Garaudy kendini neden yaktı?

Cemal Aydın / Yazar
18.06.2016

Allah ile güçlü bir bağ kurup O’nun kulları için elinden gelenin fazlasını yapmış, on binlerce Batılıyı İslâm’a ısındırmış ve arkasında böylesi genç bir okuyucu kitlesi oluşturabilmiş Garaudy, varsın kendini yaksın veya yaktırsın! Biz yakılan bedene değil, onun bıraktığı mânevî uyanışa ve silkinişe bakalım!


Garaudy kendini neden yaktı?

Roger Garaudy (Roje Garodi) ile ilgili her nereye konuşmaya çağrılsam, her ne zaman Garaudy’den söz açılan bir mecliste bulunsam, karşıma hep bu soru çıkıyor. Öyle sanıyorum ki bundan sonra bu soru hep sorulmaya devam edecek.

Bir toplantı sonunda yine aynı sualle karşılaşınca salondakilere şöyle dedim: Siz Neyzen’i tanır mısınız? Mehmet Akif’in “Sen ağzınla kuş tutsan...” der demez bir koşu çalılıklar arasına giden ve gerçekten ağzıyla kuş tutup gelen Neyzen’i? Pek çok kişinin aleyhinde müstehcenliğe varan ağır hicviyeler, yenilip yutulmaz yergiler yazan Neyzen’i? Tanır mısınız o hem eşsiz neyzen, hem de güçlü şair Neyzen Tevfik’i?

İşte o Neyzen bir gün Sultanahmet’ten Beyazıt’a doğru gitmektedir. Başını semaya kaldırmış, bağırıp çağırmaktadır. Belli ki Allah’a sitemi vardır. Onun bu hâlini gören bir dostu yanına gelir ve “Neyzen! İnsanlara attığın fırçalar yetmedi de şimdi bir de Allah’a mı kafa tutuyorsun?” diyerek ayıplar. Neyzen durur. Adamın yüzüne sertçe, biraz da delice bakar ve şöyle der: Sen hiç sahibine havlayan köpek görmedin mi?

Çekil yolumdan yılan!

“Sahibini” bilen, ama hakkıyla bilen, bizlerin bilmediği kadar iyi bilen o Neyzen bir ara Mısır’dadır. Önemli bir zattan bir başka önemli zata haber götürmektedir. Yolda âniden karşısına devasa bir yılan, bir boa yılanı çıkar. Ejderha gibi olanca korkunçluğuyla karşısına dikilir.

Öyle bir durumda sizler ne yapardınız bilmem, ama eminim benim dizlerimin bağı çözülür, baygın yere yuvarlanırdım. Fakat Neyzen ne yapar bilir misiniz? Durur, sağ elini kaldırır, şehadet parmağını tehdit edercesine yüzüne doğrultur ve şöyle haykırır: “Bana bak! Ben mübarek bir zattan bir mübarek zata çok önemli bir haber götürüyorum. Eğer sen bana mani olursan, benim ruhum seni şikâyet edilmesi gereken makamlara şikâyet eder ve sen bu dünyada da öbür dünyada da lânetlenmişlerden olursun!”

O ejderha görünümündeki yılan, Neyzen’in bu sözlerini üzerine sanki başına ağır boksör yumruğu yemiş de sersemlemişçesine, tıpkı bir balonun sönüşü gibi yere iner ve görülmedik bir hızla kayar gider.

Neyzen’in o meydan okuyuşunu ancak bir Allah eri yapabilirdi. Çünkü tasavvufta “Allah’tan hakkıyla korkan, Allah’tan gayri hiçbir şeyden korkmaz!” denilir. Öyle bir mertebeye ermek içinse, insanın “Sahibini” çok iyi tanımış ve bilmiş olması gerekir. Her an Allah’ın varlığıyla, hâzır ve nâzırlığıyla haşır neşir olması gerekir. İşte Garaudy de tıpkı Neyzen gibi “Sahibini” hakkıyla bilen bir Allah eriydi. Hatıralar, Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum adlı kitabında, Allah’ın varlığını bir sürü delil ve akılla ispatlamaya hiç ihtiyacının olmadığını belirtir ve şok edici bir ifadeyle şöyle der: “Ben, Allah vardır, demeyi dahi küfür addede gelmişimdir!”

Roger Garaudy Allah’ın varlığıyla dopdolu bir düşünürdür. Allah onun her an yanında, yanı başındadır. Allah’ın varlığını lafla değil, gerçek hisle ve bilinçle “şah damarından daha yakın” gören kimsedir.

Rabbiyle böylesine bütünleşmiş, O’nun varlığıyla böylesine hemhâl olmuş olduğu içindir ki Garaudy de tıpkı Neyzen gibi sadece Allah’tan korkar ve O’na hakkıyla saygı duyar. Allah’tan başka hiçbir şeyden de, tıpkı Neyzen gibi, asla ve kat’a korkmaz!

Neyzen nasıl o ejderhaya meydan okumuşsa, Garaudy de aynen onun gibi günümüzdeki yedi başlı siyonist ejderhaya meydan okuyabilmiştir!

Bilir misiniz, Garaudy’nin altmışı aşkın kitabı vardır, buna altmış, yetmiş sahifelikleri de eklerseniz neredeyse yüzü bulur. Yüz kadar da Garaudy’nin önsözünü yazdığı kitap vardır Fransa’da. Çünkü Garaudy bir zamanlar Fransa’da yediden yetmişe herkesin tanıdığı, kitapları 40’tan fazla yabancı dile çevrilmiş dünya çapında bir fikir ve eylem adamıydı. Bütün dünya aydınları onu tanır, bilir ve eserlerini okurdu. Kitapları yüz binlerce satardı. Garaudy’nin önsözlerini yazdığı kitaplar da aynı şekilde rağbet görürdü.

İşte böyle bir adam, İsrail’in Filistinlilere yaptığını kınayan ve İsrail terörünü yerden yere vuran kitaplar yayınlayınca, bütün kapıların kendisine kapanacağını ve kendisinin “sükût suikastına” tabi tutulacağını, adının artık hiçbir basın ve yayın organında geçmeyeceğini bilmiyor muydu? Yahudi lobisinin elinde olan Batı medyasının kendisini dipdiri mezara gömeceğini bilmez miydi?

Nitekim bir zamanlar ağzından en ufak bir demeç alabilmek için koşuşturup duran Fransız ve dünya medyası yanına bile yaklaşmaz oldu. “Yeni bir kitap çalışman varsa biz yayınlamaya talibiz!” diyen Fransa’nın en güçlü yayınevleri Garaudy’den cüzzamlıdan kaçarcasına kaçar oldular.

“Beni tehdit ettiler Garaudy!”

Bir ara Garaudy’nin karşılaştığı o büyük yanınevlerinden birinin patronu, olup biteni kendisine ister istemez itiraf etmek zorunda kalmış ve şöyle demişti: “Sevgili Garaudy, bana Dünya Siyonist Hareketi’nden bir temsilci geldi ve ‘Eğer bundan sonra Garaudy’nin bir eserini yayınlar veya eskiden yayınladığınızı tekrar basarsanız, size Amerikan kitaplarının hiçbirinin yayın hakkını verdirmeyiz!’ dedi. Diğer yayınevi sahiplerine de aynı tehdidin yapıldığından eminim. O yüzden bizleri mazur gör!”

Bütün bu olacakları bilmesine, sezmesine ve daha sora olacaklardan adı gibi emin olmasına rağmen hiç yılmadı ve doğru bildiği yolda tek başına yürümeye devam etti.

On binlerce makale yazmasına, yüze yakın kitaba imza atmasına, sayısız tebliğ sunmasına rağmen hiçbir zaman fazla parası olmadı. Evinde hizmetçisi yoktu. Zaten evi de Paris’e 50-60 kilometre mesafedeki bir kasabada bulunan kayın validesinin eviydi. Mobilyalar da benim gördüğüm kadarıyla belki en az elli yıllıktı. Herhâlde evlendiklerinde alınan ve bir daha “modaya uyup” değiştirilmemiş mobilyalardı.

Onun gözü eşyada, malda, mülkte değil, insanlığın kurtuluşundaydı. İstiyordu ki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülkesinde yoksul ve çaresiz insan olmasın! Fransız Komünist Partisi’nin gençlik kollarına “Ben Hristiyanım, sizin fakirin yanında olduğunuzu gördüğüm için kaydolmak istiyorum, kabul eder misiniz?” diyerek girmişti. Sonunda Komünist Parti’nin tepe noktasına kadar geldi, Fransa’nın bütün dünyada sözcüsü oldu, ama yoksulları hiçbir zaman unutmadı. Nasıl unutsundu ki ellerin çamaşırlarını yıkayarak evini geçindirmeye çalışan ve kiliseye Pazar âyinine katılabileceği bir elbisesi olmadığı için dua ve ibadetini oralarda bulunan bir Kızlar Manastırına giderek yapan bir büyük annesi vardı. Nasıl unutsundu ki çekirdek kahve satmak için sabahtan akşama kapı kapı dolaşan ve akşamları eve yürümekten bacakları mahvolmuş, damarları dışarı fırlayıp morarmış dönen bir annenin evlâdıydı.

Henüz yirmili yaşlarda Don Kişot olmayı kafasına koymuştu. Onun ideal olarak benimsediği Don Kişot bize öğretilen o yel değirmenleriyle savaşan aptal adam değildir! Garaudy’ye göre “Don Kişot, Jül Sezar’dan da, Napolyon’dan da daha gerçektir! Onlar sadece kitaplarda var, oysa Don Kişot sahte gerçeğe meydan okuyan ölümsüz kahramandır!” Şöyle diyordu Garaudy: “Benim açımdan dünyanın en büyük günahı, umutsuzluğa kapılmaktır. İman sahibi insan umutsuz olmaz!”

O yüzden karşısına çıkarılan hiçbir engeli tanımadı. Telefon tehditlerine, önünü kesip tehditler savuranlara, kendisini suçlayıp mahkeme mahkeme dolaştıran siyonistlere hiç aldırmadı.

Allah’ın kulları ister Latin Amerika’da, ister Afrika’da, ister Uzakdoğu’da, isterse Filistin’de olsun, eğer eziliyorlarsa, eğer mağdur durumdalarsa, eğer insanca yaşamaktan mahrum bırakılmışlarsa, Garaudy’yi kimse tutamazdı. Onların haklarını ölümü pahasına bile olsa savunmaktan kimse alıkoyamazdı.

Bütün dünya din ve felsefelerini ana kitaplarından okuyup inceledi. İnsanlığa yön vermiş, etkili olmuş, yüz binleri veya milyonları kendisine bağlamış hiçbir kitap, hiçbir ana kitap yoktur ki Garaudy okumamış olsun! Tâ eski Maya ve Azteklerden, eski Mısır’a, Çin, Hint, Pers ve Japon dinlerine varıncaya kadar bütün dinlerin kutsal kitaplarını dipdiri bir gözle okudu, anladı ve değerlendirdi.

Felsefenin zaten tâ ilk kökenlerinden günümüze kadar olan bütün aşamalarını biliyordu. Bu konuda devlet doktorası yapmıştı. İslâm felsefesini ise sonradan öğrendi. Çünkü Batı lise ve üniversitelerinde İslâm felsefesine yer verilmiyordu.

Tüm din ve felsefeleri tenkitçi bir gözle gözden geçirdikten sonra insanlığa ilâhî seslenişin son dini olarak görüp emin olduğu İslâm’da karar kıldı. Öyle bir şöhrete sahipti ki “Niçin Müslüman Oldum?” başlıklı yazısını Fransa’nın Le Monde gibi en itibarlı bir entellektüel gazetesinde yayımlattı. Şimdilerde olduğu gibi o zamanlarda islamofobi, yani İslâm düşmanlığı ve korkusu vardı. Fakat Garaudy olunca işler değişirdi. Ona o zamanlar bütün kapılar açıktı.

Garaudy kendi kurtuluşu için değil, bütün insanlığın kurtuluşu için ömrünü harcadı. Sadece yoksulları değil, Batı’yı da düşündü. Çünkü Batı Allah’a imanını kaybetmişti. Ruhî tatminini çok kazanmak, rahat harcamak ve keyif çatmakla sağlayacağını zanneder olmuştu. Batı, para için yararlı, yararsız, hatta zararlı ve silâh gibi öldürücü her şeyi üretiyor, reklâmlarla insanların beynini yıkayarak pazarlıyor ve bu amansız gidişle aslında bütün insanlığın mezarını kazıyor, torunlarımızın hayatını gasp ediyordu.

İstedi ki İslâm şahlansın!

Gördü ki Batı’nın bu kör gidişini, insanlığın istikbalini mahvedecek bu gidişi ancak İslâm durdurabilir. Ancak İslâm bilgeliği, İslâm’ın kanaatkârlığı, insancıllığı ve tabiat severliği bu intiharcı yuvarlanışı hayra dönüştürebilir. O zaman İslâm entelektüellerine yöneldi. Müslüman fakihlere, İslâm hukukçularına seslendi: Bakın, bir zamanlar İslâm çok kısa sürede bütün dünyaya yıldırım hızıyla yayıldı. Atlas okyanusundan Çin denizine, Yemen’den Kafkas ötelerine kadar insanlar İslâm’a kucak açtı. Avrupa, Endülüs’te gerçekleştirilen İslâm medeniyeti sayesinde medenileşti. İslâm, o zamanki dünyanın neredeyse yarısından fazlasına yayılışını, silâh gücüyle değil, getirdiği adalet, eşitlik ve insan severlikle gerçekleştirdi.

Onlar gittiği yerlerdeki kültürleri özümseyerek yeniden şekillendirdiler ve insanlığın huzuruna yönelik kuralları ortaya koydular. Yüzyıllarca insanlar o kurallar sayesinde mutlu yaşadı.

Peki, sizler, siz günümüzün bilim, fikir ve hukuk adamı Müslümanlar, siz ne yapmaktasınız? Bütün yaptığınız onların koydukları kural ve kanunları tekrarlamaktan ibaret! Öyle değil mi? Aranızdan neden bir Gazzâli, bir İbn Rüşd, bir İbn Sina, bir Ebu Hanife, İmam Şafii... çıkmıyor? Çıkmaz, çıkamaz! Çünkü sizler artık Kur’ân’ı da, Sünnet’i de sadece ölülerin gözleriyle, o ölüp gitmişlerin gözleriyle okuyorsunuz! Onların yöntemlerini benimseyip yeni atılımlar başlatacak yerde, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorsunuz! Yetsin artık ana kaynakları ölülerin gözleriyle okumanız! Silkinin ve insanlığın huzursuzluktan kıvrandığı, ne yapacağını bilemez hâle geldiği, kalbinin huzurunu bol tüketip, bol eğlenmede aradığı ve bu arada insanlığın geleceğini mahvettiği şu insan ve kaynak israfına son verecek çözümleri üretin! İnsanlığa huzurun yollarını gösterin! Roger Garaudy İslâm dünyasına yönelik bu çağrısını sadece bir kitabında değil, birçok kitabında yaptı. Çok yakınlarda gördüm ki onun çağrısı gençlikte giderek dalga dalga yayılıyor ve yankılanıyor.

Adıyaman Üniversitesi’nde buna bizzat şahit oldum, Garaudy’nin Don Kişotça çabasının boşa gitmediğini o gençlerin gözlerinde okudum. O üniversiteli gençlerin, özellikle de hanım kızlarımızın, Garaudy gibi okunup anlaşılması hiç de kolay olmayan birinin eserlerini şevkle ve azimle okumuş olmaları beni çok heyecanlandırdı. Anadolu’muzda böyle çaplı bir üniversitenin oluşu, geleceğimiz açısından son derece umut verici. Rektörlüğünden öğretim üyelerine kadar bütün üniversite mensuplarını bu kalitede öğrenciler yetiştirdikleri için yürekten kutluyorum.

Allah ile güçlü bir bağ kurup O’nun kulları için elinden gelenin fazlasını yapmış, on binlerce Batılıyı İslâm’a ısındırmış ve arkasında böylesi genç bir okuyucu kitlesi oluşturabilmiş Garaudy, varsın kendini yaksın veya yaktırsın! Biz yakılan bedene değil, onun bıraktığı mânevî uyanışa ve silkinişe bakalım!

“Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” diyen Yunusumuzla birlikte onun ölmeyen ve gençlerimizi coşturan yanını esas alalım!

[email protected]