Fransa'nın sömürge alanlarından çekilmesi, güç boşluğu yaratmamıştır. Aksine bu boşluk, farklı aktörler tarafından hızla doldurulmaktadır. Çin, uzun süredir Afrika'nın altyapı yatırımlarında başat rol üstlenirken; Rusya, Wagner benzeri paramiliter gruplar aracılığıyla güvenlik sektöründe derinleşmiş; Türkiye ise kültürel diplomasi, insani yardım ve eğitim alanındaki faaliyetleriyle dikkat çekmiştir.
Cihad İslam Yılmaz/ GÜVENSAM Genel Koordinatörü
Fransa'nın denizaşırı yayılmacılığı, yalnızca bir emperyal genişleme projesi olarak değil; aynı zamanda kültürel bir hegemonya taşıyıcısı olarak tasarlanmıştır. Fransız okulları, mahkemeleri, bürokrasisi ve dili bu çerçevenin temel araçları olmuş; özellikle Afrika kıtasında yetişen postkolonyal elitler, Paris'te eğitim görerek bu sistemin hem ürünü hem de taşıyıcısı hâline gelmişlerdir.
Ancak bu sistem, İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürge karşıtı hareketlerin hız kazanmasıyla derin bir kırılmaya uğradı. 1956'daki "Loi-cadre Defferre" ile başlayan idari özerklik süreci, 1960'lı yıllarda hızla bağımsızlıklarla sonuçlandı. Yine de Fransa, eski kolonileriyle bağlarını tamamen koparmadı. Ekonomik yardım, para birimi kontrolü (CFA frangı), askeri üsler ve kültürel diplomasi aracılığıyla yeni bir bağımlılık ilişkisi tesis edildi. Görünürde bağımsız ama fiilen Fransa'ya bağlı bir sistem...
Ne var ki bu postkolonyal yapı, 1990'lardan itibaren meşruiyetini kaybetmeye başladı. Afrika'da büyüyen genç nüfus, işsizlik, kötü yönetişim ve dış müdahalelere duyulan tepki, Fransa'nın bölgedeki pozisyonunu giderek tartışmalı hâle getirdi. Aynı dönemde Çin'in Afrika'ya yatırımları, Rusya'nın güvenlik iş birlikleri ve Türkiye'nin kültürel-dini diplomasi faaliyetleriyle Fransa'nın tek aktör olma niteliği ciddi biçimde sarsıldı.
Denizaşırı topraklardaki gelişmeler ise daha içe dönük bir kimlik krizini gün yüzüne çıkardı. Réunion, Guyane, Mayotte ve özellikle Yeni Kaledonya gibi bölgelerde halklar, Fransız vatandaşı olsalar da ekonomik eşitsizlik, kültürel dışlanma ve siyasi karar alma süreçlerinden uzak tutulma gibi sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Fransız Cumhuriyeti'nin "birlik ve bölünmezlik" ilkesiyle özdeşleşen merkezî yapı, bu bölgelerdeki farklı kimlik ve talepleri görmezden gelerek yeni bir gerilim alanı yaratmıştır.
Dolayısıyla Fransa'nın postkolonyal ilişkilerinde yaşanan kriz, sadece bir jeopolitik dağılma değil; aynı zamanda tarihsel bir yapının doğal çözülmesidir. Bugün yaşananlar, yüz yılı aşkın bir süre boyunca inşa edilen bir sistemin artık kendi içinde sürdürülemez hâle geldiğini göstermektedir.
Afrika'da çatırdayan ilişkiler: Yeni güçler, yeni talepler
Fransa'nın Afrika'daki etkisi uzun süre boyunca yalnızca sömürge geçmişine değil, aynı zamanda kurumsallaşmış bir bağımlılık ilişkisine de dayanmıştır. 1960 sonrası dönemde siyasal bağımsızlığını kazanan pek çok Afrika ülkesi, ekonomik olarak Fransa'ya entegre olmuş, savunma anlaşmalarıyla Paris'in güvenlik şemsiyesi altına girmiştir. CFA frangı gibi sömürge döneminden kalma yapılar ise kıtanın finansal egemenliğini doğrudan Fransa'ya bağlamaya devam etmiştir. Ancak bu düzen, son yıllarda hem içeriden gelen halk tepkileriyle hem de dışarıdan gelen jeopolitik müdahalelerle ciddi biçimde çatırdamaya başlamıştır.
2020'li yıllar, Fransa'nın Sahel bölgesindeki etkisinin dramatik biçimde zayıfladığı bir döneme işaret etmektedir. Önce Mali'deki darbe sonrası kurulan askerî yönetim, Fransız birliklerini ülkeden çıkarmış, ardından benzer bir dalga Burkina Faso ve Nijer'e sıçramıştır. Her üç ülkede de Fransız askerî üsleri kapatılmış, Fransız büyükelçileri istenmeyen kişi ilan edilmiştir. Bu gelişmeler yalnızca taktiksel bir geri çekilmeye değil; Fransa'nın artık yerel halk nezdinde "koruyucu güç" değil, bir nevi işgalci olarak görülmeye başlandığını da göstermektedir.
Bu değişimin arka planında yalnızca sömürgeci mirasın rahatsız edici ağırlığı değil, aynı zamanda büyüyen genç nüfusun artan talepleri ve toplumsal adalet arayışı yatmaktadır. Eğitimli ama işsiz, küresel dünyaya entegre ama yerel siyasetten dışlanmış bu genç kuşak, Fransa'nın bölgedeki varlığını geçmişin bir uzantısı olarak değil, bugünkü krizlerin doğrudan kaynağı olarak görmektedir.
Bununla birlikte Fransa'nın çekilmesi, güç boşluğu yaratmamıştır. Aksine bu boşluk, farklı aktörler tarafından hızla doldurulmaktadır. Çin, uzun süredir Afrika'nın altyapı yatırımlarında başat rol üstlenirken; Rusya, Wagner benzeri paramiliter gruplar aracılığıyla güvenlik sektöründe derinleşmiş; Türkiye ise kültürel diplomasi, insani yardım ve eğitim alanındaki faaliyetleriyle dikkat çekmiştir. Artık Afrika, Fransa için bir "arka bahçe" değil; çok aktörlü, rekabetçi ve giderek daha da otonomlaşan bir siyasi alan hâline gelmiştir.
Yeni Kaledonya ve denizaşırı topraklar: bağımsızlık arayışının kimliksel boyutu
Yeni Kaledonya, Fransa'nın denizaşırı topraklar içerisindeki en çetrefilli örneklerinden biridir. Güney Pasifik'teki bu takımada, yalnızca doğal kaynaklar bakımından değil, jeostratejik konumu nedeniyle de Fransa açısından tarihsel bir öneme sahiptir. Ancak bu stratejik konum, yerli Kanak halkı için sömürgeci kontrolün ve kimliksel bastırılmanın süreğen simgesine dönüşmüştür.
Sömürge yönetimi, 1853'te Napolyon III döneminde resmî olarak başladı. Bunu izleyen yıllarda adaya yerleştirilen Fransız ve Avrupalı kolonist nüfus ile yerli halk arasında ekonomik, sosyal ve siyasal eşitsizlikler derinleşti. Özellikle nikel madenlerinin kontrolü ve toprağın mülkiyet yapısı, Kanak halkının marjinalleşmesine yol açtı. 1980'li yıllarda doruk noktasına ulaşan gerilimler, şiddetli çatışmalar ve ölümlerle sonuçlandı. Bu krizin ardından 1988'de Matignon Anlaşmaları, 1998'de ise Nouméa Anlaşması imzalanarak, Yeni Kaledonya'ya özerklik ve bağımsızlık referandumları sözü verildi.
Söz konusu anlaşmalar çerçevesinde 2018, 2020 ve 2021 yıllarında üç ayrı referandum düzenlendi. İlk iki referandumda bağımsızlık karşıtı blok az farkla kazansa da, üçüncüsü pandeminin gölgesinde ve Kanak halkının büyük ölçüde boykot ettiği bir ortamda gerçekleşti. Bu durum, hem sürecin meşruiyetini tartışmalı hâle getirdi hem de Paris ile yerel halk arasında var olan güvensizliği daha da derinleştirdi.
2024 ve 2025'e gelindiğinde, Yeni Kaledonya bir kez daha kitlesel protestolar, grevler ve barikatlarla gündeme geldi. Fransa'nın anayasal reform önerisi, yerli halkın seçimlerdeki temsil gücünü azaltacak düzenlemeler içerdiği gerekçesiyle büyük bir öfkeye neden oldu. Kanak hareketi, bu girişimi doğrudan bir "demografik sömürgeleştirme" çabası olarak niteledi. Paris'in bu sürece yaklaşımı ise, güvenlikçi reflekslerle şekillendi. Yüzlerce jandarma gönderildi, sosyal medya platformlarına erişim kısıtlandı, olağanüstü hâl ilan edildi. Tüm bu uygulamalar, Fransa'nın kendi demokratik söylemiyle çeliştiği ve artık sömürge sonrası bir ilişki kurmakta zorlandığı algısını pekiştirdi.
Yeni Kaledonya örneği, Fransa'nın yalnızca Afrika'daki değil, denizaşırı topraklarındaki kontrolünü de kaybetmeye başladığını gösteriyor. Guyane, Réunion, Mayotte ve Martinique gibi diğer bölgelerde de benzer biçimde, ekonomik eşitsizlik, kimliksel dışlanma ve merkeziyetçi yönetim anlayışına karşı büyüyen bir tepki söz konusudur. Bu topraklar resmen Fransa'nın "bölünmez" bir parçası sayılsa da, pratikte hem fiziksel hem de zihinsel olarak Cumhuriyet'ten uzaklaşmaktadırlar.
Sosyoekonomik gerilimler: Eşitsizlik, yoksulluk ve tepkinin toplumsal kökleri
Fransa'nın denizaşırı topraklarında ve eski sömürgelerinde yaşanan bağımsızlık talepleri ve siyasal huzursuzluklar, yüzeyde birer "siyasi mesele" olarak görünse de, bu hareketlerin beslendiği asıl damar çoğunlukla sosyoekonomik adaletsizliklerdir. Yani mesele, yalnızca siyasi egemenliğin paylaşımı değil; refahın, kaynakların ve fırsatların eşit biçimde dağıtılıp dağıtılmadığı sorusuna dayanmaktadır.
Yeni Kaledonya örneğinde, Kanak gençlerin işsizlik oranı yüzde 30'un üzerindeyken, adadaki Avrupalı nüfusun istihdam düzeyi Fransa ana karasına yakın bir seyir izlemektedir. Bu yapısal dışlanma, zamanla sadece ekonomik değil, kültürel ve psikolojik bir yabancılaşmaya da neden olmuş; Fransız devletinin "eşit vatandaşlık" iddiası, reel toplumsal yaşamda geçerliliğini yitirmiştir.
Benzer bir tablo Mayotte'de de gözlenmektedir. Komor Adaları'ndan ayrılarak Fransa'ya bağlı kalan bu ada, bugün Avrupa Birliği'nin en yoksul toprağıdır. Yetersiz altyapı, işsizlik, göçmen baskısı ve kamu hizmetlerine erişim eksikliği halk arasında derin bir huzursuzluğa yol açmıştır. Mayotte halkı, Fransa'ya bağlı olmanın getirdiği vatandaşlık haklarının çoğuna fiilen ulaşamamakta, yer yer "vatandaşlığın sembolik ama içi boş bir sözleşme hâline geldiği" yönünde eleştiriler yükselmektedir.
Bu bölgelerdeki eşitsizlikler yalnızca yerel halk ile metropolarasında değil, aynı zamanda bu topraklarda yaşayan farklı etnik ve sosyal gruplar arasında da çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Özellikle adalarda yerleşik olan Fransız ya da Avrupalı topluluklar ile yerli halklar arasında oluşan "sömürge sonrası kast sistemi" algısı, toplumsal dokuyu zayıflatmakta ve kutuplaşmayı körüklemektedir. Bu bağlamda, ekonomik eşitsizlik yalnızca bir kalkınma sorunu değil; aynı zamanda bir temsil, adalet ve meşruiyet krizinin zeminidir.
Fransa'nın bu topraklardaki sosyal sorunlara yaklaşımı ise büyük ölçüde merkezden yönetilen ve güvenlik odaklıdır. Paris, ekonomik yatırımlar yerine genellikle kamu düzenini sağlamaya odaklanmakta; polisiye önlemleri kalkınma politikalarının önüne koymaktadır. Bu ise uzun vadeli çözüm arayışlarını sekteye uğratmakta ve halkın devlete olan güvenini azaltmaktadır.