Garbın jeopolitik ‘Şark meselesi’ ve İzmir’in işgali-IX

Doç. Dr. Nuri Sağlam / İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
5.01.2020


Garbın jeopolitik ‘Şark meselesi’ ve İzmir’in işgali-IX

Devrim tarihinde, öteden beri Mustafa Kemal Paşa’nın işgal kuvvetlerine karşı Anadolu’da millî bir direniş başlatmak için salt kendi irade ve isteğiyle Samsun’a gittiği ve üstelik yakın zamana kadar bu yolculuğu Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı dümeni bozuk, paraketesi kırık ve hatta pusulası dahi bulunmayan eski bir tekne ile gizlice gerçekleştirdiği ileri sürülüyordu. Buna mukabil Mevlanzade Rıfat’ın 1929 yılında yayımladığı Türkiye İnkılabı’nın İçyüzü adlı kitabında, Mustafa Kemal Paşa’nın vatanı kurtarmak göreviyle Anadolu’ya bizzat Sultan Vahideddin tarafından gönderildiğini iddia etmesi üzerine devrim tarihinin anlatısıyla çatışan alternatif bir söylem daha geliştirilmişti. Nihayet son günlerde her iki söylemi de reddeden Murat Bardakçı, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişinin “bir devlet operasyonu” olduğunu ileri sürdü. Fakat bütün bu söylem ve iddialarda, her nedense Osmanlı payitahtını ve Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal altında bulunduran Batılı devletlerin bu süreçte ne iş gördüklerine dair herhangi bir analiz mevcut değildir. Bu ise gerek Millî Mücadele tarihinin gerekse sonraki süreçte yaşanan gelişmelerin okuyucunun imgeleminde rasyonel bir zemine oturmasını zorlaştırmaktadır.

Devrim tarihi anlatısı

Devrim tarihinin anlatısına göre yedi düvele karşı yokluklar ve imkânsızlıklar içinde mucizevî ve destansı bir mücadeleyle kazandığımız Kurtuluş Savaşı, İzmir’in işgali sırasında gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşman askerlerine kahramanca atılan “ilk kurşun” ile başlamış ve orada şehit edilen Hasan Tahsin’in anısına, aradan uzunca bir süre geçtikten sonra 1974 yılında İzmir’in Konak Meydanı’na “İlk Kurşun Anıtı” dikilmişti. Hangi ideolojik zeminde üretilirse üretilsin bu tür kahramanlık söylenceleri, ulus devlet inşasında sadece millî bilinci güçlendirme işlevi görmekle kalmazlar; her türlü iktidar mücadelesinde kişisel çıkarların oynadığı rolü perdelemek için kullanılan birer propaganda aracına da dönüşürler. Ünlü İngiliz filozofu Bertrand Russell’in Sorgulayan Denemeler adlı kitabında kendi eğitim sistemlerini tasvir ederken ileri sürdüğü “Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen ancak çoğunlukla olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen gençler yetiştirir. Daha sonra bu genç insanlar, yaşamları süresince onları her türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.” şeklindeki tespiti, siyasetin manipülatif dili için bu tür söylencelerin -yine tekrar ediyorum hangi ideolojik zeminde üretilirse üretilsin- ne denli kullanışlı birer enstrüman olduklarına da işaret eder. Amacım burada kahramanlık hikâyeleri yahut söylencelerin kanonik hususiyetlerine dair bir analiz yapmak değil elbet. Zira ideolojilerin irrasyonel kaynakları arasında yer alan bu tür söylencelerin her türlü eleştiriye dirençli oldukları bilinen bir husustur. Ama daha önce Hasan Tahsin ile Atatürk arasında kurulan siyasal bir bağlantıyı irdelerken “ilk kurşun” olayının da devrim tarihçiliğinin inşa ettiği bir söylence olduğunu ileri sürdüğüm için bu konuya burada kısaca değinmem gerekiyor.

İşgal sonrası onur kırıcı haberler

Hatırlanacağı üzere 15 Mayıs 1919 günü sabah saat 09’dan itibaren İtilaf donanmalarının himayesi ve gözetimi altında İzmir’e asker çıkarmaya başlayan Yunan ordusu, İzmir’in Müslüman-Türk ahalisine yönelik korkunç bir katliama girişmiş ve İzmir’deki bütün yerel gazete binalarını, Posta ve Telgraf Dairesini, Valiliği, Kışlayı velhasıl bütün kurum ve kuruluşları işgal etmişti. Bu yüzden gerek hükümet gerekse İstanbul’da çıkan gazeteler, işgalin ilk günlerinde İzmir’de vuku bulan olaylarla ilgili herhangi bir haber alamadılar. Öyle ki dönemin Dahiliye Nazırı Ali Kemal bile 20 Mayıs tarihinde gazetecilere verdiği bir beyanatta “Vuku bulan işgal hakkında malumatım pek nakıstır!” demekteydi. İstanbul gazeteleri, İzmir’in işgali sırasında neler yaşandığına dair İzmir’den İstanbul’a gelen ve kimliği belirsiz bazı yolculardan aldıkları muhtelif rivayetleri, aradan yaklaşık bir hafta geçtikten sonra ancak yayımlamaya başladılar. Bununla beraber İstanbul, Mondros Mütarekesinden itibaren İtilaf devletleri tarafından fiilen işgal altında tutulduğu için İzmir’de meydana gelen müessif olaylarla ilgili rivayetlerin büyük bir kısmı sansür ediliyor fakat işgal sırasında Kışlada bulunan Türk askerinin beyaz bayrak çektiği yahut işgalden önce şehri terk ettiği kabilinden son derece onur kırıcı haberlere izin veriliyordu. 

İzmir’in işgali sırasında düşmana ilk kurşunu attığı ve orada şehit edildiği anlatılagelen gazeteci Hasan Tahsin’le ilgili tek haber ise işgalden tam 10 gün sonra sadece Tasfîr-i Efkâr gazetesinde yayımlanmıştı. Nitekim bu gazetenin 25 Mayıs tarihli nüshasında “Hasan Tahsin Receb Beyin şehadeti: Hukuk-ı Beşer refikimizin sermuharriri Hasan Tahsin Receb Beyin de kargaşalık esnasında şehit düştüğünü kemâl-i teessüfle işittik. Cenâb-ı Allah gani gani rahmet eylesin. Hasan Tahsin Receb Bey, Bükreş’te Bokston biraderleri cerh eden ve Romanya’nın mağlubiyeti esnasında hapishaneden kaçıp gelen gençtir.” deniliyordu. Aynı haber söz konusu gazetenin ertesi günkü nüshasında Hasan Tahsin’in fotoğrafıyla birlikte yeniden yayımlanıyor fakat nasıl şehit edildiğine dair herhangi bir malumat verilmiyordu. Üstelik Hasan Tahsin’le ilgili bu müessif haber, Tasfîr-i Efkâr’dan başka hiçbir İstanbul gazetesinde neşredilmemişti. Aradan üç yıl geçtikten sonra bu sefer İzmir mebusu Yunus Nadi’nin çıkarmakta olduğu Anadolu’da Yeni Gün adlı gazetenin 15 Mayıs 1922 tarihli nüshasında, İzmir’in işgalinin üçüncü yıldönümü münasebetiyle bir yazı yayımlandı. İzmir’de Yunan askeri tarafından yapılan katliamdan bahseden bu yazının sonuna doğru “Kıtalin dehşeti esnasında ‘Yeni Şark’ gazetesi sahibi cesur Tahsin Receb Bey, kendisine savlet eden dört efzonu bomba ile berhava etmiş ve onları cehenneme, kendini de nezd-i Mevlâya atmıştı.” deniliyordu. Fakat işgal sırasında düşmana ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığına dair bu yazıda da herhangi bir işaret yoktu. Üstelik Hasan Tahsin’in sahibi olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin adı dahi “Yeni Şark” gazetesi şeklinde yanlış yazılmıştı!

Hal böyleyken 1950’lerden sonra muhtelif gazetelerde İzmir’in işgaliyle ilgili bölük pörçük bazı hatıra kırıntıları yayımlanmaya başlandı. İzmir’de bulunan 17. Kolordu kumandanı Ali Nadir Paşa ve diğer Türk subaylarının haysiyetsiz ve onursuzca nasıl teslim olduklarını ve hatta Yunan subaylarının son derece ağır hakaretlerine bile nasıl korkakça boyun eğdiklerini tasvir eden bu tür hatıralar, özellikle 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ortaya konulan bazı kitaplarda baş kahramanı cesur bir gazeteci olan mezkûr “ilk kurşun” söylencesine sarsılmaz bir referans oluşturdu. Nihayet 15 Mayıs 1974 tarihinde İzmir’in Konak Meydanı’na dikilen meşhur anıtla gazetecilerin vatan savunmasında da ön aldığı inancı yaratılarak basının sahip olduğu mevcut imtiyazlara bir yenisi daha eklenmiş oldu. Böylece topluma Millî Mücadeleyi başlatan ilk kurşunun, vatanı uğruna ölümü hiçe saymış cesur bir gazeteci kahraman tarafından atılmış olduğu inancı yerleştirildi ve bu inancın, iktidar icrasında basının ve kimi toplumsal dinamiklerin ne işine yaradığı hiç sorgulanmadı…

Mantıksal çelişkiler

Devrim tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişi olayı da benzer şekilde kurgulanıyor ve bu kutsal anlatı üzerinde aklın eleştirel düşünceyi kullanma kapasitesi büyük ölçüde kısıtlanıyordu. Oysa dönemin reel-potiliği göz önüne alındığında Mustafa Kemal Paşa’nın milletin istiklalini ve istikbalini kurtarmak için başta İngilizler olmak üzere işgal güçleriyle anlaşmaktan başka çaresinin olmadığı ve Samsun’a gidişiyle başlayan sürecin İtilaf devletleri tarafından Paris Sulh Konferansında alınan kararlar çerçevesinde geliştiği çok açıktı. Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa’nın İşgal güçlerine karşı direniş başlatmak üzere bizzat kendi iradesiyle Samsun’a gittiği anlatısı, elbette birçok mantıksal çelişki ve anlamsal boşluk üretecekti. Nitekim daha önce dile getirdiğim üzere Suriye cephesinden döndükten sonra İşgal kuvvetleri tarafından niçin tutuklanmadığı, niçin annesi ile kız kardeşinin ikamet ettiği Akaretler’deki evine dahi uğramaksızın doğruca İşgal komutanlarının ve birçok ajanın konakladığı Pera Palas Oteline yerleştiği, niçin İngiliz dostluğuna dair son derece olumlu beyanatlar verdiği, İtilaf devletlerinin Suriye Cephesi Kumandanı General Allenby’nin Ali İhsan Sabis Paşa’dan boşalan Altıncı Ordu Kumandanlığına niçin Mustafa Kemal Paşa’yı önerdiği kabilinden bazı önemli sorular, devrim tarihinin kanonik anlatısında bu yüzden cevapsız bırakılıyordu. İleride buna benzer daha birçok cevapsız soruyla karşılaşacağız ama şimdilik Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişiyle alakalı mitik ve kanonik anlatının mantıksal çelişkilerine değinelim.

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları adlı kitabında onun Diyarbekirli Kâzım Paşa ile konuşurken “Her ne sebep veya maksatla beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir vesile aramışlar ve bu memuriyeti bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum.” dediğini nakletmektedir. Ancak bu ifade, Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine atanmadan sadece iki ay kadar önce kendisine teklif edilen Nusaybin’deki Altıncı Ordu Kumandanlığı görevini kabul etmemiş olmasıyla çelişmektedir.

Geri çağrı telgrafları

Eğer Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti sadece “şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek” olsaydı bu teklifin de kendileri tarafından bir fırsat olarak telakki edilmesi beklenirdi. Dahası Samsun’a gitmeden önce göreviyle ilgili olarak son derece geniş yetkiler talep etmesi ve bu yetkilerin ordu ve memleket üzerindeki sıkı kontrole rağmen İşgal güçleri tarafından onaylanmış olması da söz konusu ifadeyle örtüşmemektedir. Zira Paris Sulh Konferansında kadim “Şark Meselesi”ni olabildiğince kendi çıkarları doğrultusunda çözmeyi hedefleyen İngiliz siyasî aklı, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği aracılığıyla Mustafa Kemal Paşa’ya Samsun’a giderken gerekli gördükleri yetkilerin verilmesini sağlamış fakat o sırada Samsun’da bulunan kendi generalleri George Milne’i bile bu durumdan haberdar etmemişti. Bu yüzden General Milne, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı 19 Mayıs tarihinden itibaren Harbiye Nezaretine ardı ardına telgraflar çekerek Dokuzuncu Orduya yapılan bu müfettiş atamasının gerekçesini soruyor ve üstelik ısrarla onun geri çağrılmasını istiyordu. Bu telgraflar konumuz açısından son derece dikkat çekiciydi. Çünkü 21 Nisan 1919 tarihinde İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe’un Samsun bölgesinde asayişin sağlanması için Babıaliye verdiği notanın gerekçesini boşa çıkarıyordu! Hatırlanacağı üzere daha evvel İngilizlerin “Şark Meselesi”ni kendi menfaatleri doğrultusunda halledebilmek için Orta ve Doğu Karadeniz bölgesindeki yerli Rumları Türklere karşı kışkırtarak kanlı çatışmalar çıkardıklarını ve ardından 21 Nisan 1919 tarihinde İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe tarafından asayişin sağlanması adına Babıaliye bir nota verildiğini, bunun üzerine Babıali’nin Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun bölgesindeki Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atadığını fakat göreve başlama talimatının İzmir’in Yunanlılara işgal ettirileceği tarihe kadar ertelenmiş olduğunu ifade etmiştim. General Milne’nin söz konusu telgraflarından da anlaşılıyordu ki İngiliz siyasî aklı, İzmir’in işgalinden önce Samsun bölgesinde Rum çeteleriyle Türkler arasında çıkardıkları çatışmaları, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderildiği sıralarda kontrol altına alarak onun Samsun’dan başlatacağı yolculuğun önünü açmıştı.

Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilişinden sadece iki hafta sonra Mondros Mütarekesinden itibaren Amerikalıların Anadolu’daki sözde yardım kuruluşlarının başında bulunan Doktor James Barton, Journal D’Orient gazetesine verdiği bir beyanatta “Anadolu’nun Konya, Kayseri, Adana, Samsun gibi büyük merkezlerinde benim oralarda bulunduğum zamanlar sükûnet vardı. Bugüne kadar İtilaf kuvvetlerinin işgal mıntıkaları haricinde kalan Şarkî Anadolu aksamından karışıklığa dair bir haber gelmedi. Kayseri ve Sivas’ta Doktor Tronick ve Doktor Patrick’in riyasetinde iki şube açtık. Halihazırda Anadolu’nun muhtelif mahallerinde üç yüz elli kadar Amerikalı vardır…” diyecekti. Bununla beraber kendi stratejik planları çerçevesinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilmesini sağlayan İngiliz siyasî aklı, onun Anadolu’da düzenlediği kongreleri müttefikleriyle beraber adım adım takip ediyor ve Anadolu hareketini olabildiğince kontrol altında tutuyordu. Nitekim Sivas Kongresi müzakerelerinde “yarı resmî bir vazife ile” bizzat hazır bulunan Amerikan Basın Temsilcisi Mister Louis Edgar Browne, İstanbul’daki Amerika mümessiline çektiği telgrafta “Sivas Kongresi tam bir azamet ve sükûnetle toplantısına devam ediyor. Takip ettikleri noktainazar sırf hükümet aleyhinde ve dâhilî işlerle ilgilidir. Bununla beraber ecnebiler ve Hristiyanların mal, can ve ırzlarını tamamen emniyet altına alarak muhafaza etmeyi en mühim vazifeleri arasında görüyorlar.” demekteydi…

[email protected]

(Devam edecek)