Garbın jeopolitik “Şark Meselesi” ve İzmir’in işgali-V

Doç. Dr. Nuri Sağlam/ İstanbul Üniversitesi
14.07.2019

Mondros Mütarekesini müteakip İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Kasım 1918 tarihinde Türk basınına verdiği mezkûr beyanatlar, mevcut siyasî şartlarla tevil edilemediği gibi devrim tarihinin mitik anlatısıyla da uyuşmamaktadır.


Garbın jeopolitik “Şark Meselesi” ve İzmir’in işgali-V

Evvelâ Zaman ve Minber gazeteleri tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya yöneltilen “İngiliz dostluğu hakkında ne düşünüyorsunuz?” ve “İngilizlere karşı beslediğiniz hisler hakkında bazı malumat verir misiniz?” sorularını makul gösterecek siyasal bir süreç yaşanmadığı gibi Türk basınında İngiliz dostluğuna dair henüz hiçbir haber yahut yazıya da yer verilmemişti. Zira ilerde değineceğim üzere Türk basınında İngiliz dostluğuna dair çeşitli yazılar, Mustafa Kemal Paşa’nın söz konusu beyanatlarından tam altı ay sonra İzmir’in Yunanlılara işgal ettirildiği günden itibaren çıkmaya başlayacak; İngilizlerin Türkiye’yi kontrol etmek amacıyla 20 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’da kurdukları “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” ve bu cemiyetin Trakya ve Anadolu’da açtığı muhtelif şubeleri vasıtasıyla bütün Türk kamuoyuna pompalanacaktır. Bununla beraber Türk milletinin kurtuluşu için Amerikan mandasını yahut İngiliz himayesini kabul etmekten başka çıkar yol olmadığını ileri süren birtakım siyasal görüşler de tıpkı İngiliz dostluğu meselesi gibi yine İzmir’in işgal edildiği tarihten itibaren tartışılmaya başlanacaktır. 

Bu yüzden Mondros Mütarekesini müteakip İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Kasım 1918 tarihinde Türk basınına verdiği mezkûr beyanatlar, mevcut siyasî şartlarla tevil edilemediği gibi devrim tarihinin mitik anlatısıyla da uyuşmamaktadır. Zira devrim tarihine göre Çanakkale’yi tek başına geçilmez kılan ve İngilizlerle birçok cephede harp eden Mustafa Kemal Paşa, 12 Kasım 1918 tarihinde Haydarpaşa Garında trenden inip Avrupa yakasına geçerken bütün Boğaz’ı istila etmiş olan işgal gemilerine bakarak beraberindeki yaveri Cevat Abbas Bey’e soğukkanlı bir şekilde “Geldikleri gibi giderler!” dediği hâlde annesi ile kız kardeşinin ikamet ettiği Akaretler’deki evine dahi uğrama ihtiyacı hissetmeden doğruca İşgal kuvvetleri komutanlarının ve birçok ajanın konakladığı Pera Palas Oteline yerleşecektir. Hatta anlatıya göre başta İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington olmak üzere bir kısım ecnebi subaylar Pera Palas salonunun bir köşesinde otururlarken her nedense Mustafa Kemal Paşa dikkatlerini çekmiş, kim olduğunu soruşturmuşlar ve “Mustafa Kemal” cevabını almışlar. Onlar için Mustafa Kemal, Birinci Dünya Harbinin ünlü şahsiyetlerinden biriymiş. Zira yabancı dillerde Çanakkale harplerinden bahseden ve daima Mustafa Kemal’in isminde düğümlenen kitaplar, o zaman bile bir kitaplığı dolduracak kadar çokmuş. Kendisine haber göndererek masalarına davet etmişler. Ama Mustafa Kemal’in cevabı hem nazik hem kesinmiş: “Burada ev sahibi biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir…” Tabii iki taraf da yerlerinde kalmışlar… 

Devrim tarihi olayı bu şekilde hikâye etmektedir. Hâl böyleyken Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam adlı meşhur yapıtında bu hikâyeyi tekrarladıktan sonra “Meselâ VI. Ordu Kumandanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Irak-Musul cephelerinde İngilizlere karşı kıyasıya savaştığı için Mütarekeden sonra vazifesi sona erip hem de hükümetin emri ile İstanbul’a gelince tam Haydarpaşa’da trenden inerken kendini bekleyen yakınlarının bile ellerini sıkmaya bırakılmadan İngiliz askerleri tarafından yakalanmış, doğru İngiliz sefaretine götürülmüştü! Hâlbuki İngilizlerin de Fransızların da Ali İhsan Paşa’dan çok Mustafa Kemal’le görülecek o kadar hesapları vardı ki!” dediğini fakat buna rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın niçin tutuklanmadığına dair herhangi bir soru sorma ihtiyacı hissetmediğini belirtelim. Kaldı ki devrim tarihinin ana kaynaklarında bu son derece kritik soru ya hiç sorulmamakta yahut sorulsa bile siyasal sürecin somut verileriyle uyuşmadığı için mantık sınırlarını aşan birtakım tutarsız ve çelişik tahminler yürütülmektedir. 

Kara listeler

Meselâ Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri adlı önemli eserinde “Atatürk’ün Anadolu’ya geçmeden aylarca önce İngilizlerin kara listesine geçirildiği hâlde, nasıl olup da tutuklanmadan, sürülmeden kalabildiği sorulmaya değer.” demekte ve sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Bu konuda, belgelere dayanarak kesin bir şey söylemek zordur. Görülen şudur ki İngilizler yazışmalarda çok zaman kaybetmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının da adlarını kapsayan kara liste, İstanbul’dan Londra’ya gönderilinceye kadar epeyce zaman geçmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanlığına ise hazırlandıktan bir buçuk ay sonra ulaşmıştır. Sonra, o günlerde İngilizler o kadar çok kara listeler hazırlamışlardır ki listelerdeki bütün sanıkları bir anda yakalamak olanaksız denecek kadar güçtü. Hangi listeden işe başlayacaklarını, önce kimleri tutuklatacaklarını âdeta şaşırmış gibidirler. Mustafa Kemal Paşa o nazik günlerde büyük bir taktisyen olarak davranmıştır. Hatta İngilizlerin kuşkularını da kısmen giderebilmiştir. Bütün bunlar, Atatürk’ün birkaç aylık nazik dönemi tutuklanmadan atlatabilmesinde ve Anadolu’ya geçebilmesinde rol oynamıştır, denebilir.” 

Prof. Dr. Şerafettin Turan ise Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik adlı bilimsel eserinde Pera Palas hikâyesini tekrarlamakla birlikte şunları söylüyor: “Mustafa Kemal’in İzzet Paşa kabinesinde görev almaktan başlayarak onu yeniden sadrazam yapmak, Mebuslar Meclisinin dağıtılmasını önlemek, Vahidettin’i işgalcilere direnmeye yöneltmek ve işgalci Müttefiklerin baskılarını engellemek konularında bazen kişisel bazen de arkadaş grubuyla yaptığı girişimlerin hiçbirinden olumlu sonuç alınamamıştı. Hükümetin teslimiyetçi, kimi çevrelerin de mandacı bir görüş sergilemeleri karşısında artık Anadolu’ya geçip orada bir direnişi örgütleme düşüncesi ön plana alınmıştı. O sırada (7 Şubat 1919) İstanbul’a gelen İngiliz Generali Allenby, Osmanlı hükümetine, Mustafa Kemal’in Ali İhsan Sabis’ten boşalan VI. Ordu Komutanlığına atanmasını önermişti. Bu önerinin nedenini kesin olarak saptamaya olanak yoksa da Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılması ve artık İngilizlerin işgal etmiş oldukları Irak’a yakın bir bölgede bir tür göz önünde bulundurulmak istenmesinin etken olduğu düşünülebilir.” 

Kozmik oda

Bu ve benzeri anlatıların hiçbiri Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Kasım 1918 tarihli mezkûr röportajlarında İngiliz dostluğuna dair verdiği beyanatlarla uyuşmadığı gibi söz konusu metinlerin bizatihi kendi içlerinde de tutarlı olmadıkları açıkça görülmektedir. Bu yüzden daha önce söylediğim gibi Mustafa Kemal Paşa’nın Haydarpaşa Garında trenden inip bir istimbotla Avrupa yakasına geçerken söylediği o meşhur “Geldikleri gibi giderler!” sözü ile bundan sadece beş gün sonra İngiliz dostluğuna dair verdiği malum beyanatlar arasında, sonraki siyasî gelişmeler dikkate alınmadığı takdirde makul ve mantıklı bir bağ kurmak mümkün olamıyor. Zira İngilizlerin o son derece onur kırıcı Mondros Mütarekesini imzalattığı ve ardından da İstanbul’u işgal ettikleri bir sırada, Türk milletinin istiklâl ve istikbalini doğrudan doğruya İngiliz dostluğuna rapt eden bu beyanatlar, sonraki siyasî süreçle birlikte okunduğunda, Mustafa Kemal Paşa’nın henüz İstanbul’a gelmeden önce İngilizlerle şu veya bu şekilde irtibat kurup kadîm “Şark Meselesi”nin halli sürecinde İngiliz çıkarlarını anlayışla karşılayacağına ve buna mukabil Türk milletinin istiklalini kurtarmak ve onu öteden beri düşündüğü muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için özellikle İngilizlerin yardımına ihtiyaç duyduğuna dair bazı ön görüşmeler yapmış olduğunu gösteriyordu. İstanbul’a gelince İngilizler tarafından tutuklanmamış olması ve üstelik doğrudan doğruya İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington ve birçok ecnebi casusun konakladığı Pera Palas Oteline gidip yerleşmesinin başka hiçbir açıklaması yoktu.  Zira Pera Palas Otelinde kaldığı ilk beş gün içinde İtilaf devletlerinin üst düzey yetkilileriyle gerekli müzakereleri yaptıktan sonra siyasî tarihin bundan sonraki sürecinde İngilizlerden bağımsız bir politika izlemenin mümkün olamayacağını ön görmüş ve söz konusu beyanatları da bu yüzden vermiş olmalıydı. Kaldı ki Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milletinin istiklal ve istikbalini kurtarmak için işgal günlerinin o son derece ağır siyasî şartları altında, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleriyle anlaşmak değilse bile en azından ilkesel olarak uzlaşmaktan başka bir çaresi yoktu. Diğer bir deyişle İzzet Paşa Mondros Mütarekesini hangi siyasî şartlar altında imzalamışsa Mustafa Kemal Paşa da İngilizlerle yine aynı şartlar altında ve en azından şimdilik uzlaşmak zorundaydı. 

Bu yüzden İstanbul’da kaldığı yaklaşık altı ay boyunca İşgal güçlerinin üst düzey komutan ve yüksek komiserlerinin yanı sıra başta İstanbul’u Sarayıyla, Babıalisiyle, Patrikhanesiyle, havas ve avamıyla velhasıl bütün manasıyla çok iyi tanıyan İngiliz ajanı Sir Andrew Ryan, en az onun kadar yetkin ve mahir olmakla beraber hem riyakârlığı hem de nezaketi ile tanınan bir başka ünlü İngiliz casusu Papaz Frew, para ile satın aldığı kansız ve vatansız hainlerden beş yüz kişilik bir casus şebekesi kurup bunlar vasıtasıyla devletin “harem-i esrâr”ına yani bugünkü deyişle “kozmik oda”sına kadar sokulan Kaptan Bennet gibi birçok ajanla da görüşecekti. Nitekim Sabahattin Selek, Millî Mücadele adlı ünlü yapıtında bu konuda şunları söyler: “Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bazı yabancılarla da görüşmüştür. Bunlardan en önemlisi, İngiliz rahibi Mister Robert Frew ile olanıdır. Pera Palas Oteli müdürü Mösyö Martin aracılığı ile tanıştığı Frew ile Mustafa Kemal Paşa birkaç defa görüşmüştür. Uzun zamandır Türkiye’de yaşayan rahip Frew bir İngiliz ajanı idi. İleride büyük ölçüde zararlı faaliyeti görülecek olan rahip ile Mustafa Kemal Paşa’nın neler konuştuklarını bilmiyoruz. Fakat olayın önemi ortadadır. Görüşmenin birkaç defa tekrarlanması, iki tarafın da bu buluşmalardan bir şeyler umduğunu gösteriyor.” 

Rahip Frew ve Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İtalya yüksek komiseri olarak İstanbul’a gelen Kont Carlo Sforza -ki bu zat 1920 yılında İtalya Dışişleri Bakanı olacaktır- ile yaptığı görüşmelerden bizzat kendi anılarında da bahseden Mustafa Kemal Paşa, bütün bu görüşmelerden Türk milletinin istikbaline dair neler umuyordu bilemiyoruz ama hiç kuşku yok ki bu görüşmeler sayesinde en azından Paris Konferansında Türkiye’nin mukadderatına dair alınan gizli kararların ve hazırlanan uzun vadeli stratejik planların içeriğinden haberdar oluyordu. Ancak bu noktada devrim tarihinin meseleyi nasıl gördüğüne örnek teşkil etmesi bakımından yine Şevket Süreyya Aydemir’in mezkûr kitabından bir alıntı daha yapmak gerekiyor: “Mustafa Kemal Paşa’nın müttefik devletlerin Türkiye’yi parçalamak ve Türkleri Asya’ya atmak siyasetinin bizzat kendi menfaatlerine de aykırı olduğunu ve bu suretle bozulacak Ortadoğu muvazenesinin er geç onları da buralardan sürükleyerek o sıralarda kuzeyde gelişmekte olan Bolşevik ihtilalinin hem Rumeli ve Anadolu’yu hem de bütün Ortadoğu’yu kaplayacağına galip devletleri inandırabileceğini düşünmesi yadırganacak bir şey değildir. Eğer bu inandırış mümkün olursa Türklerle meskûn olmayan Arap ülkeleri tabiatıyla gitse bile Türklerle meskûn olan Trakya, İstanbul ve Anadolu’da kuvvetli bir Türkiye’nin muhafazası ve teşkilatlandırılması lüzumunun müttefiklerce kavranacağına da inanması tabiî idi. O takdirde ise parçalanan ve işgal edilen bir Türkiye yerine, korunan ve hatta kuvvetlendirilen bir Türkiye’nin tutulması lazım gelirdi. Fakat bu uzun vadeli gerçeği onlara kim anlatabilecekti? İşte bu sualin cevabını Mustafa Kemal’in ‘Ben!’ diye düşünmüş olması mümkündür. Ve bu misyonunu, her şey sona erip her çareye başvurup, ancak ondan sonra Adanolu’da harekete geçmeden önce bir çıkış noktası gibi düşünmüş olması elbette ki hakkıdır.” 

Türkiye’yi iki kısma ayırmak

Şevket Süreyya Aydemir’in “Stratejik Bir İhtimal” olarak Mustafa Kemal Paşa’ya atfen ileri sürdüğü bu düşünceler esasen sadece ona ait değildi. Gerek Batı gerekse Türk basınında özellikle de Wilson Prensipleri Cemiyeti tarafından henüz o tarihlerde sık sık ifade edildiği gibi daha önce bahsi geçen Türkçülük cereyanı içindeki Siyonist kanadın siyasî fikirleriyle de benzeşiyordu. Nitekim kendisi de bir Türkçü olan Ömer Seyfettin, Mondros Mütarekesinden on gün evvel 20 Ekim 1918 tarihinde Akşam gazetesinde yayımladığı “Türkçüler ve Muharebe” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Türkçülerin fiiliyat sahasına geçemedikleri için yalnız nazariye hâlinde kalan siyasî fikirleri şunlardı: Türkiye’yi iki kısma ayırmak! Türklerle meskûn cihete yani Anadolu’ya ‘Türk Yurdu’ demek, Araplarla meskûn kısımlara muhtariyet -hatta bazı müfritlerce- istiklal vererek ‘Arap Yurdu’ diye ayırmak! Türk Yurdu’nda Türklerin arasında azınlıkta kalan Rum, Ermeni, Yahudi gibi milletlere de kültürel bir muhtariyet vermek, serbestçe inkişaflarını temin etmek, Türklerle noktası noktasına her hakça eşit tutmak. Memleketimizin fikir sahası da hürriyet nimetinden mahrum olduğu için bu fikirler, bu gayeler böyle açık bir şekilde ortaya atılamıyor, bin türlü dolambaçlı yollarla, âdeta edebî bir kaçakçılık hâlinde ilmî makalelere sıkıştırılıyordu.” 

Esasen yazımızın ana izleğini oluşturan bu meselenin ilerleyen zaman içinde yeterince açıklık kazanacağı ümidiyle bu noktada daha evvel yeri gelince değineceğimi söylediğim bir hususa; Hukuk-ı Beşer gazetesinin Umumî Harp zamanındaki bütün ordu kumandanlarını töhmet altında bırakan bir suçlamasına Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği tepki dolayısıyla devrim tarihinin bu olayı sonradan nasıl kurguladığı ve bu kurgusal anlatının günümüzde ne tür hatalara yol açtığı bahsine dönelim… 

(Devam edecek)