Galibiyet içimizdedir

Mehmet Kırtorun/ Yazar
27.05.2025

Futbol, yalnızca dev ekranların, sponsorluk anlaşmalarının ve milyon dolarlık transferlerin oyunu değildir. Futbol, açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır. Toprağa çıplak ayakla basan çocuğun, aralarında kale olarak iki taş koyduğu arsada topun peşinden koşan gencin gözlerindeki ışıltıda hâlâ hakiki bir anlam mevcuttur.


Galibiyet içimizdedir

Mehmet Kırtorun/ Yazar

Futbol, çizgilerle çevrili dikdörtgen bir çimde, yirmi iki adamın rastgele bir topun peşinde koşmasından ibaret değildir. Bu sade görüntüde gözü yanıltan bir kılıf vardır. Gerçekte futbol, bir erkeğin iç savaşını sahaya sürdüğü, kendilik arayışının, mücadele dürtüsünün, içsel çatışmaların ve maskülenliğin görünürlük kazandığı sembolik bir savaş alanıdır.

Bu yazı bir övgü metni değildir. Amacı, erkeklerin bu oyunu izlerken neden derinden etkilendiklerini, bir golle nasıl sevindiklerini ve bir kırmızı kartla neden sarsıldıklarını anlamaya çalışmaktır.

Bir taraftarın, "Bugün benim takımım oynuyor," dediği pek görülmez. Çoğunlukla "Biz oynuyoruz," denir. On ikinci oyuncu, top durduğu zaman, onu harekete geçiren ateşli rüzgârın kendi nefesi olduğunu bilir.

Çünkü bu savaşa ortak olmaktır. O formayı giymek, siper almak gibidir. O gol, senin hanene yazılmış bir zaferdir. Tribünde bağıran adam, kendini yalnızca seyirci değil, savaşan askerin yanındaki subay gibi hisseder.

Maskülen kodlarla örülmüş modern cephe

Erkek, doğduğu andan itibaren içine yerleştirilmiş görünmez bir yazılım taşır. Bu yazılım, savaşmayı, üstün gelmeyi, korumayı ve hükmetmeyi emreder. Tarih boyunca bu yazılım kılıçların gölgesinde, barutun dumanında işledi. Ama çağ değişti. Savaş, ekranlara taşındı. Artık tribünler savaş alanı, futbolcular asker, teknik direktörler komutandır.

Bir adamın maç izlerken öfkeyle ayağa fırlaması, yumruğunu sıkması ya da gözleri dolarak sevinmesi, yalnızca spora verilen bir tepki değil; içindeki savaşçının geçici bir süreliğine uyanmasıdır. Tuttuğun takım senin sancağındır. Rakip, karşı tepedeki düşman birliğidir. Maç sonucu yalnızca bir skor değil; kazanılmış ya da yitirilmiş bir kimliktir.

Top ise çok alıngandır. Ona ne kötü davranmalarına ne de hınçla vurmalarına tahammülü vardır. Onu okşamalarını, öpmelerini, göğüslerinde ya da ayaklarında uyutmalarını ister. Çok gururlu, belki de kibirlidir, ama haksız da değildir doğrusu: Çok iyi bilir ki şevkle yükseldiği zaman birçok gönle mutluluk verir, yanlış yere düştüğünde ise birçok kişinin kalbi kırılır.

İşte bu yüzden futbolcu, yalnızca bir oyuncu değil; topu terbiye eden, ona ruh katan, sahada ona yön veren bir savaş sanatçısıdır. Topa kötü davranan yalnızca oyunu değil, ruhunu da kaybeder.

Duyguların cinsiyeti: Sessiz savaş ve farklı kodlamalar

Kadın için bu sahne, çoğu zaman yabancıdır. Bağıran, öfkelenen, takım formasına sarılan erkeği izlemek, çoğu zaman anlaşılmazdır. Çünkü kadın zihninde ilişki, empati ve duygusal yakınlık ön plandayken; erkek için önemli olan saldırı ve savunmadır. O, maçta yalnızca topu değil; içindeki korkuyu, bastırılmış öfkeyi ve zafer arzusunu kovalamaktadır.

Bir futbolcunun oyun stili yaşam tarzının ta kendisidir; bir toplumun görüntüsünü yansıtır, dış hatlarını belirler, onu öbürlerinden ayırt eder. Topla kurulan ilişki, kimliği ele verir: "Bana nasıl oynadığını anlat, kim olduğunu söyleyeyim."

Bir takımın oyun tarzı, onun ulusal karakterinin izdüşümüdür. Futbol, bir halkın sahadaki aksanıdır. Bir oyuncunun pas tercihi, riski göze alışı, geride kalışı ya da saldırıya geçişi, onun sadece sahadaki değil hayattaki duruşunun da aynasıdır.

Ama burada bir tuzak vardır. Eğer bu savaş yalnızca 90 dakikaya sıkışmışsa, erkekliğin özü tüketim zincirine kurban edilmiştir. O zaman maç, bir özgürlük değil; pasif bir avunma aracı haline gelir. Gerçek savaş; karar vermekte, adım atmamakta, duyguları bastırmakta, korkulara teslim olmaktadır.

Spor salonuna gitmek yerine "yarın başlarım" demek, sevdiğin kadına "seni seviyorum" diyememek, risk almaktan kaçmak, başarısız olma korkusuyla hareket edememek... Bunların her biri, içindeki savaşın izleridir. Tüm bu kaçışlar, sana ait olmayan zaferleri seyretmeyi kolaylaştırır. Çünkü başkasının oyununu izlemek, kendi oyununun bedelinden kaçmanın yoludur.

Komutan olmak ya da seyirci kalmak

Futbol, maskülenliğin haritasıdır. Ama haritayı bilmek yetmez; orada savaşmak gerekir. Ekrandaki zafer bir temsildir; esas olan, kendi hayatında savaşmayı bilmektir. Kendi kaleni korumak, kendi düşmanlarını tanımak, kendi oyununu oynamak zorundasın. Çünkü erkeklik, yalnızca kas gücü değil; yön bulma, karar alma ve yıkım karşısında dimdik durma yeteneğidir.

Ne var ki, günümüzün profesyonel futbol arenası, bu içsel savaşı sahici bir mücadeleye dönüştürmek yerine, onu sistematik bir oyunun içine hapsediyor. Rekabete dayalı serbest piyasanın kuralları, sahada da geçerli: Başarıya giden her yol mübah. Vicdan ve ahlaki değerler, sistemin dışına itiliyor. Kazanan haklı değil, sadece güçlü sayılıyor.

Çünkü profesyonel futbol, her ne pahasına olursa olsun zaferi kutsayan bir makinenin çarklarına bağlanmış durumda. Zaten "vicdan" kavramı tarih boyunca hafife alınmıştı; "içsel bir mahkeme" kişinin kendi kendine hesap verdiği sessiz bir yargıç. Ne var ki modern futbol arenasında bu içsel yargıç çoktan susturulmuş; yerini dışsal zaferlerin, skor tablolarının ve piyasa değerlerinin hükmüne bırakmıştır. Artık etik değil, estetik konuşuyor; artık doğru değil, güçlü olan alkışlanıyor.

Ama bu karanlık manzaraya rağmen, umut hâlâ yaşıyor. Çünkü futbol, yalnızca dev ekranların, sponsorluk anlaşmalarının ve milyon dolarlık transferlerin oyunu değildir. Futbol, açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır. Toprağa çıplak ayakla basan çocuğun, aralarında kale olarak iki taş koyduğu arsada topun peşinden koşan gencin gözlerindeki ışıltıda hâlâ hakiki bir anlam mevcuttur.

Neyse ki futbol profesyonel futboldan ibaret değil. Topun hâlâ neşeyle yuvarlandığını görmek için sokaklara, plajlara, küçük arsalara çıkmak yeter.

Gerçek mücadele oradadır; kimliğini parayla değil tutkuyla kazananların oyunundadır. Belki zafer yoktur o oyunda, belki kamera da yoktur, ama sahici bir bağ, gerçek bir ruh vardır. Ve belki de içindeki savaşçı, tam da orada — endüstriyel düzenin dışında, tozlu sokaklarda, savunulacak bir kaleye, fırlatılacak bir topa ve paylaşılacak bir sevince sarılarak yeniden uyanır.

Bu yüzden futbolu yalnızca izleme. Onunla yaşa. Ama ekranlardan değil, hayattan. Çünkü galibiyet, dışarıda değil içeridedir — ve gerçek zafer, kendinle oynadığın oyunu kazanabildiğinde başlar...