak Orta Doğu'da bağımsız dış politika izleme konusunda Avrupa'nın en köklü aktörlerinden biri olmuştur. Özellikle 1967 Altı Gün Savaşı sonrasında General Charles de Gaulle'ün İsrail'i "saldırgan" olarak nitelendirmesi, Fransa'nın İsrail-Filistin meselesine dair tarafsız bir duruş geliştirmeye başladığının ilk büyük işaretiydi. De Gaulle, o dönemde İsrail'e silah ambargosu uygulayan ilk Batılı lider olarak, Fransa'nın uluslararası hukuka dayalı bir çözüm arayışını önceleyen pozisyonunu netleştirmiştir. Bu yaklaşım, Batı Bloku'nun genel eğilimine aykırı ve dönemin koşulları düşünüldüğünde oldukça cesur bir tavırdır.
1980'li yıllarda François Mitterrand'ın cumhurbaşkanlığı döneminde ise Fransa, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile doğrudan temas kuran ilk Batı ülkelerinden biri olmuştur. 1982 yılında İsrail Parlamentosu'nda yaptığı tarihi konuşmada Mitterrand, Filistin halkının bir devlet kurma hakkına sahip olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu beyan, Filistin davasının yalnızca Arap dünyasının bir meselesi olarak değil, aynı zamanda evrensel bir adalet ve meşruiyet meselesi olarak görülmeye başlandığını göstermiştir. Mitterrand'ın yaklaşımı, Filistin meselesine dair insani, hukuki ve politik boyutları birlikte gözeten bir perspektif sunması bakımından bugün hâlâ önemini korumaktadır.
1990'lı yıllarda Madrid Konferansı ve Oslo Süreci ile birlikte Fransa, Avrupa Birliği'nin ortak dış politikası kapsamında Filistin devlet yapısının inşasına katkı sağlamış, Gazze ve Batı Şeria'daki kurumların gelişimine destek vermiştir. Fransa, aynı zamanda Birleşmiş Milletler'in 2012 yılında Filistin'e "üye olmayan gözlemci devlet" statüsü verilmesi yönündeki oylamada da destekleyici bir rol oynamıştır. Bütün bu adımlar, Filistin'in devletleşme sürecine verilen sembolik değil, kurumsal ve yapısal desteğin ifadesidir.
Fransa'nın Filistin'i tanıması: Diplomatik ve siyasal yansımalar
Fransa'nın Filistin'i resmi olarak devlet tanıma kararı, sadece ikili ilişkiler düzeyinde değil, çok katmanlı ve çok boyutlu uluslararası bir denge sisteminde önemli etkiler yaratabilecek niteliktedir. Bu kararın hem diplomatik zemini hem de siyasal yansımaları, uluslararası hukuk, Avrupa iç siyaseti ve küresel jeopolitik gelişmeler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Fransa, bu adımıyla Batı dünyasının geleneksel "denge politikası" anlayışından bir sapma göstermekte değil; bilakis o dengeyi, adalet ve meşruiyet ilkeleri doğrultusunda yeniden kurma girişiminde bulunmaktadır.
Bir devletin tanınması, uluslararası hukukta her ne kadar tek taraflı bir eylem olsa da, geniş kapsamlı sonuçlar doğurur. Tanıma, bir siyasi varlığın egemenlik, toprak bütünlüğü ve yönetim kapasitesi temelinde bir devlet olarak kabul edildiğini ilan eder. Filistin'in 1988 yılında Cezayir'de ilan ettiği bağımsızlık, bugün 140'tan fazla ülke tarafından tanınmış durumdadır. Ancak Fransa gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerinden birinin bu yönde adım atması, meselenin ağırlığını derinleştirmektedir. Bu tür bir tanıma, Filistin'in uluslararası statüsünü yükseltebilir ve BM nezdinde tam üyelik yönündeki taleplerini daha güçlü hale getirebilir.
Fransa'nın bu tanımayı "barış sürecini desteklemek" gerekçesiyle gerçekleştirmesi, aynı zamanda iki devletli çözüm vizyonunun artık sadece bir temenni değil, bir uluslararası norm haline gelmesi gerektiğini ima etmektedir. Bu, özellikle 1993 Oslo Anlaşmalarının iflas ettiği, yasadışı yerleşim politikalarının yoğunlaştığı ve Gazze'deki soykırımınarttığı bir dönemde, siyasi bir çöküşün eşiğindeki barış perspektifine yeniden nefes vermeyi amaçlayan bir duruştur.
Fransa'nın kararı, Avrupa Birliği içinde sembolik bir kırılma noktası yaratma potansiyeli taşımaktadır. Daha önce Norveç, İspanya ve İrlanda gibi ülkeler Filistin'i tanıma kararını almıştı. Ancak Fransa'nın bu sürece katılması, kıtanın siyasal merkezinde ciddi bir paradigma değişikliğinin yaşandığını gösteriyor. Paris'in bu adımı, Berlin, Roma ve hatta Brüksel gibi diğer başkentler üzerinde diplomatik baskı oluşturabilir. Zira Filistin'in tanınması artık marjinal bir eğilim değil, Avrupa içinde giderek kurumsallaşan bir duruş haline gelmektedir.
Avrupa Birliği, yıllardır insan hakları, hukuk devleti ve adalet ilkeleri üzerine inşa edildiğini iddia etmektedir. Ancak Gazze'de yaşanan trajediler karşısındaki sessizlik, bu değerlerin içinin boşaltıldığına dair ciddi eleştirilere yol açmıştır. Fransa'nın bu hamlesi, bu değerlerin tekrar hayata geçirilmesi adına sembolik bir eşiktir.
Fransa'daki bu kararın iç politikaya yansımaları da dikkat çekicidir. Laik Cumhuriyet geleneği içinde Filistin meselesi hem sol hem sağ siyasi çevrelerde farklı gerekçelerle destek bulabilmektedir. Sol partiler bu kararı insan hakları ve emperyalizme karşı duruş çerçevesinde değerlendirirken; gaullist-milliyetçi çizgi ise Fransa'nın bağımsız dış politika mirasının bir uzantısı olarak görmektedir. Macron yönetimi, bu kararla yalnızca dış politikada bir inisiyatif almakla kalmamış, aynı zamanda iç politikada da kamuoyunun yükselen vicdani beklentilerine yanıt vermiştir.
Ayrıca, Fransa'daki Arap ve Müslüman diasporasının bu karardan güçlenmiş hissetmesi, Cumhuriyet değerleri çerçevesinde toplumsal barışın yeniden inşa edilmesine katkı sağlayabilir. Bu karar, göçmen kökenli yurttaşların yalnızca birer seçmen değil, aynı zamanda Fransa'nın etik siyasetinde aktif paydaşlar olarak görülmeye başlandığının da işaretidir.
İsrail'in politikaları ve uluslararası izolasyon süreci
İsrail devleti, kuruluşundan bu yana güvenlik merkezli bir siyaset izlemiş; çevresindeki Arap dünyasıyla ilişkilerinde sürekli olarak çatışma ve caydırıcılık stratejileriyle hareket etmiştir. Ancak son yıllarda, özellikle 7 Ekim 2023 sonrasında Gazze'ye yönelik yürütülen katliamlar ve bu süreçte yaşanan büyük sivil kayıplar, İsrail'in sadece Arap dünyasında değil, Batı kamuoyunda da meşruiyetini ciddi biçimde sorgulatan bir dönemin kapısını aralamıştır. İsrail, tarihsel olarak sahip olduğu "Holokost sonrası mağduriyet dokunulmazlığı"nı adım adım yitirirken, yürüttüğü politikalar nedeniyle diplomatik alanda hızla yalnızlaşan bir aktöre dönüşmektedir.
İsrail'in Gazze'de yürüttüğü operasyonlar, sadece savaş hukuku bağlamında değil, doğrudan "soykırım" suçlamaları çerçevesinde de ele alınmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İsrail'e karşı Uluslararası Adalet Divanı'nda açtığı dava, modern uluslararası hukuk tarihinde istisnai bir gelişmedir. Bu dava, İsrail'in 1948 Soykırım Sözleşmesi'ni ihlal ettiği iddiasıyla açılmış; Divan da İsrail'e yönelik ihtiyati tedbir kararları alarak bu suçlamaların ciddiyetini uluslararası alana taşımıştır. Bu durum, İsrail'in artık sadece "bir taraf" değil, uluslararası hukukta potansiyel "fail" konumuna geldiğini göstermektedir.
İsrail'in sivillere yönelik saldırıları, hastaneler ve mülteci kamplarına yapılan bombardımanlar, uluslararası medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşmış, Batı toplumlarında; özellikle üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve genç kuşaklar nezdinde Filistin'e yönelik büyük bir dayanışma dalgası doğurmuştur. Bu durum, İsrail'in geleneksel müttefikleri arasında da önemli bir kırılma yaratmaktadır.
Fransa'nın Filistin'i tanıması, İsrail açısından yalnızca sembolik değil, aynı zamanda psikolojik bir kırılma anlamına gelmektedir. Zira Fransa, tarih boyunca İsrail ile özel ilişkiler kurmuş, Avrupa'daki en önemli Yahudi diasporasına ev sahipliği yapmış bir ülkedir. Bu bağlamda Paris'in attığı adım, yalnızca diplomatik değil, ahlaki bir mesaj da içermektedir: "Bu şekilde devam edemezsiniz."
İsrail hükümeti ise bu tür tanımaları antisemitizm ya da Hamas destekçiliği şeklinde çerçevelemeye çalışmaktadır. Ancak bu söylem, artık Batı kamuoyunda karşılık bulmakta zorlanmaktadır. Üniversitelerdeki protestolar, kültür sanat camiasının boykot çağrıları ve akademik çevrelerdeki Filistin'e destek kampanyaları, İsrail'in yalnızca hükümetler nezdinde değil, toplum düzeyinde de büyük bir itibar kaybı yaşadığını göstermektedir.
İsrail, güvenlik gerekçesiyle yürüttüğü sert politikaların uzun vadede kendi güvenliğini tehdit eder hale geldiği bir çıkmazla karşı karşıyadır. Diplomatik yalnızlık, sadece imaj kaybı değil, aynı zamanda savunma iş birliklerinin, teknoloji transferlerinin ve ekonomik ilişkilerin de zayıflamasına neden olabilir. Nitekim ABD dışındaki Batı ülkelerinde İsrail'e yönelik silah satışlarına dönük baskılar artmakta, STK'lar tarafından açılan davalarla yargı süreçleri tetiklenmektedir.
İki devletli çözümün son şansı mı?
Dünya siyasetinin merkezinde giderek büyüyen bir ahlaki kriz ve stratejik belirsizlik hâkim. Fransa'nın Filistin'i devlet olarak tanıma kararı bu bağlamda yalnızca diplomatik bir eylem değil, uluslararası sistemin artık sürdürülemez hale gelen çifte standartlarına ve çözülmekte olan normatif altyapısına karşı bir müdahaledir. Bu karar, Batı'nın kendi iç çelişkileriyle yüzleşmesinin, sömürgecilik sonrası dönemden kalan adaletsizlikleri yeniden tanımlamasının ve küresel düzenin dönüşümüne dair kaçınılmaz bir eşiğin habercisidir.
İsrail-Filistin meselesi, uzun yıllar boyunca "çözülemeyecek bir sorun" olarak görüldü. Oysa asıl mesele, çözülmek istenmemesiydi. Uluslararası toplum, "iki devletli çözüm" ifadesini defalarca tekrar etmiş olsa da, bu ifadenin altı hiçbir zaman somut adımlarla doldurulmadı. Bu nedenle, iki devletli çözüm zamanla içi boşaltılmış bir retoriğe dönüştü.
Bugün ise durum değişmektedir. Çünkü artık ortada ne statükokalmıştır ne de bu statükoyu meşrulaştıracak etik zemin. Gazze'de yaşanan yıkım, yalnızca bir insani felaket değil; aynı zamanda Batı'nın inşa ettiği "kurallara dayalı uluslararası düzen"in samimiyet testidir. Ve bu testte ciddi bir başarısızlık söz konusudur. Fransa'nın attığı bu adım, bu başarısızlığa karşı geç kalmış bir telafi girişimi olarak da okunabilir.
Uluslararası sistem, artık tek kutuplu ya da iki kutuplu değil; çok katmanlı, çok merkezli bir karmaşaya dönüşmüş durumda. Çin, Rusya, Hindistan ve Körfez ülkeleri gibi aktörlerin artan etkisi, Batı'nın hegemonik belirleyiciliğini zayıflatırken, uluslararası krizlerde karar verici sayısını da artırmaktadır. Bu yeni ortamda meşruiyet, yalnızca askeri güçle değil, etik ve ahlaki duruşla da şekillenmektedir.
İki devletli çözüm fikri, giderek daha fazla bir nostaljiye dönüşme riski taşımaktadır. İsrail'in yerleşim politikaları, Batı Şeria'daki fiili parçalanmışlık ve Gazze'nin sürekli askeri tehdit altında oluşu, bu çözümün fiziki zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ancak bu koşullara rağmen tanıma kararları, Filistin'in devlet olarak var olma hakkını savunmakla kalmaz; aynı zamanda çözüm iradesinin uluslararası alanda canlı tutulduğunu gösterir.
Fransa'nın kararı, bu anlamda iki devletli çözüm fikrine verilen son büyük uluslararası destektir. Bu adım, eğer diğer Batılı ülkeler tarafından takip edilirse, yalnızca bir sembol değil, bir baskı mekanizmasına dönüşebilir. Bu mekanizma, İsrail'i barış masasına oturmaya zorlayabilecek diplomatik kaldıraçları beraberinde getirebilir. Aksi halde, dünya çok değil birkaç yıl içinde, fiili apartheid rejiminin kurumsallaştığı, çözümün değil, kalıcı işgalin yeni "normal" haline geldiği bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalacaktır.