Gaziler, fakihler ve dervişlerin devleti

Röportaj: Hale Kaplan
28.08.2020

Haşim Şahin'in çalışması, sufilerin erken dönem Osmanlı'da hem kuruluş hem fetih politikalarında çok etkin olduğunu gösteriyor. “Savaşlara katılıyorlar, hayat tarzlarıyla insanları etkiliyorlar. Yeni fethedilen yerlerin Türk-İslam yurdu haline gelmesinde büyük pay sahibi oluyorlar. Kurdukları tekkelerde, gelip geçen insanlara yemek ve barınma imkânı sağlıyorlar. Savaşlar veya doğal afetler nedeniyle tahrip olmuş şehirleri yeniden imar ediyorlar. Pek çoğunun şehir kurucu vasfı var.”


Gaziler, fakihler ve dervişlerin devleti

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi tarihçi Porf. Dr. Haşim Şahin Osmanlı’nın en kapalı dönemi olan Kuruluş’ta dini zümrelerin yerine dair kapsamlı bir kitap yayınladı yakın zamanda. ‘Dervişler, Fakihler, Gaziler/ Erken Osmanlı Döneminde Dinî Zümreler (1300-1400)’ isimli çalışma, Türk sufiliğinin devlet içindeki etkin konumunu ve faaliyet sahalarını ortaya koyuyor. İmar, iskan, eğitim, kültürel hayat ve fetih politikalarında önemli işlevler üstlenen bu zümreler imparatorluğun genişlediği topraklarda adeta medeniyeti tahkim ediyor. Dini bir zümre olmalarının yanı sıra esnaf teşkilatı vasfı da taşıyan Ahiler ise kitabın kapsamı dışında bırakılmış. Şahin, Ahiler ile ilgili müstakil bir kitap yayınlamayı düşünüyor.

Erken Osmanlı’ya dair çalışmanın zorluğundan bahsederek başlayabiliriz sanırım. Bu döneme ait kaynak sıkıntısı bilinir. Böylesi kapalı bir dönem içinde, sizin araştırdığınız konuya, sufilere, dervişlere dair malzeme ne çokluktaydı?

Erken Osmanlı dönemiile ilgili yazılmış eser sayısı yok denecek kadar az. Bazı menakıbnameler, kroniklerindeki bilgiler, az sayıdaki arşiv belgeleri, Tahrir kayıtları, sufilerin veya fakihlerin kaleme aldıkları eserler, vakfiyeler, bazen türbe kitabeleri ana hatlarıyla kullandığım kaynaklar.

Bir akademisyen olarak efsane ve mitlerle örülü bir zeminde gerçeği ayıklama konusunda nasıl bir yöntem belirlediniz?

Çalışmalarımda menâkıbnâmeleri sıklıkla kullanırım. Bu eserlerin gündelik yaşamın, toplumsal yapının iyi anlaşılması noktasında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu menkıbelerin aşırı abartılı anlatılar ile dolu olduğunu bilmediğim şeklinde anlaşılmasın. Şeyh uçmaz mürid uçurur sözünü tasdik edercesine abartılı içeriğe sahip pek çoğu. Bu eserleri yazan sufiler mensup oldukları tarikatı veya bağlı oldukları şeyhi yüceltiyorlar kaçınılmaz olarak. Kendilerine bunu bir vazife görüyorlar hatta. Tarihçilerin bu eserlerden faydalanırken yazılış amacını ve yazıldığı çevreyi gözden kaçırmamaları gerekiyor. Menâkıbnâmelerde verilen bilgilerin sağlamasını yapabilmek için tarih kaynakları, varsa arşiv belgeleri, bazı antropolojik veri ve yöntemler devreye giriyor. Burada bir karşılığı olup olmadığına bakıyoruz, aynı şekilde faydalandığımız eserin hangi amaçla kaleme alındığı, yazanın kimliği gibi hususları da sorguluyoruz, yani metnin ve yazarın tenkidini yapmaya gayret ediyoruz. Tüm bunlara rağmen salt bir gerçeklikten söz etmek çok zor yine de. Sadece menkıbelerin kullanımında değil, tarih biliminin bütününde de geçerli bir durum bu. Bir eseri hazırlarken belli bir ideolojinin, grubun, partinin, cemaatinin sözcüsü gibi hareket etmek değil, mümkün mertebe objektif çalışmak önemli bir husus. Ben kendi adıma buna gayret ettiğimi söyleyebilirim.

Aşıkpaşazade dört zümreden bahsediyor. Bunlar arasında Bacıyan-ı Rum en dikkat çekeni. Elde yeterince veri olmadığını söylemişsiniz ama insan merak ediyor. Bacılar ne gibi faaliyetler yapıyordu, ne derece etkindiler ve bu durum bize Kuruluşa dair ne söyler?

Bacıyân-ı Rum hakkında diğer üç zümreye kıyasla neredeyse hiç bilgi yok desek yeridir. Bu yüzden Fuad Köprülü’den beri bu ismin okunuşu ve başka bir zümre kastedilip edilmediği konusunda tartışmalar süregelmiş. Mikail Bayram, Bâciyân-ı Rum (Anadolu’da Genç Kızlar Teşkilâtı) adlı kitabında Şeyh Evhâdüddin Kirmânî’nin kızı ve Bektaşî geleneğinde de önemli yeri olan Fatma Bacı’nın şahsiyetinden ve faaliyetlerinden hareketle böyle bir teşkilatın varlığını öne sürüyor. Fatma Bacı’nın Ahi teşkilatının önde gelen pirlerinden Ahi Evran’ın karısı olduğunu ve arkadaşlarıyla birlikte Kayseri’de dokumacılık yaptıklarını biliyoruz. Bu durum o ve arkadaşlarının başlı başına bir teşkilata mensup olmaktan ziyade ahilerin kadınlar kolu olarak faaliyet gösterdiklerini gösteriyor. Kadınlar toplum hayatının her aşamasında aktif durumdalar. Çarşıda, ev işlerinde, bilhassa göçebe hayat tarzı bir yaşamda gündelik hayatın yükünü erkeklerden ziyade kadınlar çekiyor. Bu nedenle her dönemde olduğu gibi o zaman da toplumun direği olma görevini üstleniyorlar.

Zühd hareketinin İslam topraklanın genişlemesine etkisi şaşırtıcı derecede büyük. Bunu dönemsel mi algılamak gerek, yoksa özgün bir yapılanma mı? Tarih dünyanın farklı coğrafyaları da o dönemde benzer biçimde mi şekilleniyordu?

Tasavvuf aslında bir zühd hareketi olarak ortaya çıkıyor. Toplumun içine düştüğü kargaşadan, siyasi hırslardan, insanların bencilliğinden bunalan bazı zahidler kendilerini insanlardan soyutlayarak, bazen bir mağarada, bazen bir dağ başında, bazen de ücra bir kasabada kendi başlarına sadece Allah’a yakın olarak, onu zikrederek geçirdikleri bir hayat tarzı benimsiyorlar. Zamanla bu hayat tarzı, benzer mistik gayelerle bir araya gelen insanların meydana getirdiği, bir şeyh yahut Allah dostu bir veli etrafında teşekkül eden tarikatların ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyor. Gündelik hayatlarında manevi boşluk hisseden, toplumun keşmekeşinden usanan insanlar vakitlerini sadece Allah’ı zikretmeye adayan bu insanların etrafında toplanıyorlar. Zühd tasavvufta belli bir dönem olsa da hep var aslında. Coğrafya, insanın fıtratı bu tavrı belirlemesine neden oluyor. İnziva hayatı zümreyi tercih eden ve “ermiş” kabul edilen insanlar diğer dinlerde de mevcut. Budizm ve Hıristiyanlıkta da var bu tavır. Orta Asya ve İran’da gelişen İslam mistisizminin bu anlamda Budizm’den etkilendiği düşünülebilir.

Fetih politikalarında da etkin sufiler.. İmar, iskan, eğitim, vakıflar... Yeni yerlerde, onlar İslam’ın gülen yüzü adeta.

Kesinlikle öyle. Savaşlara katılıyorlar, hayat tarzlarıyla insanları etkiliyorlar. Yeni fethedilen yerlerin Türk-İslam yurdu haline gelmesinde büyük pay sahibi oluyorlar. Kurdukları tekkelerde, gelip geçen insanlara yemek ve barınma imkânı sağlıyorlar. Savaşlar veya doğal afetler nedeniyle tahrip olmuş şehirleri yeniden imar ediyorlar. Pek çoğunun şehir kurucu vasfı var. Bazıları zamanla şehirlerin sembolü haline geliyor hatta. Ankara’da Hacı Bayram Veli, Göynük’te Akşemseddin, Aksaray’da Somuncu Baba, Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beşiktaş’ta Yahya Efendi, Konya’da Mevlana, Eskişehir’de Yunus Emre, Bilecik’te Şeyh Edebalı böyle mesela. Bazılarının şehir kurucu vasfı var. Konya’daki Seydişehir, Horasan erenlerinden Seyyid Harun tarafından kuruluyor mesela. Romanya’daki Babadağı adını Sarı Saltık’tan alıyor. Bugün Anadolu’yu dolaştığınızda büyük mutasavvıfların adını taşıyan pek çok yerleşim yeri görürsünüz. Pek çok yerleşim yerinin yakınında, muhtemelen bir tepe üzerinde “Dedeler”, “Erenler”, “Hıdırlık” gibi, evliyaların mezarlarının bulunduğuna dair inanç da bu bütünlüğün bir sonucu zaten.

Kuruluş ile Şeyh Edebalı özdeşleşmiş adeta. Osmanlı ailesi ile ilişkisinin kökeni nereye dayanıyor?

Her şeyden önce bu devrenin bir kuruluş süreci olduğunu unutmamak lazım. Sultanlar, toplumun geniş bir kesiminde söz sahibi olan ve saygı duyulan sufilerin desteğini çok önemsiyorlar. Şeyh Edebalı Osmanlı Devleti’nin kurulduğu coğrafyada Vefâiyye tarikatının en büyük temsilcisi durumunda. İşte bu nedenle onun desteğini almak isteyen Osmanlılar, Ertuğrul Gazi zamanından beri Edebalı’ya büyük saygı duyuyorlar ve anlaşıldığı kadarıyla Eskişehir yakınlarındaki tekkesine sık sık uğruyorlar. Osman Gazi, onun kızıyla evlenerek şeyh ile akrabalık bağı tesis ediyor. Böylece hem şeyhin duasını hem de Türkmenler arasında çok etkili bir tarikat olan Vefâilerin desteğini almış oluyor. Şeyh Edebalı aynı zamanda fakihler ve ahiler üzerinde de etkili bir isim. O nedenle Osmanlıların kuruldukları coğrafyaya geldikleri dönemden itibaren onun adını ve şöhretini durduklarını tahmin etmek zor değil. Uç bölgesinin atılgan gazisi Osman Bey de aslında Şeyh Edebalı için biçilmiş kaftan. Onun gazilik yönü ve karakteri şeyhin ona karşı teveccühünün başlıca nedeni. Bu nedenle kızını verip akrabalık bağı kurmak onun da arzuladığı bir durum.

Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olduğuna dair iddiaları olan başka tarikatlar da var...

Bu bilgiler hayli geç tarihlerde yazılan kaynaklarda yer alıyor aslında. Yani, bir dünya devleti haline gelmiş olan Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda kendisine pay biçmeye çalışıyor bazı tarikatlar bir anlamda. Bektaşiler ve Mevleviler bu şekilde mesela. Bektaşiler Osman Gazi’ye saltanat müjdesinin Hacı Bektaş Veli; Mevleviler ise Mevlânâ’nın halifesi Çelebi Hüsameddin tarafından verildiğini ifade ediyorlar.

Sıkça kullanılan rüya motifi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Rüya bahsi Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile özdeşleştirilmiş bir menkıbe. Devletin kuruluşuna mistik/manevi bir hava vermek, kuruluşta sufilerin varlığını perçinlemek bu arada Osmanlılar ile dönemin büyük mutasavvıfı Şeyh Edebalı arasında kurulan akrabalığa daha derin anlam kazandırmak, geçmişte de pek çok devletin kuruluşundaki dinî meşruiyeti Osmanlılar adına meşrulaştırmak amacıyla kronik yazarları tarafından sonradan uydurulduğunu tahmin etmenin pek de zor olmadığı meşhur bir menkıbe bana göre. Kuruluş rüyası sadece Osmanlılara has değil.

Orhan Gazi Kızıl Kilise zaferinden sonra Geyikli Baba’ya iki yük araki ve iki yük şarap hediye ediyor. Çok ilginç. Anadolu coğrafyasındaki Türkmen dervişlerinin Sünni İslam anlayışıyla ilişkisi nasıldı? Çok farklı eğilimler var mıydı bu dönemde?

Geyikli Baba, çok saygı duyulan birisi. Orhan Gazi’nin yanında Bursa’nın fethine katılıyor ve Kızıl Kilise denilen yeri kendi imkanlarıyla elde ediyor. Geyüklü adını taşıyan aşiretlerin varlığı onun sufiliğinin yanı sıra bir Türkmen aşireti reisi olduğunu da gösteriyor. Onun hayatının anlatıldığı bir menkıbeye göre, Orhan Gazi, Bursa’nın fethi sırasında gösterdiği başarılarından dolayı; “baba meyhordur deyu, iki yük arak ve iki yük şarap” gönderiyor. Ancak o, “bizim dergahımızdan giren rakı yağ, şarap da bal olur” diyerek padişaha iade ediyor. Rakı ve şarap gönderme, iktidar-sufi çevre ilişkilerinde sıkça işlenen ve özüne bakılırsa söz konusu sufinin itikadının ne kadar sağlam olduğunu göstermek amacıyla menakıb yazarları tarafından zaman zaman işlenen bir metafor. Kitapta da değindiğim üzere, ben Geyikli Baba’ya gönderilen rakı ve şarabın gerçek olsa bile teftiş amaçlı olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir teftişin yapılmasının o dönemde Türkmen dervişleri arasında Sünni kaidelere riayet edilmediği yönünde bir algının yaygın olduğunu ve padişahın da bunu anlamaya çalıştığını gösteriyor.

Ahileri kapsam dışında tutmuşsunuz...

Evet. Ahiler, dini bir zümre olmalarının yanı sıra esnaf teşkilatı vasfı da taşıyorlar. Onların iktisadi boyutunu da içerecek müstakil bir kitap yayınlamayı düşünüyorum.

Araştırmalarınızda keşif olarak gördüğünüz kimler var? Gizli kaldığını düşündüğünüz, sizi etkileyen...

Fakihler bu konuda ilk akla gelen zümre. Daha önce bu konuda pek çalışma yapılmamış. Devletin fakihlere de tıpkı dervişler ve ahiler gibi araziler vakfettiği görülüyor. Bu konuyu çalışmak çok keyifliydi mesela. Aynı şekilde kuruluşta Vefâiyye tarikatının etkisi, erken dönemde iktidar devlet ilişkilerinin boyutu da daha önce pek incelenen konular değildi.