Garbın jeopolitik ‘şark meselesi’ ve İzmir’in işgali-III

Doç. Dr. Nuri Sağlam / İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
8.06.2019

Amerika’nın kurucusu sayılan Samuel Adams’ın “Düşmanlarını ve rakiplerini haksız çıkar ve onları o konumda tut!” stratejisi, sadece Amerika’ya özgü yahut sadece devletler arası işleyen bir siyaset anlayışı değildi. Bu anlayış, insanoğlunun en büyük zaaflarından biri olarak toplumsal hayatın her noktasında ve maalesef çok farklı biçimlerde karşılaştığımız bir realiteydi.


Garbın jeopolitik ‘şark meselesi’ ve İzmir’in işgali-III

Henüz Selanik’te görev yaparken mesai saatleri dışında gerek Kristal, Olympos, Junyo ve Beyaz Kule gibi Selanik’in meşhur mekânlarında gerekse çeşitli dost meclislerinde yakın arkadaşlarıyla bir araya gelen Mustafa Kemal, Türk milletinin istikbalini kurtarmak için neler yapılması gerektiğine dair siyasî ve asrî düşüncelerini dile getiriyor ve etrafındakilere “tûl-i emel” yani gelecekle ilgili büyük arzular aşılamaya çalışıyordu. Hatta Şevket Süreyya Aydemir ve Falih Rıfkı’nın anlattıklarına bakılırsa âdeta günün birinde edineceği yetkileri biliyormuş ve sanki bu yetkiler daha şimdiden elindeymiş gibi kararlı ve ciddî tavırlarla etrafındakilere “Seni Harbiye Nazırı yapacağım, sen Başvekil olacaksın…” kabilinden çeşitli görevler dağıtıyor; bazı arkadaşlarının “Peki Kemal, bizi bu mevkilere getirmek için sen ne olacaksın? Yoksa padişah mı?” sorusuna “Hayır, ondan da büyük…” şeklinde ilginç cevaplar veriyor ve böylece istikbale yönelik “ümit, hayal ve ihtiraslarını” da açığa vurmuş oluyordu. Bütün bu coşkun ve belki biraz da esrik söylemlerini etrafındakilerin bazıları başlarını sağa sola sallayarak dinlese de önemli bir kısmı onaylıyor ve Mustafa Kemal geleceğe birlikte yürüyeceği yol arkadaşlarını daha şimdiden denemiş ve seçmiş oluyordu. 

Söz konusu toplantılarda padişahla beraber bazı kumandanları ve bu arada tabii Enver Bey’i de eleştirmekten çekinmeyen Mustafa Kemal, mizacına dair hususiyetlerinin yanı sıra askerî kabiliyetleri bakımından da İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde kısa sürede tanınıp sivrilmişti. Ancak onun bu tür düşünce ve eleştirileri, İttihat ve Terakki Umumî Merkezince aşırı bulunuyor ve özellikle de merkezin en kudretli şahsiyeti Enver Bey’i hayli rahatsız ediyordu. Bu yüzden 1908 İhtilalinden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden o zorlu süreçte, Türk milletinin kaderini büyük ölçüde tayin edici roller üstlenen bu iki genç subayın arasına, henüz yolun başlarındayken tuhaf bir soğukluk girmiş oldu. Esasen kelimenin tam anlamıyla mizaç farklılığından kaynaklanan ve Enver Paşa’nın vefatına kadar da şu veya bu şekilde sürüp gidecek olan bu soğukluk, Türk devrim tarihini daha o günlerden itibaren yazmaya başlayan bazı güçlü kalemler tarafından gereksiz, sebepsiz ve üstelik mesnetsiz yere Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i kıskandığı ve çekemediği şeklinde yorumlandı. Gerçi Amerika’nın kurucusu sayılan Samuel Adams’ın “Düşmanlarını ve rakiplerini haksız çıkar ve onları o konumda tut!” stratejisi, sadece Amerika’ya özgü yahut sadece devletler arası işleyen bir siyaset anlayışı değildi. Bu anlayış, insanoğlunun en büyük zaaflarından biri olarak toplumsal hayatın her noktasında ve maalesef çok farklı biçimlerde karşılaştığımız bir realiteydi… 

İki büyük kumandan  

Bu cümleden olarak Türk kamuoyu önüne ilk defa Tesvîr-i Efkâr gazetesinin 29 Ekim 1915 tarihli nüshasında, umumî harbe girişimizin yıl dönümü münasebetiyle çıkarılan Mustafa Kemal, gazetenin başyazarı Yunus Nadi tarafından “Çanakkale kara muharebelerinde fevkalâde yararlıkları görülen ve Boğazları ve Hilâfet makamını kurtaran kumandanlarımızdan, yaratılışındaki kahramanlık ve insan üstü cesaretiyle seçkin Miralay Mustafa Kemal Beyefendi” övgüsüyle takdim edilmişti. Bu takdim yazısı, Mustafa Kemal’in, gazetenin sağ tarafına yerleştirilmiş dairesel bir fotoğrafının altındaydı. Sol tarafına ise benzer ifadelerle taltif edilen Mirliva Cevat Paşa’nın fotoğrafı konulmuştu. Ayrıca gazetenin bu ilk sayfasında umumî harple ilgili uzunca bir yazı yayımlanmış ve bu yazının son cümlesi de “Çanakkale’nin kara ve deniz müdafaasında fevkalâde yararlıkları görülerek milletin ebedî şükranlarını hakkıyla kazanan iki büyük kumandanın da resimlerini okuyucularımıza takdim etmeyi uygun gördük.” şeklinde kurulmuştu. 

Buraya kadar garipsenecek herhangi bir durum yoktu. Ancak o sıralarda gazetenin yazı işleri müdürü olan Abidin Daver, yıllar sonra Mustafa Kemal’in resmini gazeteye ilk defa nasıl bastıklarını anlatırken şunları söyleyecekti: “Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i fena halde kıskanıp çekemediğini söylemiştim ya, Paşa merhum bu resmi görünce küplere binmiş. İstihbarat Şubesi Müdürü Seyfi Bey de esasen fena hâlde köpürmüş. Evvela Sansür zabitini üç gün hapsettiler, bizi de cepheye göndermek tehdidiyle müthiş surette haşladılar. Bereket versin ki Yunus Nadi Bey mebustu. Bu yüzden gazeteyi kapatmaktan çekindiler. Fakat sonra bir bahane icat ettiler, Tasvîr-i Efkâr’ı on gün müddetle kapattılar. Buldukları bahane şuydu: Şehremini İsmet Bey’in kardeşi Savni Bey, Yeniköy Dairesi Belediye reisi tayin edilmişti. Vay, ‘kardeşi’ kelimesi ilave ederek bu haberi yazdınız, bunda kötü niyet var, dedilerdi.” 

Aradan elli yılı aşkın bir zaman geçtiği için acaba Abidin Daver bu olayı yanlış hatırlıyor olabilir miydi? Öyle bile olsa bu milletin çoktan göçüp gitmiş iki büyük değeri hakkında tanıklık ederken daha sorumlu davranması ve hiç değilse yazı işleri müdürlüğünü bizatihi kendisinin yapmış olduğu gazetenin konuyla ilgili nüshalarını şöyle bir gözden geçirmesi gerekmez miydi? Kaldı ki anlattıkları yanlış hatırlamaya da benzemiyordu. Zira Abidin Daver’in gazetenin kapatılmasına bahane olarak icat edildiğini söylediği haber, gerçekte Mustafa Kemal’in fotoğrafının basıldığı tarihten tam bir ay önce -Tasfîr-i Efkâr gazetesinin 29 Eylül 1915 tarihli nüshasında- yayımlanmış ve gazete de bu tarihte kapatılmıştı. Aradan 20 gün geçtikten sonra, gazete Tesvîr-i Efkâr adıyla yeniden çıkmaya başlamış ve Mustafa Kemal’in söz konusu fotoğrafı da işte bu gazetenin 29 Ekim 1915 tarihli nüshasında basılmıştı. Kısacası, gazete hangi gerekçeyle kapatılmış olursa olsun bu olayla Mustafa Kemal’in fotoğrafının basılması arasında herhangi bir ilgi kurmak mümkün değildi. 

Yanlış referanslar

Diğer yandan her iki subay arasında yukarıda bahsettiğimiz biçimde doğup gelişen bir soğukluk olmakla beraber gerek rütbeleri gerekse bulundukları mevkileri dikkate alındığında, ortada, İttihat ve Terakki’nin en kudretli şahsiyeti olduğu herkesçe bilinen Enver Paşa’nın o sıralarda Albay olan Mustafa Kemal’i kıskanmasını ve çekememesini gerektirecek hiçbir mantıklı sebep de görünmüyordu. Eğer Enver Paşa, kıskançlıktan, çekememezlikten yahut başka bir sebepten dolayı Mustafa Kemal’e Türk basınında sansür uygulatmış -ki kaynaklarda en çok iddia edilen de budur- ve Tesvîr-i Efkâr gazetesinde yayımlanan fotoğrafından ötürü küplere binmiş olsaydı, bu olaydan sadece birkaç gün sonra Harbiye Nezareti’nin çıkarmaya başladığı Harp Mecmuası’nda Mustafa Kemal’in adını bile andırmaması gerekirdi. Oysa söz konusu olayın üzerinden henüz bir buçuk ay bile geçmemişken hem de doğrudan doğruya Enver Paşa’ya bağlı olarak çıkan Harp Mecmuası’nın Aralık 1915 tarihli ikinci sayısında, Mustafa Kemal’in son derce şık bir fotoğrafı yayımlanıyor ve Türk kamuoyuna “Anafartalar Grubu Kumandanı Miralay Mustafa Kemal Bey” olarak takdim ediliyordu. Üstelik Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki Kireç Tepe anıtı önünde yürürken çekilmiş bir başka fotoğrafı da -bu fotoğrafın altında adı yazmamakla birlikte- derginin dördüncü sayısında kapak resmi olarak kullanılmıştı. 

Bahsi biraz fazla uzattığımın farkındayım ama söz hazır Harp Mecmuası’na gelmişken konuyla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay’ın meşhur Çankaya adlı kitabıyla Şevket Süreyya Aydemir’in yine son derece kıymetli Tek Adam adlı kült kitabında aktarılan ve dolayısıyla diğer bütün yayınlara da bu kaynaklardan sıçradığını sandığım bir başka yanlış referansa daha dikkat çekmek isterim. Falih Rıfkı Atay meşhur Çankaya adlı kitabında şunları söylüyordu: “Mustafa Kemal adını, daha sonra, Birinci Dünya Harbi’nin pek karanlık günlerinde duydum. Mustafa Kemal’in ismi, o vakit İstanbul’un kurtuluş hikâyesine karıştı idi. Enver’in rakibi olduğu söylendiğinden ve adı saklanmak istendiğinden onu büsbütün benimsemiştik. Bir aralık Harp Mecmuası’nda Ruşen Eşref’le konuşması yayınlandığı vakit, Enver’in veya ona yaranmak isteyenlerin emri ile baskı durdurulmuş, Mustafa Kemal’in resmi çıkarılarak yerine Liman von Sanders’in resmi konmuş olduğunu duyduk.” Şevket Süreyya Aydemir ise aynı olayla ilgili olarak şöyle diyordu: “Harbiye Nezaretinin çıkarttığı Harp Mecmuası’nın kapağına Mustafa Kemal’in Çanakkale kahramanı olarak konulan resmi, tam dergi basılacağı sırada, klişesi alınarak dergiden çıkartılmıştır. Yerine, Enver Paşa’nın emriyle Enver’in amcası Halil Paşa’nın resmi konulmuştur. Söylendiğine göre Enver Paşa: ‘Muvaffakiyet askerindir. Şahsı sivriltmeye lüzum yok!’ emrini vermiştir.” 

Görüldüğü üzere her iki söylem arasında ayrışan ve örtüşen taraflar olmakla beraber ortak izlek yine Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i Çanakkale’deki başarısından dolayı kıskandığı ve çekemediği argümanına dayanmakta, referans olarak da Harp Mecmuası kullanılmaktaydı. Ancak olayın aslı bu anlatılardaki gibi değildi. Öncelikle Ruşen Eşref’in Mustafa Kemal ile yaptığı konuşmanın Harp Mecmuası’yla hiçbir ilgisi yoktu. Çünkü bu konuşma ilk defa Ziya Gökalp’in çıkarmakta olduğu Yeni Mecmua’nın 1918 Mayısında neşredilen Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde’sinde yayımlanmıştı. Aslında bu durum, her iki kaynakta anlatılanların gerçekle uyuşmadığını açıkça gösteriyordu ama her iki yazar da dergi adlarını aynı şekilde karıştırmış olabilir düşüncesiyle meseleye yeniden bakılsa bile sonuç değişmiyordu. Bununla beraber Yeni Mecmua, İttihat ve Terakki Umumî Merkezinin en güçlü simalarından biri olan Ziya Gökalp tarafından çıkarıldığına göre, eğer Enver Paşa söylenildiği gibi Mustafa Kemal’i kıskanıyor ve çekemiyor olsaydı, mantık icabı, rakibiyle yapılan bu son derece dikkat çekici röportajın da söz konusu dergide yayımlanmasına engel olması beklenirdi… 

Bütün bunlar bir yana, daha önce de söylediğim gibi Türk milletinin kaderinde, tayin edici sorumluluklar üslenmiş bu iki büyük şahsiyeti, genel olarak bir insanlık zafiyeti olan “kıskançlık ve çekememezlik” gibi son derece sakil sıfatlar üzerinden karşılaştırmak bile sorun oluşturmak bakımından zaten tek başına yeterlidir. Zira insanlık tarihi boyunca ne kadar yetkin ve işinin ehli olursa olsun, bulunduğu mevki veya makama bireysel zaaflarından sıyrılarak gelmiş ya da getirilmiş tek bir örnek bile mevcut değildir! Eşyanın tabiatı yahut doğanın kanunu maalesef böyledir. Diğer yandan bu tür söylemler, belki bir ulus devlet yaratmaya matuf, mazur görülebilir masum manevralar bile olsa, bir bireyin, bir zümrenin, bir devletin, hangi amaçla olursa olsun herkesi aynı inançlara sahip olmaya zorlayarak çokluktan birlik elde ettiği de yine insanlık tarihi boyunca görülmüş şey değildir… 

Birkaç ‘niçin?’ sorusu 

Nitekim Yunus Nadi’nin Tesvîr-i Efkâr gazetesinde Mustafa Kemal’in fotoğrafının altına kaydettiği türden makul övgülerin, Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz bazı gazeteler tarafından âdeta aklın sınırlarını aşan fantastik bir retoriğe dönüştürülüp Çanakkale zaferini o günlerden itibaren sadece ve sadece Mustafa Kemal Paşa’nın Anafartalar’daki kahramanlığına bağlayan kanonik bir söylem hâline getirilmiş olması da bu türdendir. Ancak her şeye rağmen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bizatihi kendisi için söylediği gibi modern bireyin artık bütün tek kahramanlı anlatılardan sıkılmaya başladığı bir düşünsel düzeye, hiç kuşkusuz yine büyük ölçüde Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine erişme vizyonu ve çabaları sayesinde ulaştığımızı unutmaksızın, bu tür söylemlere -herhangi bir mantıklı dayanağı olsun olmasın- öncelikle Mondros Mütarekesinden İzmir’in işgaline oradan Cumhuriyet’in kuruluşuna ve nihayet “Şark Meselesi”nin halline giden süreçteki kayıp zamanın izinden kısmen de olsa bir şeylerin bulaştığını sanıyorum. Zira kulağa bir paradoks gibi gelse de gerek bireysel gerekse toplumsal açıdan ilerleme kaydedebilmek, iç ve dış hayatın akışını hep başkalarının önümüze gerdiği kirli perdeler üzerinden seyrederek aldanmanın ezelî bir şifa olan anaforundan sıyrılabilmek için mutlaka geriye bakmamız gerektiğine inanıyorum. Bunun için her şeyden önce şimdilik sadece birkaç “Niçin?” sorusuna ihtiyacımız var. Biraz sonra ilkini kullanacağım ama önce Vakit gazetesinde çıkan bir yazıda, Mondros Mütarekesi imzalandıktan sora Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak görev yaptığı Suriye cephesinden İstanbul’a henüz dönmüş olan Mustafa Kemal Paşa için neler söylendiğine bir göz atalım: 

(Devam edecek.) 

[email protected]