Garbın jeopolitik 'Şark Meselesi' ve İzmir’in işgali-VII

Doç. Dr. Nuri Sağlam / İstanbul Üniversitesi
27.07.2019

Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milletinin istiklal ve istikbalini kurtarmak için İngilizlerle en azından şimdilik iş birliği yapmaktan başka çaresi yoktu. Nitekim söz konusu heyete başkanlık etmek üzere 30 Nisan 1919 tarihinde Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atanması fakat göreve başlama talimatının İzmir’in Yunanlılara işgal ettirileceği tarihe kadar bekletilmiş olması bu yüzdendi…


Garbın jeopolitik 'Şark Meselesi' ve İzmir’in işgali-VII

Derin Tarih dergisinin hediyesi olarak 2013 yılında yayımlanan Mevlanzade Rifat’ın Siyonistler Osmanlı’yı Nasıl Yıktı? adlı risalesinin Mustafa Armağan imzalı “Sunuş” yazısında şunlar söyleniyor: 

“Siyasetçi, gazeteci ve yazar Mevlanzade Rifat her bakımdan ilginç biri. Mesela onun çıkardığı İnkılâb-ı Beşer gazetesinde Mustafa Kemal Paşa’nın da içinde bulunduğu bazı komutanları ‘ordu komutanı denilen âli sefiller, haydutbaşılar’ diye suçladığını biliyoruz. (Tarih 14 Mart 1919’dur.) Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa da Harbiye Nezareti’ne alışılmadık derecede sert bir üslupla Mevlanzade için ‘sefil iftiracı’ gibi ifadeler kullanarak onun hakkında gereken işlemlerin yapılmasını ister. Lanetler. Açıkça cezalandırılması talebinde bulunur. Lakin Mevlanzade pek sıkı birisi çıkar ve karşı dava açar. … Gördüğünüz gibi kolay teslim olmayan, sert ve bir paşaya karşı dahi dava açacak kadar da medeni cesarete sahip, yürekli biridir Mevlanzade Rifat Bey. Fakat bu olayın en şaşırtıcı tarafı, Mustafa Kemal Paşa’nın gazete ismini yanlış hatırlamış olmasıdır. Yazının Hukuk-ı Beşer gazetesinde çıktığını zanneder. Oysa Hukuk-ı Beşer İzmir’de Hasan Tahsin’in adıyla özdeşleşen bir gazetedir ve Mevlanzade ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Öte yandan Mevlanzade’nin gazetesinin ismi de İnkılab-ı Beşer’dir. Anlaşılan Mustafa Kemal o kızgınlıkla her iki gazetenin ismini karıştırmış ve Hasan Tahsin’in gazetesinin ismini Mevlanzade’ninki zannetmiştir.” 

Konuyla ilgili olarak şu ana kadar anlattıklarımız hatırlanacak olursa bu alıntıdaki bilgilerin de baştan sona yanlış ve çarpık olduğu kolaylıkla görülecektir. Ancak bu sefer işin içinden çıkmanın bir önceki örnekteki kadar kolay olmadığını peşinen söylemeliyim. Evet, Mevlanzade Rifat, İkinci Meşrutiyet’in ilânından itibaren adem-i merkeziyetçi ve özellikle de Kürtçü kimliğiyle öne çıkan ilginç biridir lakin -tekrar söyleyelim- Mustafa Kemal Paşa’nın da içinde bulunduğu bazı komutanları suçlayan yazının Mevlanzade Rifat’la hiçbir ilgisi yoktur. Zira söz konusu yazı, 14 Mart 1919 tarihli İnkılâb-ı Beşer gazetesinde değil 24 Mart 1919 tarihli Hukuk-ı Beşer gazetesinde yayımlanmıştı. Mevlanzade Rifat’ın İnkılâb-ı Beşer gazetesi ise 26 Ekim-14 Kasım 1918 tarihleri arasında neşredilmişti. Üstelik Hukuk-ı Beşer adıyla Mevlanzade Rifat tarafından çıkarılmış olan bir başka gazete daha vardı ama söz konusu yazının bu gazeteyle de alakası yoktu. Dolayısıyla Mevlanzade Rifat’ın bu mesele yüzünden Mustafa Kemal Paşa hakkında dava açmış olması da mümkün değildi. Kaldı ki Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezaretine verdiği dilekçede Mevlanzade Rifat’ı değil herhangi bir isim zikretmeksizin Hukuk-ı Beşer gazetesinde çıkan yazının yazarını şikâyet ediyordu. Ayrıca hem yazının hem de şikâyet dilekçesinin aynı tarihi taşıması Mustafa Kemal Paşa’nın gazetenin ismini yanlış hatırlama ve söz konusu yazının Hukuk-ı Beşer’de çıktığını zannetme ihtimalini de ortadan kaldırıyordu. Nihayet söz konusu yazının yayımlandığı gazetenin aynı tarihlerde İzmir’de çıkmakta olan ve başyazarlığını meşhur Hasan Tahsin’in yaptığı Hukuk-ı Beşer gazetesiyle de alakası yoktu. Çünkü mezkûr yazı Ali Sacid tarafından İstanbul’da neşredilen Hukuk-ı Beşer gazetesinde yayımlanmıştı… Kısaca özetlemek gerekirse 1918 ve 1919 yıllarında biri İzmir’de diğeri İstanbul’da çıkmakta olan iki ayrı Hukuk-ı Beşer gazetesi vardı. İzmir’deki Hukuk-ı Beşer’in baş yazarı meşhur Hasan Tahsin’di. İstanbul’daki Hukuk-ı Beşer ise evvela Mevlanzade Rifat tarafından neşredilmeye başlanmış fakat kısa bir süre sonra hükümet tarafından kapatılmıştı. Bunun üzerine bir başka gazeteci Ali Sacid tarafından satın alınan gazete, 27. sayısından itibaren aynı adla yeniden çıkarılmaya başlanmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın şikâyetçi olduğu yazı da işte bu gazetenin 24 Mart 1919 tarihli 57. sayısında yayımlanmıştı. 

‘Şahsi reklam’ 

Bütün bunlar bir meselenin kolaylıkla ne denli karmaşık ve içinden çıkılamaz bir muamma haline getirilebildiğini göstermeye yeterlidir. Ancak tarihçilik adına çok daha vahim olan durum, tarih anlayışları bakımından iki farklı kaynaktan alıntıladığımız bilgilerin neredeyse tamamen yanlış olması değil her iki tarihçi yazarın da üzerinde kalem oynattığı konuyla ilgili açık kaynakları dahi inceleme yahut en azından görme ihtiyacı hissetmeksizin son derece rahat ve kendinden emin görünen bir üslupla yanlış üstüne yanlış yığabilmesidir! Bu iki örnek, her halde gerek devrim tarihinin mitik ve kanonik söylemlerini gerekse herhangi bir siyasî yahut ideolojik kampın mutfağında üretilen çeşitli tarihsel anlatıları niçin her zaman şüphe ile karşılamamız gerektiğine dair yeterli fikir vermiştir… 

Bununla beraber Hukuk-ı Beşer gazetesinde Damad Ferid Paşa kabinesine yöneltilen ve Umumî Harp içindeki bütün ordu kumandanlarını töhmet altında bırakan söz konusu ithama karşı sadece Mustafa Kemal Paşa’nın şikâyette bulunmuş olması, mezkûr gazetenin sahibi Ali Sacid tarafından “şahsi reklam” olarak görülmüş ve özellikle de Harbiye Nezaretine verdiği şikâyet dilekçesindeki “O sefil müfteri şunu da kati olarak bilmelidir ki ben de hiçbir vakitte vagon vagon altın teslim eden sefil ve haydutbaşılardan değilim.” ifadesi, yine Ali Sacid tarafından “Dilekçe sahibinin acaba maksadı nedir? Kendini de katiyen ima etmediğimiz ve bir vatan meselesi suretinde ileri sürdüğümüz bu fikirden dolayı hangi sebeple yahut sebeplerle bu kadar telaş içinde kaldı?!” yollu birtakım imalı sorular sorulmasına zemin hazırlamıştı. Ancak 1 Nisan 1919 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan küçük bir habere göre tam da o günlerde kulağındaki bir rahatsızlıktan dolayı hayli muzdarip olan Mustafa Kemal Paşa, 30 Mart 1919 tarihinde geçirdiği bir kulak ameliyatı yüzünden birkaç haftalığına istirahate çekilmiş, bu arada Harbiye Nezaretinin Ali Sacid hakkında açtığı dava mucibince 10 Nisan 1919 tarihinde Hukuk-ı Beşer gazetesi kapatılmış ve Ali Sacid’in konuyla ilgili olarak bu sefer doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiği söz konusu imalı sorular da cevapsız kalmıştır… 

At satışı meselesi 

Gel gelelim bu meseleye sonradan açıklık kazandırma ihtiyacı hisseden Mustafa Kemal Paşa, anılarında, Yedinci Ordu kumandanlığı göreviyle Suriye cephesine gideceği günden önceki gece, Akaretler’deki 76 numaralı evine Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı General Falkenhayn tarafından küçük ve zarif sandıklar içinde bir miktar altın gönderildiğini, esasen şahsına hediye edilen bu altınları ordunun ihtiyacına kullanmak üzere senet mukabilinde kabul ettiğini, Yedinci Ordu kumandanlığından istifa edip İstanbul’a döneceği sırada bu sandıkları yerine vekil bıraktığı Ali Rıza Paşa’ya yine senet mukabilinde teslim ettiğini söylemektedir. Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam’ında anlattığına göre o günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın cebinde Şam’dan İstanbul’a gitmek için tiren bileti alacak parası dahi yoktur. “Gerçi birkaç atı vardır. Anlayanların ‘bir servet’ dedikleri atlar. Onları satışa çıkarır ve beyhude müşteri bekler. O sırada kim bu atları satın alabilirdi ki?” Fakat tam da o sırada Rumeli’den arkadaşı olan “Bahriye Nazırı ve Suriye cephesinin eski diktatörü Cemal Paşa” imdada yetişir. “Onun sözü açılmaz kapıları açar, atlar satılır ve Mustafa Kemal’in eline gerçekten bir servet geçer: 2000 altın!” Olayı bu şekilde anlatan Şevket Süreyya Aydemir, biraz sonra söz konusu 2000 altına 3000 altın daha ekleyecektir. Nitekim daha önce değindiğimiz üzere Pera Palas Otelinde, Mustafa Kemal Paşa ile İşgal subayları arasında geçen o meşhur hikâyeyi naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Mutafa Kemal, Pera Palas’ta pek fazla kalmaz. Gerçi vaktiyle İstanbul’a gelirken atlarının bedelinden eline 2000 altın lira geçmişti. Sonra da Bahriye Nazırı Cemal Paşa Suriye’de iken bu atları 2000 liraya değil de 5000 liraya satmak imkânını bulunca Mustafa Kemal’e aradaki farkı teşkil eden 3000 lirayı da teslim ettirmişti. Fakat ne var ki Mustafa Kemal’in senetsiz sepetsiz inandığı tok ve kibar görünüşlü bir dolandırıcı 3000 lirasını göz göre göre iç etmişti.” Bu olayı Çankaya’sında ayrıntılı bir şekilde hikâye eden Falih Rıfkı ise “at” satışından hiç bahsetmemekte ve “Mustafa Kemal, o güzel tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı.” demektedir. 

Daha evvel belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal Paşa ile Umumî Harp zamanındaki “suistimalleri araştırıp kimlerin mesul edilmesi lazım geleceğine karar vermekle” görevlendirilen Mustafa Hilmi Paşa’nın 16 Kasım 1918 tarihli Vakit gazetesinde Türk kamuoyuna -eğer bir tesadüf değilse- hem görüntü hem de içerik bakımından çok benzer bir biçimde takdim edilmeleriyle de bağlantılı olduğu ve üzerine gidildiği takdirde Mustafa Kemal Paşa dahil birçok ordu komutanını sıkıntıya sokacağı anlaşılan bu şaibeli mesele, nihayet Harbiye Nezareti tarafından Hukuk-ı Beşer gazetesiyle birlikte İzmir’in işgalinden yaklaşık bir ay kadar önce bir daha açılmamak üzere kapattırılmıştı. 

Bir yandan bu tür can sıkıcı hadiselerle uğraşan Mustafa Kemal Paşa, bir yandan da Türk milletinin istiklal ve istikbalini kurtarmak için neler yapabileceğini anlamak ve bu konuda kendisine bir yol haritası belirlemek -ki işgal altındaki İstanbul’da kaldığı yaklaşık altı ay boyunca Padişahtan bir şeyler umması, Harbiye Nazırı olmasının işe yarayacağını düşünmesi, sadrazama bir şeyler anlatabileceğini sanması, Osmanlı Ahrar Fırkası ve Minber gazetelerinden bir fayda beklemesi ve benzeri arayışları hep bu amaca matuftu- üzere gerek hükümetle gerekse İşgal kuvvetlerinin yetkili temsilcileriyle sürekli temas hâlinde bulunuyor ve böylece Türkiye’nin mukadderatıyla ilgili Paris Sulh Konferansında hazırlanan plan ve projelerden de haberdar oluyordu. Bu arada İtilaf devletlerinin jeopolitik “Şark Meselesi”ni kendi azamî çıkarları doğrultusunda halletmek için Anadolu’yu sürekli işgal altında tutmaları, 1916’daki Sykes-Picot projesi gibi kendi aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla Türkiye’yi parçalayıp paylaşmaları yahut bir manda idaresi altına almaları gerek siyasî gerekse askerî ve iktisadî açıdan hiç de sürdürülebilir görünmüyordu. Keza bütün bunları öteden beri masa üstünde tutan İtilaf devletleri, her üç seçeneğin de işe yaramayacağını Mondros Mütarekesinin ardından giriştikleri işgal sürecinde bizzat tecrübe etmişlerdi. Bu yüzden Paris Konferansında meseleyi tekrar masaya yatırdılar her ihtimali en küçük ayrıntısına kadar hesaplayarak son derece stratejik ve uzun vadeli bir proje hazırladılar. Bu projenin esası, İzmir’i Yunanlılara işgal ettirip Anadolu’da millî bir direniş başlatmak ve sonraki süreci kendi çıkarları doğrultusunda sevk ve idare edebilmek için bütün jeopolitik ve jeostratejik enstrümanları kullanmaktı! 

En önemli hamle 

Zira İzmir işgal edilmeden bir gün evvel Amiral Athur Calthhorpe vasıtasıyla Aydın valiliğine tebliğ edilen notada “Mondros Mütarekesinin yedinci maddesi ve Paris Konferansında alınan kararlar doğrultusunda İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgal edileceği” bildirilmekteydi. Bu kararın görünür tarafında İzmir’in İtalyanlara kaptırılmak istenmediğine dair bir rüzgâr estirilmişti ancak bu karar ne Mondros Mütarekesinin yedinci maddesine uygundu ne de herhangi bir makul ve mantıklı gerekçeyle izah edilebiliyordu! Çünkü bu karar, daha önce de belirttiğimiz gibi son derece stratejik ve uzun vadeli bir projenin en önemli hamlesiydi. Bu hamlenin ana işlevi ise ilk defa 3 Şubat 1920 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan İhsan Adlî imzalı bir makalede “Memleketimizin istikbalinin Paris Sulh Konferansının kararlarına tâbi olduğunu inkâr edemem. İtilaf devletleri harekât-ı milliyeye mâni olmadılar. Bilakis Türklüğün bu yeni tezahüratına şahit olmak istediler! Hareketin Anadolu’dan Rumeli’ye, Erzurum’dan ve Sivas’tan Edirne’ye yayılması bu müsaadenin açık bir delili değil midir?” şeklinde açıkça ifade edilecekti. 

Nitekim İtilaf devletleri Mondros Mütarekesinden itibaren bizzat işgal ettikleri İstanbul ve Anadolu’nun hiçbir bölgesinde bazı cılız protesto eylemlerinden başka herhangi bir direnişle karşılaşmamışlardı. Bu yüzden evvela yer yer işgal ettikleri ve yaklaşık altı aydır kontrol altında bulundurdukları Anadolu’da bazı karışıklıklar çıkaracaklar ve bunun için de yine Mondros Mütarekesinden sonra fiilen İngilizlerin işgali altında bulunan Samsun bölgesinden işe başlayacaklardı. Bu yüzden İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmeden evvel Orta ve Doğu Karadeniz bölgesinde öteden beri Pontus devleti hayali kuran yerli Rumları Türklere karşı kışkırtarak kanlı çatışmalar çıkardılar ve ardından Osmanlı Hükümetine sözde bir nota vererek asayişin sağlanmasını, aksi halde Samsun ve havalisini işgal edeceklerini -ki zaten etmişlerdi- bildirdiler. Tabi devrim tarihinin kanonik anlatısına göre Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesini sağlayan “şartların ve olayların birden bu yönde gelişmesi” memleketin istikbali için hayırlı bir “tesadüf” olarak görülecekti! Hayırlı olacağına hiç kuşku yoktu lakin bu durumun bir “tesadüf” olarak nitelenmesi pek makul görünmüyordu. İngilizlerin notası mucibince bölgeye ilkin murahhasları bizzat kendileri tarafından önceden seçildiği hiç şüphe götürmeyen bir teftiş heyeti gönderilecekti. Daha önce de belirttiğimiz üzere Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milletinin istiklal ve istikbalini kurtarmak için İngilizlerle en azından şimdilik iş birliği yapmaktan başka çaresi yoktu. Nitekim söz konusu heyete başkanlık etmek üzere 30 Nisan 1919 tarihinde Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atanması fakat göreve başlama talimatının İzmir’in Yunanlılara işgal ettirileceği tarihe kadar bekletilmiş olması bu yüzdendi… 

(Devam edecek) 

[email protected]